Amerikalı marksist Paul D’Amato, sosyalizmin mümkün olmadığını savunan görüşle tartışıyor...
Sosyalizm olasılığına karşı sıkça öne sürülen argümanlardan biri, insanların doğası gereği rekâbetçi olduklarıdır. Fakat işbirliği ve kişisel çıkar gözetmeksizin başkalarının yararına davranma, insan hayatının en ayırt edici özellikleri arasındadır. Bu özellikler olmasaydı toplum işleyemezdi. Bazı çalışmalar, insanların rekâbetçi ve bencil davranış sergileme yetisine sahip olmalarına rağmen çok erken yaşlardan itibaren işbirliği yapmaya istekli ve toplumsal çıkarlar için davrandıkları düşüncesini doğruluyor.
Zengin bağışçılara bol bol yağdırılan övgüler ve kamu binalarının bu kişilerin adlarıya onurlandırılması (tabii bu, şirketler isim haklarını devralıncaya kadar mümkündü), başlıca hayırseverlerin zengin insanlar oldukları izlenimi veriyor. Durum böyle değil. Çalışmalar gösteriyor ki Amerikalıların en yoksul yüzde 20’si, gelirlerinin yüzde 2.3’ünü bağışlarken, en zengin yüzde 20, yalnızca yüzde 1.3’ünü bağışlıyor. Tabii ki, milyonlarca doların %1.3’üyle gösteriş yapmak, 25.000 doların yüzde 2.3’üyle övünmekten çok daha kolay. Zenginler bunu şov için, asil karakterlerini ispatlamak için yapıyorlar. Ama gerçekte, bir psikoloğun açıklamasına göre, bu insanların “kendi çıkarlarına öteki insanların çıkarlarından daha fazla önem vermeleri çok daha olası”. Engels, kapitalistlerin hayırseverliğini küçümsediğini sert bir şekilde ifade eder: “Sanki proleterlere hizmette bulunuyormuşsunuz gibi, önce onların kanını emiyor, ardından da kendini beğenmişliğinizi, iki yüzlü hayırseverliğinizi onların üstünde uyguluyorsunuz; yağmaladığınız kurbanlara, onlara ait olanın yüzde birini geri verdiğiniz zaman, kendinizi, insanlığın kudretli hayırseverleri olarak dünyanın en tepesine yerleştiriyorsunuz.”
Kapitalizm, bireysel düşünmeyi ve rekâbeti teşvik ederken, bir yandan da, işbirliği için bir üreme toprağıdır. Seri üretim ve dağıtım, kapitalizm olmadan mümkün olmazdı. Her bir işyerinde, yüzlerce ve bazen binlerce insan, bir mal üretmek için işbirliğiyle çalışmak zorunda. Kapitalizmin bu sosyalleşmiş, işbirliği gerektiren yönü, piyasa rekâbetinin kısmî yadsımasıdır; ve işçilerin, kendilerini, çıkarları için birlikte hareket etmesi gereken bir sınıf olarak hissetmelerine temel sağlar.
“Herkes rekâbetçidir” argümanındaki temel sorun, adil paylaşım üstüne kurulu bir toplumda insanların kaynaklar için birbiriyle çatışması gerekmeyeceğini göz ardı etmesidir. Amerikalı Troçkist James Cannon der ki, “Sosyalist toplumda, herkes için bolluk ve bereket mevcutken, herkesin payına düşenin kaydını tutmak, zengin bir aile sofrasında yemek dağılımının kaydını tutmak kadar anlamsızdır. Kahvaltıda kimin kaç tane krep yediğini ya da akşam yemeğinde kimin ne kadar ekmek tükettiğini not almazsınız. Sofra doluysa kimse yemeğe saldırmaz. Eğer bir misafiriniz varsa, eti öncelikle kendinize ayırmazsınız, tabağı misafire uzatıp istediği kadar almasını söylersiniz.”
Mesele şu ki, sosyalizmde, toplumun artı/ihtiyaç fazlası zenginliği, küçük bir grubun değil, herkesin refahını arttırmak için kolektif olarak kullanılır. Bolca mevcut olan bir şeyi neden çalayım? Böyle bir toplum aşırı ütopik görünebilir. Fakat Cannon’ın kapitalist toplumla ilgili söylediği gibi, “Saçma olan şey, bu tımarhanenin kalıcı ve sürekli olduğunu düşünmektir.”
“Bir dakika,” der muhalif, “rekâbet olmadan, yaratıcılık ve buluşlar durgunlaşırdı. Çok çalışmaya ve başarmaya teşvik eden bir şey olmazdı.” Sosyalizme karşı en eski argümanlardan biri olarak bunun anlamı, kapitalist piyasa rekâbetinin en iyi olduğu, ve çok çalışmanın ve yeniliklerin tek garantisinin bu sistem olduğudur.
Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da bu soruna değindiler: “Özel mülkiyet ortadan kaldırılınca tüm çalışmanın sonlanacağı ve evrensel bir tembellik halinin üstümüze çökeceği itirazı öne sürülmektedir.” Yanıtları, basit olduğu kadar da çarpıcıdır: “Bu fikre göre, burjuva toplumunun, katıksız aylaklık yüzünden çok zaman önce çökmesi gerekirdi; çünkü bu toplumun çalışan insanları hiçbir şey elde edemezken, her şeyi elde edebilenler çalışmıyorlar.”
İnsanların büyük çoğunluğu kendi çıkarları için değil, başkalarının çıkarları için çalışıyorlar. Onları teşvik eden tek şey, çalışmadan yaşayamayacak olmalarıdır. Oysa, birçok insanın ekonomik karşılığını almadan saatlerce yoğun çalıştığının pekçok örneği var. Bir okul tiyatro kulübünde ya da halk tiyatrosunda çalışmış herkes, okuldan ya da işten sonra saatlerini bir tiyatro eserinin hayata geçmesine harcamakla gelen tatmini bilir. Kaç insan, kendisini, bir gün “günlük iş”ini bırakabilme beklentisi olmadan, müzik ya da resim gibi uğraşlara adar? Ben, Katrina Kasırgası’nın ardından, Mississippi ve Louisiana’da, fırtınanın mağdurlarına malzeme yardımı ve yemek dağıtımı yapmak için ülkenin farklı yerlerinden gelen birçok sıradan insanla tanıştım. Nashville ruhban okulundan bir öğrenciyle tanıştım; bu öğrenci, New Orleans’ın kirli sel sularında, saatlerce, sıkışmış Katrina mağdurlarının kurtarma botlarından karaya çıkmalarına yardım etti. O botları bağışlayanlar ya da komuta edenler, kaygılı vatandaşlardı.
Argüman, sosyalizm kişisel mülkiyete izin vermediği için teşviki ortadan kaldırıyor diyerek de doğrulanamaz. Sosyalizmin yasakladığı tek şey, ötekileri sömürmek için kullanılan mülkiyettir. Sosyalizm, insanların, onların hayatlarına değer katan boş zaman, kaliteli yemek ve barınma, sanata ve kültüre erişim gibi şeylerin daha azına değil daha fazlasına sahip olmalarını mümkün kılacaktır. Daha iyi teknoloji üretmek için teşvik var olmaya devam edecek, hattâ kâr amacı olmadığı için daha da fazla olacaktır, çünkü bu gibi buluşlar her bir bireyin hayat kalitesini arttıracaktır.
(Socialistworker.org, Çeviren: Özge Karakale)
Fotoğraf: Gezi Parkı'nda aktivistler çöpleri elden ele taşıyarak temizliyor