Teksaslı Toby Howard (Chris Pine) ve Tanner (Ben Foster) biraderler aile çiftliklerini kaybetmek üzeredir.
Toby nafaka parasını denkleştiremeyen boşanmış bir baba, Tanner ise horlanmışlığını şiddete meyliyle telafi etmeye çalışan deli dolu bir eski mahpustur. Zaten yoksulluk içerisinde büyümüş ikili, bankaya olan konut kredisi borçlarını ödeyemedikleri takdirde iki hafta içinde annelerinden kalmış çiftliği kaybedeceklerdir. Kardeşlerin acilen bir çözüm bulması gerekir. O çözüm, bizzat borçlu oldukları bankayı soymaktır. Böylece Howard biraderler Batı Teksas’ın kasabalarındaki banka şubelerini teker teker soymaya başlarlar.
Ancak Jeff Bridges ve Gil Birmingahm’ın canlandırdığı iki Teksas Rangeri, yani “izcisi”, biraderlerin peşine düşer. Marcus Hamilton (Bridges), emekliliğine az kalmış deneyimli ve sert bir kanun adamıdır. Ona, yarı Meksikalı yarı Komançi olan Alberto Parker eşlik eder. Yani Bonelli’nin yarattığı ve ülkemizde çok sevilen “Tex” çizgi romanındaki Tex Willer ve Navajo savaşçısı Tiger Jack ikilisinin beyazperdeye aktarılmış modern bir versiyonuyla karşı karşıyayız adeta. Ancak bizim çizgi “Tex”teki gibi uyumlu sayılabilecek bir ilişki değil bu. İki ranger’ın takip sırasında birbirine ince bir mizahla takılması eğlendirici olsa da ikilinin ancak Marcus’un ırkçı esprileri aracılığıyla bağ kurabilmesi, ABD’nin bir çok bölgesinde varolan ve Trump sonrasında daha da akut hale gelebilecek “ırksal” kırılganlığı hatırlatıyor devamlı.
David Mackenzie’nin yönettiği, senaryosunu Taylor Sheridan’ın yazdığı “Hell or High Water”, bir soygun filminden (“heist film” denen türden) çok bir “neo-western” olarak tanımlanabilir. 19. yüzyıldaki “eski Batı” ile bağlantılı sayılan düşünce ve davranış kalıplarını günümüze uyarlayan bir alt tür bu. Mesela Tommy Lee Jones’un yönetip başrolünde oynadığı “The Three Burials of Melquiades Estrada”, Kim Jee-woon’un yönettiği “The Last Stand”, Coel biraderlerin yönettiği “No Country for Old Men”, hatta Ang Lee’nin yönettiği “Brokeback Mountain” bu alt türün yakın dönemli örnekleri olarak anılabilir. Aslında “Vahşi Batı” ile özdeş tutulan anlatı kalıplarının bambaşka zaman ve mekânlar dahilinde kullanılmasının örnekleri öyle çoktur ki kimi yönleriyle “Star Wars”ın ilk serisi dahi buna bir örnek sayılabilir.
Tam da filmin bir “yeni western” olması dolayısıyla Howard kardeşlerin hikâyesinde Amerikan popüler kültüründe adeta birer Robin Hood figürüne dönüştürülen Jesse ve Frank James kardeşlerin izlerini bulmanın mümkün olması doğal mesela. Ancak “neo” da olsa bu western vurgusu yanıltıcı olabilir. Mackenzie’nin filmi, kapitalist krizin toplumsal etkilerini yoğun bir biçimde yaşayan günümüz Amerika’sına dair. Yönetmen sanki bunu hatırlatmak için haciz konulan evleri, ucuz kredi olanaklarını çığıran banka reklamlarını, işsizlik ve yoksulluğun cenderesinde ıssızlaşmış kasabaları adeta gözümüzün içine sokuyor. Kardeşlerin soymaya niyetlendiği bir bankanın duvarında görünen “üç dönem Irak’taydım ama bizim gibileri bankalar misali kurtaran yok” mealindeki grafiti gibi detaylar aslında asla “detay” değil.
Neticede “Hell or High Water” her şeyden evvel bir kriz filmi. Trump’ın o meşum “Make America Great Again” sloganının özellikle taşradaki alt sınıfların hiç değilse bir bölümünde neden o kadar etkili olabildiğini anlamak için filmi izlemek iyi bir kestirme yol olabilir. Başka bir deyişle, iktisadi buhranın yıkıcı etkilerinin Amerika’nın neredeyse unutulmuş taşrasındaki toplumsal etkileri üzerine olan ama asla didaktik olma kaygısı taşımayan bir film bu. “Hell or High Water” tam da bu nedenle 1967 yılında çekilen ve Arthur Penn’in yönettiği bir başka neo-western olan “Bonnie and Clyde” ile kıyaslanabilir. İki filmde de “kahramanlarımız” iktisadi kriz devrinde bankalara karşı savaş açar. “Bonnie and Clyde”, Büyük Buhran sırasında ABD’de adları bir dizi soygun ve cinayete karışan Bonnie Parker ve Clyde Barrow’un çetesinin hikâyesini aktarıyordu. Dahası, Bonnie ve Clyde’ın peşinde de tıpkı Howard kardeşler gibi bir Teksas rangerinin (Frank Hamer) olduğunu unutmayalım.
İki kardeşin banka soygunlarından elde ettiği parayı aklamasına yardımcı olan üçkağıtçı muhasebeci bir ara, kardeşlerin bizzat borçlandırıldıkları bankayı soymasına ilişkin, “bu Teksas’a ait bir davranış değilse başka nedir bilmiyorum” gibisinden bir laf eder. Gerçekten de Toby ve Tanner krizin, daha doğrusu çokuluslu şirketlerin ve bankaların alt üst ettiği hayatlarını, tam da “vahşi Batı’ya” has sayılabilecek eylemlerle toparlamaya, yeniden kurmaya çalışır. Ancak kriz öncesinin istikrarına dönüş özlemi de göründüğü kadar “masum” değildir. İkiliyi yakalamaya çalışan “izcilerden” olan Meksikalı-Komançi Alberto, atalarından çalınmış toprakların şimdi bir kez daha çalındığından bahseder. Ona göre şimdi evlerinden, çiftliklerinden olanlar, daha önce Alberto’nun atalarını o topraklardan kovup oraya yerleşenlerdir. Toprak bir kez daha çalınmaktadır. Ancak bu kez silah zoruyla değil, bankaların eliyle.
Ferit Sani
(Sosyalist İşçi)