Amerikan sinemasında “beyaz üstünlüğünü” savunan ırkçı hareketler ve şiddetin temsili sanıldığından da eskidir.
1915 yılında çekilen Birth of a Nation adlı (elbette sessiz) epik drama belki de en eski örnektir. “The Clansman” adlı romandan uyarlanan film Ku Klux Klan’ın kuruluş hikâyesini anlatır. İç Savaş ve sonrasını aktaran üç saatlik filmin ırkçılık karşıtı olduğu sanılmasın. D.W. Griffith’in yönettiği filmde Ku Klux Klan, İç savaş sonrasında siyahların “saldırganlığına” ve “had bilmezliğine” karşı kurulan kahramanca bir direniş örgütü olarak gösterilir. Film gösterime girdiğinde Amerika’nın birçok büyük şehrinde ayaklanmalar gerçekleşir, beyaz çeteler siyahlara karşı linççi saldırılar gerçekleştirir. Dahası film, romanın yazarı Thomas Dixon’un okul arkadaşı olan Başkan Woodrow Wilson’un himayesinde Beyaz Saray’da gösterilir. Bu Beyaz Saray’da gerçekleştirilen ilk film gösterimidir.
Yüz küsür yıl sonra Beyaz Saray’a yeni seçilen başkan adayının Ku Klux Klan ile ne gibi bir rabıtası olduğu yeniden bir tartışma başlığı. Aradaki ilişki ne olursa olsun Trump’ın seçilmesinin Amerika’daki başta Ku Klux Klan olmak üzere bir dizi ırkçı-“beyaz üstünlükçü” gruba cesaret vereceği, onlara eylemlerini daha rahat bir şekilde gerçekleştirme imkânı vereceği aşikâr. İşte tam da bu esnada Amerikan aşırı sağının hâline dair bir filmin gösterime girmesi iyi bir tesadüf olmuş. Yönetmen Daniel Ragussis’in ilk filmi olan Imperium’da (Köstebek), Daniel Radcliffe’in canlandırdığı bir FBI ajanı aracılığıyla Amerikan faşizminin karanlık sularına dalıyoruz.
Radcliffe Hogwarts’tan mezun olmuş, Nate Foster adıyla bir FBI ajanı olarak çalışmaya başlamıştır. Nate çok dil bilen, okuyan, klasik müzik hayranı olan biraz “nörd” bir tiptir. “Büro”da yükselmek, bir şeyleri değiştirmek istemekte, ancak belli ki bürokratik rutin onu boğmaktadır. Irkçı bir grubun büyük bir terör saldırısına girişeceği şüphesini taşıyan amiri Angelo Zamparo ona bir “köstebek” olmasını önerdiğinde teklifi kabul eder. Nate kafasını kazıtır, Amerikan faşizminin literatürüne dalar, onun dilini, referanslarını sindirir ve böylece ırkçı-“beyaz üstünlükçü” gruplara sızar.
Bu uzunca girişin ardından film, Nate’in Amerikan aşırı sağcı-ırkçı gruplar ve alt kültüründe yaptığı yolculuğa odaklanıyor. Imperium, 1998 yılında gösterime giren American History X misali Nazi gruplarına dahil olmuş gençlerin yaşadığı düşünsel ve ruhsal karmaşaya, onları ırkçı şiddete iten nedenlere falan odaklanmıyor. Böyle bir psikolojik derinlik arayışı olmayan film, “ajanımız” Nate rehberliğinde bize, Amerikan faşizminin dehlizlerinde adeta bir tur attırıyor. Nate önce dazlaklarla temas kuruyor. Ancak hemen ardından, içip içip dağıtan, sokaktaki siyahlara dalaşmaktan başka bir eylem biçimi geliştiremeyen bu grubun “tehlikeli” olmadığı kanaatine ulaşarak daha iyi örgütlenmiş Aryan Kardeşliği’ne katılıyor, ırkçı sayıklamaları bir geçim kapısı haline getiren bir şovmenle ilişki kuruyor. Köstebek Nate’in faşizm versiyonları arasındaki bu seyahatte yolu, daha sonra meşhur Ku Klux Klan’a da çıkıyor.
Naziler arasında tur…
Aslında ortalama bir neonaziden çok daha “okumuş” ve “olgun” bir intiba bırakan Nate, beyaz milliyetçi çevrelerde biraz fazla rahat dolaşıyor. Ancak bu “gezisi” sırasında onunla birlikte “infiltre olmuş” bizler, Amerikan faşizminin değişik fraksiyonlarının görüşlerine dair hayli şey öğreniyoruz. Hıristiyanlık üzerine farklı yaklaşımlardan ZOG’un, yani Siyonist İşgal Hükümeti’nin (!) işleyiş biçimine dair bir dizi tartışmaya tanık olma fırsatını buluyoruz. “Tehlikenin farkında” olmak isteyenler için filmi bu bakımdan adeta bir canlandırma-belgesel olarak izlemek mümkün.
Irkçıların bir yürüyüşünü haklı olarak durdurmak isteyen antifaşistlerin “saldırısı” ya da dazlakların ve envai çeşit neonazilerin katıldığı barbekü partisi gibi oldukça iyi işlenmiş sahneler, filmin avantajı. Bu barbekü partisinin ev sahibi olan, dazlakları çocukların yanında küfür ettikleri için azarlayan “rafine” faşist Gerry de filmin belki de en ilginç karakteri. Tıpkı Nate gibi klasik müzik hayranı olan, faşizmi “okuyarak” benimsediğini itiraf eden bir kitap kurdu olan, çocuklarına son derece şefkat ve anlayış gösteren Gerry, hiç de ortalama bir “kafatasçıya” benzemez.
Filmin işte bu en ilginç karakteri, aslında Imperium’un bir dezavantajına dönüşüyor. Çünkü bu tip “köstebek”-“gizli görev” filmlerinin neredeyse bir “klişesi” olan şey oluyor ve Nate ile onun izlediği Gerry arasında kişisel bir dostluk ilişkisi gelişiyor, av ile avcı birbirine bağlanıyor. (Mesela tam tamına aynı şey, yine bu yıl gösterime giren The Infiltrator filminde oluyor ve Escobar’ın para aklama işlerini soruşturmak için onun ilişkilerine sızan ajanımız Robert Mazur, çetenin en önemli elemanlarından biriyle sıkı bir dostluk ilişkisi kuruyor.) Filme duygusal bir gerilim katması icap eden bu duygusal yakınlık, aslında türün neredeyse her örneğinde karşımıza çıktığı için pek bir etki yaratmıyor.
Faşistlerin polisiye operasyonlarla durdurulmasının mümkün olmadığı kanaatinde olanlar için Nate’in hikâyesinden bir “hisse” çıkarmak pek mümkün değil. Faşizmle mücadele “terörle mücadele uzmanlarına” bırakılamayacak bir şey olduğundan filmi izlerken ajan Nate’e değil de Aryan Kardeşliği adlı Nazi örgütünün şeflerinden birinin arabasının önünü kesen antifaşist göstericilere sempati duymamak mümkün değil.
Ferit Sani
(Sosyalist İşçi)