İstanbul’da düzenlenen Sosyalist Tartışma toplantılarında, Yunanistan’da mücadele eden Sosyalist İşçi Partisi’nin üyesi Sotiris Kontogiannis de bir sunum yaptı.
- Sosyalist Tartışma’da ilk günün toplantıları
- Sosyalist Tartışma’da ikinci gün
Cumartesi gününün “Emperyalizm ve güncel hegemonya krizi” başlıklı son oturumunda Sotiris Kontogiannis’in sunumu şöyleydi:
“Yoldaşlar, Yunanistan’daki Sosyalist İşçi Partisi’nden devrimci selamlar!
Bildiğiniz gibi 1991’de, 26 yıl önce Sovyet imparatorluğu çöktü. Sovyetler Birliği, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönem boyunca iki süper güçten biri olmuştu. SSCB’nin çöküşü, ABD’yi tek süper güç olarak bıraktı. Ancak o zamandan beri ABD imparatorluğu kendi krallık bölgesini yönetmekte sürekli sorun yaşıyor. Pek çok açıdan bugün ABD imparatorluğu, I. ve II. Dünya Savaşları arasındaki dönemde İngiltere’nin durumuna benziyor. İngiltere savaşı kazanmıştı. Sonrasında topraklarını genişletmiş, Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli topraklarını ele geçirip daha da büyümüştü. Avusturya-Macaristan yok olmuştu, Rusya’da devrim yaşanıyordu, Almanya yenilmişti, eski düşmanları artık yoktu. Ve kendi imparatorluk topraklarını korumak için her tür vahşi önlemi alıyordu. Ama sonunda kaderinden kaçamadı. Bugün İngiltere artık bir süper güç değil, bölgesel bir güç. Amerika bugün aynı yolda gidiyor gibi görünüyor.
Emperyalizm krizde
Bu nedenle emperyalizm şu anda bir kriz yaşıyor diyoruz. Bu, solun büyük kesimleri tarafından kabul edilen bir iddia değil. Solun bir kesimi emperyalizmin bugün anlamlı bir kavram olmadığını söylüyor. Örneğin, Toni Negri, İmparatorluk diye bir kitap yazdı ve çağımızın dev şirketlerin çağı olduğunu, devletlerin artık önemli bir rol oynamadığını, dolayısıyla emperyalizmin artık önemli olmadığını söylüyor. Bu şirketleri yöneten uluslararası elitin birbirlerini bombalamak gibi planları yok, bunlardan bir çıkarları yok diyor. 1990’larda Thomas Friedman isimli bir iktisatçı vardı. Friedman, “Lexus ve Zeytinağacı” diye bir kitap yayınladı. Bu kitapta ‘İçinde McDonalds olan hiçbir iki ülke arasında savaş olmayacaktır’ dedi. Tabii ki bu doğru çıkmadı ve McDonalds bulunan ülkeler arasında savaşlar yaşandı.
Negri’nin fikirleri yeni olmadığı gibi radikal de değil. Devletin geçmişte kaldığını iddia ediyor. Ulusal devletleri savunmanın gerici bir şey olduğunu söylüyor ve buna karşı Avrupa Birliği’ni destekliyor. 2005 yılında Negri, sağcı politikacılarla beraber bir turneye çıkıp AB anayasasını savundu. Ama emperyalizmin kriz içinde olmadığını söyleyen sadece bunlar değil. Aynı zamanda reformist sol da böyle diyor. Reformist sol, emperyalizmin artık geçerli bir kavram olmadığını söylemiyor. Görünürde Lenin’i savunuyorlar, emperyalizm hakkında yazdıklarını doğru bulduklarını söylüyorlar. Ama Lenin, kendisini savunurken neler söylediklerini duysa mezarında dönerdi. Emperyalizmi basitçe güçlü devletlerin zayıf devletlere hakim olması olarak görüyorlar. Oysa dünya tarihinin tamamında geçerli olan bir durum bu. Buna göre Roma İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu da emperyalistti. Bu, 20. yüzyılın başındaki devrimcilerin emperyalizm derken anlattıkları şey değil. Emperyalizm teorisi, I. Dünya Savaşı’nı açıklamak için yazdıkları bir teoriydi. O dönemin reformistleri, savaşın geçmişten kalma bir şey olduğunu, kapitalizm ilerledikçe savaşların kalmayacağını söylüyorlardı. Kautsky çok iyi tanınır, onun sloganlarından biri “Bütün dünyanın kapitalistleri, birleşin” idi. Devrimciler ise savaşın geçmişten değil gelecekten, yani kapitalizmden geldiğini söylüyorlardı. Teorinin çıkış noktası Marks’ın sermayenin merkezileşmesi dediği şeydi.
Bunun iki sonucu vardı. Birincisi, her ülkede az sayıda dev sermaye birikimleri oluşuyordu. Bunlar kendi ulusal piyasaları için fazla büyük şirketlerdi. Dolayısıyla kendi ülkelerinn dışındaki piyasalara ulaşmaları gerekiyordu, Buharin bu çabaya küreselleşme diyordu. Aynı zamanda ikinci bir eğilim vardı. Buharin buna ise devlet kapitalizmine doğru bir eğilim diyordu. Bu da büyük şirketler ile devletlerin iç içe geçme eğilimi idi. Büyük şirketler çağdaş kapitalizmde ulusal ekonomi için çok önemli. General Motors için eskiden beri söylenen bir laf vardır. General Motors öksürünce ABD hasta olur. Buna paralel bir eğilim daha var, devlet de ekonomiyi geliştirmek, askeri tarafını geliştirmek için bu şirketlere bağlı hâle geliyor. Bu iki eğilimin sonucu ne? Bunun sonucu olarak büyük şirketler arasındaki uzlaşmaz çelişkiler, devletler arasındaki askeri çelişkilere dönüşüyor. Bu yüzden çağdaş kapitalizm savaş sonucunu ortaya çıkarır.
En büyük ekonomiler birbiriyle itişiyor
Sistemin istikrarsız olmasının ve savaşlara yol açmasının bir sebebi daha var. O da kapitalist sistemin içinde büyük şirketler arasındaki güçler dengesinin değişmesi. IBM’i bugün kim hatırlıyor? 30 yıl önce çok büyük bir bilgisayar şirketiydi, artık kimse hatırlamıyor. Aynı şey devletler için de geçerli, güçler dengesi sürekli değişiyor. 1945’te II. Dünya Savaşı’nın sonunda ABD ekonomisi bütün dünyadaki üretimin yüzde 50’sini gerçekleştiriyordu. Çin hiçbir şey değildi. 1980’lerde bile Çin, dünya GSMH’sinin yüzde 1,7’sini üretiyordu. 2010 yılında Çin dünyanın en büyük mamul mal üreticisi hâline gelmişti. Dünyanın en büyük enerji üreticisi ve tüketicisi oldu. Ve dünyanın 2. büyük ekonomisi oldu. The Economist dergisi birkaç yıl içinde Çin’in dünyanın en büyük ekonomisi olacağını söylüyor. Yani süper güçler arasındaki güçler dengesinde bir değişiklik yaşanıyor. Bu durum sisteme muazzam bir basınç uygulayan, bütün egemen sınıflara baskı uygulayan bir durum.
Çin ekonomisi ihracat üzerine kurulu. Ama bu ihracatı gerçekleştirebilmek için ABD ve Avrupa’ya deniz yolları üzerinde hakimiyet kurması lazım ama deniz yolları Çin tarafından değil ABD donanması tarafından yönetiliyor. Çin, kendi gemilerini korsanlığa karşı korumak istiyorsa bunu ABD’den istemek zorunda. Buna güvenemeyecekleri için bu durumu değiştirmeye çalışıyorlar. Özellikle de kendi sınırlarında bunu değiştirmeye çalışıyorlar; Güney Çin Denizi’nde. Burası Çin’den dünyaya dağıtılan malların yola çıktığı yer. Bu denizin çevresinde bir dizi ülke var ama Çin bu denizin yüzde 60’ı benimdir diyor. Diğer ülkeler bu denizin ancak küçük kıyı şeritlerine sahiptir diyor.
Biraz daha kuzeye baktığınız zaman Japonya ile Çin arasında bu denizin kontrolü konusunda rekabet var. ABD şu anda Çin’in bütün rakipleriyle ittifak kurmuş durumda. Bu nedenle bütün o bölgede, sürekli bir Soğuk Savaş yaşanıyor; Ege Denizi’nde Yunanistan ile Türkiye arasında yaşandığı gibi. Çin bütün adaların çevresinde 12 millik bir bölgenin o adaya ait olduğunu söylüyor, Ege’de de aynı şeyi Yunanistan söylüyor. Yabancı bir uçak o bölgeden uçtuğunda Çin ayağa kalkıyor “işgal ediliyoruz” diye. Ege’de olanların aynısı oluyor ama farkı şu, orada küçük yerel güçler değil, dünyanın birinci ve ikinci en büyük ekonomisi itişiyor. Dolayısıyla son derece tehlikeli bir durum.
ABD’nin stratejisi başarısız oldu
ABD çok uzun zamandır Çin’i bir tehdit olarak algılıyor. Bush döneminde teröre karşı mücadele, El Kaide veya Bin Ladin ile ilgili değildi; ABD’nin hâlâ dünyayı kontrol ettiğini kanıtlama çabasıydı. O dönemde ABD’de Yeni Amerikan Yüzyılı İçin adlı bir think tank kuruluşu diyordu ki, ‘20. yüzyılda ABD ekonomik gücüyle dünyayı kontrol ediyordu, 21. yüzyılda ekonomik gücümüz buna elvermiyor ama silahlarımızı kullanarak yine bunu becerebiliriz’. Ama bildiğiniz gibi teröre karşı mücadele tam bir başarsızlık oldu. Bush yönetiminin ardından gelen Obama dönemleri, Irak ve Afganistan’da ABD’nin yaşadığı başarısızlığı yönetmenin yönetimleriydi.
Obama, yeni bir askeri doktrin geliştirdi. Bunun üç ana unsuru vardı: 1- Afganistan, Irak ve Avrupa’dan askeri anlamadan geri çekilmek. 2- Savaş maliyetini düşürmek, çünkü Bush döneminde çok artmıştı. 3- Çin’e konsantre olmak: Dolaylı olarak ABD’nin bütün dünyayı hâlâ kontrol ettiğini kanıtlamaktan ziyade, doğrudan Çin’i kontrol etmeye yönelmek.
Problem şu ki, Obama’nın bu stratejisi de tümüyle başarısız oldu. Sonuç olarak saydığım üç unsurdan hiçbiri gerçekleştirilemedi. Aksine, örneğin Ukrayna’da yaşanan sorunlardan sonra NATO, Avrupa’daki gücünü daha da artırdı. Bütün bunların sonucunda şu anda Trump yönetimi tam bir kaos yaşıyor. Bütün ilaçlarını deneyip hiçbirinin sonucunda iyileşememiş olan bir hastaya benziyor. Donald Trump bir gün bir şey söylüyor, ertesi gün onun tam tersini yapıyor. Sorun Trump’ın deli olması değil, belki delidir ama sorun bundan kaynaklanmıyor. Problem, stratejilerin ikisini de denediler, ikisi de başarısız oldu, şimdi ne yapacaklarını bilemiyorlar. Bu nedenle emperyalizm bir kriz yaşıyor diyoruz. Bush artık yönetimde değil ama ABD hâlâ yeni bir Amerikan yüyılı yaratmaya çalışıyor; ama nasıl yapabileceklerini bilmiyorlar.
Tehlikeler ve fırsatlar
1991’e geri dönelim. Çünkü sol için bu kriz dönemi muazzam tehlikeli bir dönem, ama aynı zamanda muazzam fırsatlarla da dolu olan bir dönem. Tehlikesi bariz: Bir vahşi hayvan, köşeye kısıldığı zaman en tehlikeli zamanıdır. Tırnakları çıkar, dişleri çıkar. ABD şu an bunu yapıyor, İran’ı tehdit ediyor, Kore’yi tehdit ediyor. Ama diğer yandan bir fırsat dönemi çünkü düşmanımız zayıflamış durumda. Bu nedenle 1991 ve Sovyetler Birliği hakkında düşünmemiz gerek. Sovyetler, ABD bombaları nedeniyle çökmedi. Çöküşünün nedeni Sovyet halkının sisteme karşı ayaklanmış olmasıydı. Sovyet emperyalizminin yaşadığı sorunlar bunda önemli bir rol oynadı. Rus egemen sınıfı, Soğuk Savaş’ta ABD ile mücadelesine devam edebilmek için halkın elinden her şeyi çalmak zorunda kaldı. 1980’leri hatırlarsak, Sovyet egemenleri, bu krizi aşabilmek için yapabilecekleri her şeyi denediler. Rusya’daki bu sürecin sonucu, bir sosyalist olarak bizim isteyebileceğimiz bir sonuç değildi. Ama sorun, Sovyetler Birliği’nde sol çok zayıftı, hatta yoktu.
ABD emperyalizminin krizinden ne çıkacak, bilemiyoruz. Solun ve genel olarak hareketin gücüne bağlı olacak. Hatırlayın, ABD emperyalizminin bu kadar derin bir kriz içinde olduğu bir önceki zaman, Vietnam savaşı dönemi, 1960’lardı. ABD emperyalizminin Vietkong’un o dönemki saldırısı sonucunda 1968’de yaşadığı yenilgi, bizim bugün 1968 olayları dediğimiz büyük radikalleşme dalgasının nedeniydi.
Sosyalist olarak bizim işimiz geleceği öngörmek, tahmin etmek değil. Geleceği şekillendirmeye çalışmak. Sorun şu, bu muazzam karmaşa gerçekleşirse, ki gerçekleşecek, o noktada dünyadaki sol ne kadar güçlü bir durumda olacak? Yani bulunduğumuz her ülkede güçlü bir sol hareket olması için çalışmamız gerekir. Şu anda her yerde zayıf olabiliriz sosyalistler olarak, belki dünyanın her tarafında birkaç bin kadar az olabiliriz. Ama şaşırmayalım, yaptıklarımız çok can alıcı şeyler olacak. I Dünya Savaşı patlak verdiğinde, savaşa karşı çıkan devrimciler Zimmervald’da bir araya geldiklerinde, 38 kişiydiler. Ama bunlar daha sonra büyüyerek I. Dünya Savaşı’nı bütün dünya egemen sınıfları için bir kabusa çevirmeyi becerdiler. O zaman bunu yapmayı becerdilerse, bugün biz 100 kere daha kolay becerebiliriz."