Bizde nedense “Maymunlar Cehennemi” diye adlandırılan “Planet of the Apes” serisinin 1972 yılında gösterime giren dördüncü filmi “Conquest of the Planet of the Apes”, orijinal serinin muhtemelen en politik bölümüdür. J. Lee Thompson’un yönettiği filmde, köleleştirilmiş primatların mevcut otoriter iktidara karşı devrimci kalkışması anlatılır. Dönemin siyah ayaklanmalarına göndermelerle dolu filmde devrimci lider Caesar, hangi hakla ayaklanıp şiddete başvurduğu sorusuna, “kölenin kendini ezeni cezalandırma hakkıyla” diye cevap verir. 1968’de çekilen ve aslında “The Twilight Zone – Alacakaranlık Kuşağı” serisinin bir bölümünü fazlasıyla andıran final sahnesiyle zihinlere kazınan “Maymunlar Cehennemi”nin bu düşük bütçeli devam filmi, serinin siyaseten en sert, en kışkırtıcı bölümüdür.
2011 yılından itibaren gösterime sokulan yeni serinin, politik göndermeleri itibariyle çok daha muğlak satılabilecek ilk filmlere değil de büyük ölçüde bu filme dayanan bir olay örgüsüne yaslanması, sivil haklar hareketinden kölecilik ve toplama kamplarına bir dizi açık politik göndermeye başvurması ilginç. Neticede “Games of Thrones” ya da “House of Cards” gibi dizilerin neoliberal devre has politik sinizminin bir hayli popüler olduğu bir devirde kitle endüstrisinin bu türde “devrimci anlatılara” yönelmesi yabana atılır şey değil.
Üstelik bu, “Maymunlar Cehennemi” ile sınırlı bir durum da değil. “Yıldız Savaşları” serisinin en politik filminin Jedi’ların ya da galaksiyi selamete erdirecek hanedanların esamisinin okunmadığı “Rogue One” olması bir tesadüf olmasa gerek. 2016 yılında gösterime giren ve ilk defa “sıradan direnişçinin” bakış açısını gündeme getiren filmde, “İmparatorluk böyle bir güce sahipse ne şansımız olabilir ki?” sorusunu “mesele şansımızın değil tercihimizin ne olduğu” diye cevaplayan, “isyanlar umut üzerine kurulur” diyen Jyn’inki, bu epik uzay operasından çıkan belki de en güncel, en radikal ses değil mi?
Ya ilki 1979 yılında çekilen post apokaliptik aksiyon serisi Mad Max’in yine en politik, en “solcu” devam filminin 2015 yılında gösterime giren “Fury Road” olmasına ne demeli? Mad Max serisinin evvelki filmleri artan suç oranları, toplumsal çözülme ve medeniyet yıkımına dair orta sınıf/beyaz korkuları yansıtan yapımlarken “Fury Road”un ekolojist ve feminist temalarla bezeli olmasını neyle izah etmeli?
Belli ki devrimci anlatılar “gişe yapıyor”. Devrim teması, devrimci bir toplumsal dönüşümün mümkünlüğü ya da muhtemel istikameti gibi başlıklar, “kökü gelecekte isyanlar” şeklinde beyaz perdeye aksediyor. “Hunger Games” gibi yavan örnekler de proletaryanın mevcut devlet mekanizmasını zaptetmekle yetinemeyeceği, onu parçalaması gerektiği temasına pas veren “Snowpiercer” da hep son yılların bu “dalgasının” emareleri.
Bu adı konmamış, konması da mümkün olmayan “dalganın” (modanın/hevesin) kitle kültürü endüstrisinin devrim temasını yağmalaması, onu banalleştirmesi anlamına geldiğini söyleyenler elbet olacaktır. Böyle bir riskin olmadığı, bu bakış açısında bir doğruluk payı olmadığı söylenemez elbette. Diğer yandan bu devrim/ayaklanma anlatılarının ardında, şimdi geri çekilmiş görünen ama birkaç yıl önce “meydan hareketlerinden” Arap ayaklanmalarına siyasal iklimi belirleyen küresel radikalleşme dalgasının, özellikle de Amerika’da gözlemlenen siyasallaşmanın etkisinin olduğu da aşikâr. Ancak sinema endüstrisindeki bu kısmi politizasyonu sadece “dar anlamda” siyasal konjonktürün etkisiyle açıklamak da pek doğru olmayacaktır.
Film endüstrisinin devrim/ayaklanma temasında bir “damar” bulması, belki de geç neoliberal zamanlara has bir kolektif ruh/düşün durumuyla bağlantılı. Bir yandan her şeyin olduğu gibi kalmasının ancak daha büyük felaketlere, muhtemel bir distopik geleceğe yol vereceği düşüncesi giderek yaygınlık kazanıp adeta ana akımlaşıyor. Günümüze kıyasla çok daha “iyimser” bir zaman aralığı sayılabilecek 1960’ların ortasında çekilmeye başlanan Gene Roddenberry’nin “Uzay Yolu” dizisinde karşımıza çıkan, insanlar ve türler arası uyum, barış ve rasyonel ilişkilerin hâkim olduğu gelecek vizyonundan ışık yılları mesafede olduğumuz açık. Ancak diğer yandan ve bu distopik bilince karşın Jameson’a atfedilen o meşhur tabirle “dünyanın sonunun akıllara getirilip, kapitalizmin sonunun düşünülemediği” bir çağdayız. Bu söz, iki tarihsel yenilginin (ilki, neoliberalizmin otuz küsür yılda işçi hareketinin 150 yılda yarattığı birikimi onulmaz derecede tahrip etmesi; ikincisi ise sosyalizmin, yani kapitalizme bütünsel bir alternatifin yaşadığı itibar yitimi) yükünü üzerimizden atamadığımız koşullarda ürkütücü bir gerçeklik kazanıyor.
İşte sinema endüstrisinin popüler isyan anlatıları, yaygın distopik bilinçle siyasal hayalkırıklığı ve kolektif güçsüzlük arasındaki bu gerilimli alanda hayli verimli bir “damar” yakalamış sayılabilir. Beyaz perdedeki isyan hikâyeleri, tam da bu gerilimi/çelişkiyi bir an için olsun tahayyül dünyamızda aşma olanağı veriyor. Çünkü belki de ancak Dickens’ın “İki Şehrin Hikâyesi”nin başlangıcındaki sözleriyle, yani “zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana” diye tanımlanabilecek çağımızda, yeni devrimci anlatılara, devrimci mitlere, sembollere, kahramanlara ihtiyacımız var.
Foti Benlisoy
(Sosyalist İşçi)