Cinsiyetçilik, gelmiş geçmiş en eski ayrımcılık şekillerinden biri. Günümüzün kapitalist dünyasına dek uzanan bu ayrımcılık, mülkiyet ilişkileriyle bir arada ve birbirinden beslenerek gelişmiş durumda. Elbette kadınların dezavantajlı konumu, kapitalizmden çok daha öncesine dayanıyor. Fakat kapitalizm, geçmişten miras aldığı bu ayrımcılığı bağrına basıyor ve onu kendi çıkarları için, en faydalı haline getirmek için muhafaza ediyor.
Kapitalizm, kadın-erkek, yaşlı-genç tüm işçilerin emeğinin sömürülmesiyle varlığını sürdürüyor. Fakat emek gücünün yeniden üretim sürecinde, ev işlerinin, çocuk ve hasta bakımının ücretsiz olarak yapılması gibi görevlerin de kadınların omzuna yüklenmesiyle, kadın işçiler daha dezavantajlı bir konuma getiriliyor.
DİSK’in yayınladığı 8 Mart Kadın İşçi Gerçeği Raporuna göre, kadınların çalışma hayatındaki en büyük üç sorunu: düşük ücret, işsizlik ve sigortasız çalıştırılma. Aynı rapora göre, kadınların yüzde 23,2’si işe alım sürecinde ayrımcılıkla karşılaşıyor. Bu, yalnızca işyerinde karşılaşılan ayrımcılık. Bununla birlikte pek çok kadın, çocuk ve yaşlı bakımı doğrudan kendisine yüklendiği için, iş hayatına katılma şansını en başından kaybediyor. Çalışan kadınlara gelince, onlar da ev işlerinden ve çocuk bakımından muaf değil. Türkiye’de işyerlerinin yüzde 86’sında çocuk bakım desteği yok. Bu da demek oluyor ki, işinin yanı sıra çocukların bakımı da çoğunlukla kadınların omzunda.
Bütün bunların üstüne dünyanın hemen hemen her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de kadınlar, kendileriyle aynı işi yapan erkeklerden daha düşük ücret alıyor. 2014'te hazırlanan bir rapora göre Türkiye’de cinsiyetler arası ücret farkı yüzde 20. Bu farkın varlığını sürdürebilmesinde hem kadınların ucuz emek gücü olarak görülmesinin, hem de kadının yerinin ev olduğuna dair dayatmanın payı var.
Kapitalizm ve aile
Kadınların hem işyerlerinde hem evde karşılaştığı tüm bu sorunlar, kapitalizmin ekonomik krizinin cinsiyetçiliğe dayalı politikalara ihtiyacı artırmasından kaynaklı. Yeni kuşak işçileri patronlara yük olmadan yetiştirmek her zamankinden daha acil bir ihtiyaç. Kutsal aile ideolojisi yalanıyla, kadın; çocuk yapmak, aileye bakmak, yaşlı, hasta bakmak için eve hapsedilmeye çalışıyor.
Özellikle son yıllarda aileye zarar verdiği gerekçesiyle İstanbul Sözleşmesine yapılan saldırılar, Erdoğan’ın deyişiyle “aileerkil bir millet” kurma çabaları, “en az üç çocuk” ısrarı, kürtaj yaptıran ya da boşanan kadınların “toplumsal çöküşün” temeli olarak hedef gösterilmesi; bu politikaların Türkiye’deki güncel örnekleri.
Tüm bu muhafazakâr politikalar, kapitalizmin aileye duyduğu ihtiyaçla doğrudan ilişkili. Kapitalizm için aile demek, yeniden üretim süreci demek. Kapitalizm üretimi sürdürebilmek için emek gücünün yeniden üretimine ihtiyaç duyar ve bu ihtiyacını çekirdek aile sayesinde herhangi bir bedel ödemeksizin karşılar. Böylelikle çocuk doğurmanın yanı sıra ev işleri, hasta, yaşlı ve çocuk bakımı gibi işler de kadınların sorumluluğu haline gelir. Tüm bu süreç, kapitalizmin çıkarları için ailenin kutsanması, mevcut aile formunun tek seçenek olarak dayatılması, eşcinselliğin ve evlilik dışı birlikteliklerin marjinalize edilmesiyle bağlantılı.
Cinsiyetçilik nasıl yenilir?
Kadına yönelik şiddet, taciz ve mobbing bireysel sorunlar olarak ele alınamaz. Failler kadar bu faillere cesaret verenler de şiddetin sorumlusudur. Kadına yönelik şiddet, taciz ve ayrımcılık; şiddeti “kınamakla”, annelik üzerinden kadınları övmekle çözülemez. Bunlarla mücadele etmek için eşitlikçi politikalar üretilmesi şarttır. Yasal düzenlemeler, aile politikaları, cezai yaptırımlar kadınlardan yana olmadıkça, cinsiyetçiliğin yenilmesi mümkün olmayacaktır.
Bugün hem Türkiye’de hem dünyanın pek çok yerinde yöneticiler, cinsiyetçilikle mücadele etmek şöyle dursun, eşitsizliği derinleştiren, kadınların kazanılmış haklarını tehdit eden politikalar üretiyor. Buna karşılık kadın mücadelesi, otoriter saldırılara karşı genel bir mücadele haline gelebiliyor. Son aylarda Polonya’da yaşananlar buna çok iyi bir örnek. Polonya’da geçtiğimiz ekim ayında kürtaj yasaklarına ilişkin başlayan gösteriler, çok geçmeden LGBTİ+fobiye, polis şiddetine, ırkçılığa, sansüre ve tüm diğer otoriter baskılara yönelik geniş bir harekete dönüştü.
Bu yüzden kadın mücadelesi, yalnızca cinsiyetçiliğe karşı bir savaş vermekle kalmayıp, LGBTİ+fobiye, ırkçılığa ve tüm otoriter baskılara karşı kadınların, LGBTİ+ların, azınlıkların ve tüm diğer işçilerin birleşik bir mücadelesine dönüşme potansiyelini beraberinde getirebilir.
Kürtaj ve İstanbul Sözleşmesi gibi güncel taleplerin yanı sıra, eşit işe eşit ücret talebinin gerçekleştiği, kadınların eve hapsedilmediği, devletin inisiyatifi ile daha geniş toplumsal bir düzenlemeyi gerektiren işlerin kadının omuzlarına yüklenmediği bir dünya için, kapitalizme ve cinsiyetçiliğe karşı ortak bir mücadele vermek şart.
Kapitalizmin, kadınların özgürlüğüyle çözülemez bir çelişkisi olduğu ortada. Fakat bu, elbette kapitalizm ortadan kalkana kadar cinsiyetçilikle mücadelenin gereksiz olduğu anlamına gelmez. Aksine eşit işe eşit ücret hedefinden oldukça uzak olduğumuz, kadınların haklarına yönelik saldırıların git gide arttığı bugünlerde, kadın haklarını savunmak, cinsiyetçiliğe karşı harekete geçmek şart.
Bu yüzden sosyalistler, kadınların özgürlüğüne bir adım dahi yaklaştıracak olan reformları desteklemeli, cinsiyetçiliği devrimden sonra çözülecek bir sorun olarak ertelemeyi ve görmezden gelmeyi bırakmalıdır. Cinsiyetçilikle mücadele ertelenemez.
Melike Işık