1902 tarihli Fransız yapımı bir sessiz film olan “Ay’a Yolculuk”ta (Le Voyage dans la Lune) bir grup astronom, bir topla fırlatılan bir kapsül aracılığıyla Ay’a seyahat eder. Georges Méliès’in yönettiği filmde Yunan mitolojisinden ilhamla Selenit adı verilen uzaylılarca esir alınan “kahramanlarımız”, sonuçta ne yapıp edip uzaylıların elinden kaçmayı başarır ve dünyaya geri döner. Film insanlığın muhayyel dünya dışı türlerle karşılaşmasının beyaz perdeye yansıyan muhtemelen ilk örneğidir.
Aradaki yüz küsur yılda çok şey değişti elbet. Ancak dünya dışı türlerle temas temasının kabaca iki alt başlığının olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Biri söz konusu teması, insanlığın sonunu getirecek bir istila olarak yorumluyor ve dünya dışı varlıkları modern hayatın gergilim ve korkularını “kaşımanın” verimli bir deney sahasına dönüştürüyor. Böylece uzaylıların istilası, Soğuk Savaş sırasında olası bir nükleer savaş ve yıkıma dair korkunun (örneğin 1953 tarihli “The War of Worlds”) ya da modern kitle toplumundaki anonimleşme ve yabancılaşmaya dair kaygıların (örneğin 1956 tarihli “Invasion of the Body Snatchers”) bir alegorisine dönüşebiliyor. 1988 tarihli “They Live”de toplumsal eşitsizlikler ve modern tüketim toplumunun akıl dışılığı, uzaylıların istilası aracılığıyla eleştiriliyor. “Independence Day” (1996) ya da “Battle: Los Angeles” (2011) gibi daha yakın tarihli örneklerindeyse bu anlatı biçimi, uzaylıları küresel hegemon ABD’nin “liderlik” pozisyonunu ululayan bön bir yurtseverliğin vesilesi dahi kılabiliyor.
Diğer bakış açısıysa dünya dışı türlerle teması, modern toplumların karşı karşıya olduğu sorun ve tehditleri tamir ve telafi edebilecek, hiç değilse bunlara bir başka açıdan bakmamızı sağlayacak bir vesile addediyor. 1951 tarihli “The Day the Earth Stood Still” bu türün ilk örneklerinden. Daha yüksek, daha olgun bir medeniyet düzeyini temsil eden dünya dışı varlıklarla temas, bu anlatı türünde insanlığın sorunlarına bir tür çare olabilecek neredeyse “tanrısal” bir müdahale olarak tasarlanıyor. “Uzay Yolu” serisinin Mr. Spock’ı, bu “bilge uzaylı” tiplemesinin belki de en popüler olmuş örneği. “Close Encounters of the Third Kind” (1977), “Starman” (1984), “Contact” (1997) ve elbette “E.T. the Extra-Terrestrial” (1982) bu “biz dostuz dünyalı” temasının bazı örnekleri. “The Man Who Fell to Earth” (1976) ya da “District 9” gibi örneklerdeyse insanlık durumu uzaylıların gözüyle ya da uzaylılar aracılığıyla kıya sıya eleştiriliyor.
Uzatmayalım. “Arrival” bilim kurgunun bu alt türüne özgü gerilimden yola çıkıyor. Film, dünyanın 12 ayrı noktasına inen uzaylıların dünyaya neden geldiği sorusu etrafında dönüyor. ABD ordusu, Noam Chomsky Amerikan endüstriyel askeri kompleksi için çalışmayı muhtemelen kabul etmeyeceğinden bir başka dilbilimci olan Louise Banks’ın (Amy Adams) kapısını çalıyor. Amaç, mürekkep balığına benzeyen dünya dışı varlıklarla iletişim kurup onların derdinin ne olduğunu, barışçıl amaçlarla gelip gelmediklerini öğrenmek.
Adams ve arkadaşlarının iletişim çabasına, uzaylılarla temasın dünyada yarattığı telaş ve korku iklimi eşlik ediyor. Emperyalistler arası rekabet ve çekişmelerin yoğunlaştığı günümüz dünyasının eğilimlerine uygun olarak “Büyük Güçler”, rakiplerinin uzaylıların varlığını kendi çıkarları lehine kullanabileceği korkusuna kapılıyor. Uzaylıların niyetlerine dair ciddi kaygılar taşıyan asker ve siyasetçilerin (filmde konulan isimle) “heptapodların” hedeflerini “beyaz adamla” karşılaşınca yok olan Avustralya yerlilerinin kaderiyle izaha kalkışmalarıysa hayli ilginç. “İnsan herkesi kendi gibi bilir” deyişine uygun olarak, üstün olduğu iddia edilen türün/ırkın gelişmemiş olanı yok etmesini bir “doğa kanunu” sayan ve sömürgeciliği meşrulaştırmış anlayış, böylece dünya dışına taşınmış oluyor.
Denis Villeneuve’nün yönettiği “Arrival”, türe özgü fanfaraya, gürültü patırdıya pek prim vermeyen, hayli “yumuşak” bir film. Uzaylıların dünyaya gelişinin yaratması doğal panik ve karmaşa havası türün sayısız örneğinde iştahla gözümüze sokulurken filmde üniversitenin park alanındaki küçük bir araba kazasının yarattığı gerilime konsantre edilmiş mesela. Dünya dışı varlıklarla iletişim, Louise’in kişisel acı ve düş kırıklarıyla harmanlanarak ve çoğu zaman onun yüzüne yansıyan şekliyle canlanıyor gözümüzde. Dolayısıyla film, türün hayranlarına belki ilk başta garip gelebilecek melankolik bir atmosferle sarmalanmış. Ancak tam da Louise karakterinde cisimleşen o duygusal yoğunluk, dilbilim ya da zaman kavrayışımız gibi hayli müşkül başlıklarda senaryonun kimi boşluklarını kapatarak filmi “gerçekçi” kılabiliyor.
Bilim kurgunun böyle “kişiselleşmesi” aslında giderek yaygınlaşan bir eğilim. “Gravity”, “The Martian” ve özellikle de “Interstellar” filmlerinde olduğu üzere “Arrival” da zaman ve gerçeklik algımız gibi başlıkları “kahramanımızın” yas, kayıp ve yalnızlık gibi deneyimlerle baş edişi aracılığıyla ele alıyor. Ancak “Arrival”ın, “Vahşi Batı”yı fethettikten sonra artık uzayı fethe çıkan “Interstellar”dan, adalar bitince şimdi de uzayı kolonize eden Robinson Crusoe öyküsü “The Martian”dan farkı, evrendeki yerimize dair daha mütevazı bir tutum takınması. Filmde Amerikan liberal zihniyetine has kimi klişeler (kitle korkusu - uzaylılar geldi diye yakıp yağmalayan kara kalabalıklar, yükselen Çin ve Rusya korkusu) gözümüze sokuluyor elbet. Ancak “Arrival”, uzayı bilmem ama uluslararası siyasal sistemin giderek daha militaristleştiği bir dünyada biraz nahif de olsa iletişim, anlayış ve karşılıklılık temelli evrenselci tutumuyla dikkat çekiyor.
Ferit Sani
(Sosyalist İşçi)