Desmond Doss, Pearl Harbour sonrasında pek çok yaşıtı gibi gönüllü olup askere yazılır. Ancak Desmond “normal” bir asker değildir. Dini inançları ve aile içinde yaşadığı şiddet deneyimi nedeniyle şiddetsizliği benimsemiş, bir vicdani retçi olmuştur. Böylece Desmond silah taşımayan, savaşmayı reddeden, öldürmeyip hayat kurtaran bir asker olacaktır.
Mel Gibson’un yönettiği “Hacksaw Ridge”, Desmond Doss’un bu kelimenin gerçek anlamında sıra dışı hikâyesinden yola çıkıyor. Filmin ilk bölümünde Desmond’un Birinci Dünya Savaşı’nın dehşetini yaşadıktan sonra bir türlü kendini toplayamayan babasının itirazlarına rağmen gönüllü oluşu aktarılıyor. Ordu bir vicdani retçiyi bünyesine öyle kolay katmıyor elbette. Andrew Garfield’ın canlandırdığı Desmond orduya bir sıhhiyeci olarak hizmet etmek istiyor. Ancak onun hiç silahlı eğitim almamak ve silah taşımamak konusundaki ısrarı, askeri otoritelerin gerçekten sert tepkisiyle karşılaşıyor. Dayak yiyor, taciz ediliyor, hücreye tıkılıyor.
Ancak Desmond ısrar ediyor, direniyor. Şiddet karşıtı tutumundan vazgeçmiyor ve orduda kalmak, savaşa gönderilmek için ısrar ediyor. Sonunda da bunda, şimdi burada detayına girmenin gereksiz olduğu bir “torpille” başarılı oluyor. Filmin ikinci bölümünde artık “silahsız” bir asker, bir sıhhiyeci olan Desmond’u, Okinawa adasında Japon ordusuna karşı girişilen operasyonda görüyoruz.
Desmond silah taşımak ve kimseye ateş etmek istemese de savaş makinesinin bir parçası olmak ve “silah arkadaşlarının” saygısını kazanmak için yanıp tutuşuyor. Belki kimseyi öldürmüyor, ancak öldürenlerin işini kolaylaştırmak ve savaş aygıtının iyi ve pürüzsüz işlemesi için de elinden geleni ardına koymuyor. Onun “vatanseverliğini” ve hatta “erkekliğini” sorgulamış olanlara inat hayatını defalarca tehlikeye atıyor. Böylece film, bir vicdani retçiden bir savaş kahramanı yaratmak gibi eşine az rastlanır bir işe soyunuyor. Yani “Hacksaw Ridge”, ordularla ve onların yürüttükleri savaşlarla hiçbir derdi olmayan, hatta savaşları meşrulaştıran milliyetçi sembol ve söylemleri ferah feza benimseyen bir garip “vicdani red” filmi olarak karşımıza çıkıyor.
Desmond’un şahsında cisimleşen Hıristiyan köktenciliğiyle modern savaşa has katliamı biraraya getirmek tam Gibson’ın dişine göre bir iş olmuş. Mel Gibson’un “The Passion of the Christ” (2004) ve “Apocalypto” (2006) gibi eski filmlerinde de sere serpe sergilediği kan ve dehşet tutkusuna bu “vicdani red” filmi de bir istisna değil. Savaş sahneleri, sanki Desmond’un şiddet karşıtlığını “telafi etmek” istercesine öyle sert ki bazen İkinci Dünya Savaşı’nda geçen bir korku filmini andırıyor. Havada uçuşan uzuvlar, dağılan iç organlar ve elbet bol bol kan. Öyle ki bir kez yetmiyor film izleyiciye iki kez kan banyosu yaptırıyor. Gibson adeta Desmond Doss’un tutmak istemediği silahı alıyor ve etrafa kurşun ve ateş yağdırıyor. Hedefteyse ölmek ve öldürmek için neredeyse birbirleriyle yarıştıklarını gördüğümüz, Amerikan askerlerinin tersine herhangi bir bireysel hususiyetleri olmayan bir sürü olarak gösterilen Japon askerleri.
Aslında şaşırtıcı olan Mel Gibson’un Japonların “bizimkiler” gibi “normal” askerler olmadıklarına dair Amerikan ırkçı klişesini akıl almaz bir rahatlıkla yeniden üretmesi değil, filmin bu haliyle altı Oscar ödülüne aday gösteriliyor olması. Bu “vicdani retçi” vatanseverlik ve savaş övgüsünde esir Japon askerlerini infaz eden, parmak ve kulaklarını keserek hatıra eşyası olarak memlekete gönderen Amerikan askerleri yok elbette. Ayıplanması muhtemel bu tür hal ve tavırlar, Asyatik ve dolayısıyla barbar (ya da hiç değilse “bizim” medeni standartlarımıza ters) düşman askerlerine özgülenmiş.
Desmond’un beyaz perdedeki öyküsü, onun şiddet karşıtlığına karşın hiçbir şekilde bir savaş karşıtı bir anlatı değil. Desmond’un hikâyesiyle bir başka askerin, Paul Baumer’in öyküsünü kıyas etmek yeter. Erich Maria Remarque’ın “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”unun ana karakteri Paul Baumer, sınıf arkadaşlarıyla birlikte Birinci Dünya Savaşı başladığında coşkuyla gönüllü olur. Hemen hepsi için savaş, dışında kalamayacakları, zenginleştirici bir deneyim, erkekliklerini ispat edebilecekleri bir inisiyasyon töreni ve gündelik yavanlığın ötesine geçme imkânı taşıyan, eşi benzeri olmayan bir serüvendir. Romanın gerisi Baumer ve arkadaşlarının savaş içerisinde uğradıkları hayal kırıklığına, maruz kaldıkları maddi ve manevi tahribata dairdir. Baumer, 1920’lerin ikinci yarısındaki savaş edebiyatı patlamasından Holywood’un Vietnam Savaşı filmlerine, hayal kırıklığına uğramış, travmatize olmuş kurban-askerin arketipi sayılabilir. Bu anlatı formunda askerler fail değil mağdurdurlar, savaş onları bedenen ve ruhen kötürüm eder. Desmond’un öyküsüyse örgütlü savaş karşısında asker bireyin duyduğu çaresizlikten ziyade “kahramanımızın” savaş aracılığıyla bedenen ve ruhen yücelişine, kendini tamamlayışına, ispat edişine dair. Yani savaş karşıtı olmaktansa savaş deneyimini ululayan, ürkütücü derecede çiğ bir militarist anlatı söz konusu. Mel Gibson’a da zaten böylesi “yakışır” değil mi?
Foti Benlisoy
(Sosyalist İşçi)