IMF uzmanları tarafından 2016 yılında hazırlanan bir raporda, kemer sıkma ve özelleştirme gibi uygulamalarıyla birlikte neoliberalizmin eşitsizlikleri arttırdığı, toplumlara ve ekonomilere yarardan çok zarar verdiği belirtiliyordu. En büyük uluslararası kapitalist kurumlardan birinin bu itirafını, diğer veriler de destekliyor. İngiliz yardım kuruluşu Oxfam'ın geçtiğimiz hafta yayımladığı araştırma sonuçlarına göre, dünyadaki en zengin 26 kişinin serveti, dünya nüfusunun fakir olan yarısının toplam servetine eşit. En tepedeki %1’lik kısım, geri kalan %99 kadar zenginliğe sahip. 197,7 milyon kişi işsiz.
Diğer yandan, gezegen yok oluyor. BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından, en korkunç iklim değişikliği senaryosunun engellenebilmesi için yalnızca 12 yılın kaldığı açıklandı. Buna rağmen, devletler tarafından bu büyük yıkımı durduracak bir plan hayata geçirilemiyor.
Savaşlar, yoksulluk ve iklim değişikliği göçleri arttırıyor. Toplam 68,5 milyon kişi evlerini terk etmiş durumda. Bunların 24,5 milyonu mülteci. BM istatistiklerine göre her iki saniyede bir kişi yaşadığı yeri çatışmalar veya baskı sebebiyle terk etmek zorunda kalıyor.
Neoliberalizm insanları sisteme yabancılaştırırken, politikacılar sorunun “göçmenler” olduğunu söylüyor. Dünyanın her yerinde otoriter politikalar, milliyetçi eğilimler artıyor; hükümetler ulus devlet modeline dönüşü tartışıyor. Böylesi bir ortamda Trumplar, Bolsonarolar, Orbanlar, Putinler yükseliyor. Bunlardan güç alan aşırı sağcı, ırkçı veya faşist partiler taraftar topluyor ve parlamenter sistemin içine sızmaya çalışıyorlar.
Kendi çıkarlarını diğerlerine dayatmak isteyen küresel emperyalist güçlerle bölgesel altemperyalist devletlerin rekabeti, birçok yerde savaş olasılıklarını gündeme getiriyor.
Rosa Lüksemburg’un savaş karşıtı bir broşüründe dediği gibi, kapitalist toplumda yaşayanlar ya sosyalizmin zaferiyle ya da medeniyetin bütünüyle çöküşünün yarattığı barbarlık ortamıyla karşılaşacaklar.
Ilımlı çözümler çözüm değil
%1 ile %99’un servetlerinin eşit olmasına yol açan dengesizliği, kapitalist toplum içerisinde birtakım düzenlemeler yaparak, daha “adil” ekonomiler kurarak ortadan kaldırmak mümkün değil. Her sene iklim zirvelerinde buluşan hükümetler, kötü yöneticiler tarafından idare edildikleri için değil, kapitalist şirketlerin kâr etme güdüsü doğrultusundaki ihtiyaçları iklimi ve doğayı yok etmeyi gerektirdiği için bir anlaşmaya varamıyorlar. Farklı ulus devletlerin temsil ettiği tekellerin, birbirleriyle “uyum” içerisinde, barış içinde yaşamaları imkansız. Irkçılığın ve aşırı sağın yükselişini neoliberal “aşırı merkez” siyasetle durduramayız; bu politikalar yıllar içerisinde tam da ırkçılara istedikleri zemini sundular. Le Pen’i durduracak diye kahramanlaştırılan Macron, şimdi Fransız işçi sınıfının baş düşmanı hâline geldi.
Tabii ki reformlar gerçekleştirilebilir ve bunlar için mücadele ediyoruz. Fakat bir bütün olarak bu kaostan çıkış, ancak radikal çözümlerle olabilir. Bunlar, mevcut toplumsal sistemin altüst olması, yönetimi işçi sınıfının, ezilenlerin kolektif katılım ve karar alma mekanizmalarıyla kuracakları yapıların devralmasıyla gerçekleştirilebilir.
Üretim kâr amacıyla değil de toplumun ihtiyacı için yapılacak şekilde düzenlenirse, iklimi yok edecek enerji politikalarının uygulanmaması sağlanabilir. İşçiler, sovyet benzeri yapılarda herkesin katılımı ve tartışmaya katkı koyması ile karar almaya başlarlarsa, bu kararlar belirli bir azınlığı koruyan şeyler olmaktan çıkar, bir bütün olarak devlet mekanizması çoğunluğun çıkarlarına hizmet etmeye başlayabilir.
Bugün, böylesi kolektif mekanizmalar, karşı karşıya olduğumuz yıkımı durdurmak için acil birer ihtiyaç. Ve bunların ortaya çıkabilmesi için muazzam ölçekli toplumsal devrimler gerekli.
İşçilerin yönetimi
Sovyetler, ilk olarak Rusya’da 1905 devrimi esnasında, grevdeki fabrikaların temsilcilerinin ortak bir koordinasyon yapısı kurma amacıyla toplanmaları üzerine kuruldu. Sovyetlerden önce, Paris Komünü gibi deneyimlerde de, işçilerin iktidarı toplumun bütününü ilgilendiren tüm işlerin kolektif ve dönüşümlü olarak yapıldığı, dolayısıyla kimsenin bir ayrıcalığa sahip olmadı mekanizmaların ortaya çıkışını beraberinde getirmişti. Sovyetler bunu sistematikleştirdi ve olası bir işçi devletinin embriyosu olarak belirginleştirdi.
Rusya’da 1905 devriminin geri çekilişi üzerine Çarlık tarafından bastırılan Sovyetler, 1917’de işçiler ayaklandığında bir kez daha kuruldu. Bu kez Şubat’tan Ekim’e geçen süreçteki ikili iktidar döneminde, emekçilerin çıkarlarını temsil eden kurum olarak çok önemli bir rol oynadılar. Ve sonunda Ekim Devrimi’nde kendilerini devlet iktidarı olarak örgütlediler.
Ancak bu şekilde, işçilerin kendileri için kararlar alan bir hükümet kurmaları mümkün oldu. Böylelikle yoksulları, kadınları, LGBTİ+ bireyleri, ezilen halkları ve tüm dışlanmış grupları savunan kararlar alınabildi. Toplumun başka türlü işletilebileceği de gösterilmiş oldu.
Sovyetler sayesinde Rus toplumunda neler değişti? Kadınlar için kürtaj ve boşanma hakkı yasallaştı, oy hakkı kazanıldı, çocuk bakımı ve yemek gibi işler evde kadının zorunlulukları olmaktan çıkartılıp toplumsallaştırıldı. Rusya, eşcinselliği kanuni hâle getiren ilk ülke oldu. “Halkların hapishanesi” olarak bilinen Çarlık Rusyası’nda devlet iktidarı işçiler tarafından yıkılıp yerine bir işçi sınıfı devleti geçtiğinde, tüm halklara kendi kaderlerini tayin hakkı tanındı. Üretimin ve fabrikaların kontrolü işçilere geçti. Toprakların sahibi yoksul köylüler oldu. Sömürü zincirinin kırılması için radikal adımlar atıldı.
Birleşirsek kazanırız
1917 Rusya’sında da Şubat Devrimi’nin ardından parlamenter demokrasi büyük bir ilerleme olarak görülüyordu. Ancak merkez solcu ve liberal partiler devrimin “ekmek, barış, toprak” sloganına çare üretemediler. Geniş emekçi kitlelerin talepleri, kendi hayatlarının kontrolünü ellerine almalarıyla, her bin işçiyi ve askeri bir kişinin temsil ettiği Sovyetlerin zaferiyle karşılanabildi.
Bu deneyimler bugün çok uzak görülebilir. Ancak her toplumsal patlamada, her devrimde işçiler benzer mekanizmaları kurmayı denediler. Bunların adı Şili’de kordonlar idi, 1979 İran Devrimi’nde ise şuralar. Bugün işçi sınıfı eskisine göre çok daha büyük. Tarihin en büyük grevi geçtiğimiz haftalarda 200 milyon işçinin katılımıyla Hindistan’da gerçekleşti. Kolektif olarak hareket eder, işçileri bölen milliyetçi, cinsiyetçi, homofobik ve diğer ayrımcı fikirleri yener ve birleşirsek, bugün de kazanabiliriz.
Ozan Tekin
(Sosyalist İşçi)