Mayıs ayı başında İstanbul’da Küresel BAK tarafından düzenlenen barışın imkanları konulu toplantıda konuşmacı olarak yer alan Cuma Çiçek ile referandum sonuçları ve çözüm üzerine konuştuk.
OHAL döneminde Mardin Artuklu Üniversitesi'nden KHK ile ihraç edilen, şu an Paris Politik Etütler Ensitütsü (Sciences Po) Uluslararası Araştırmalar Merkezi’inde (CERI) çalışmalarını yürüten akademisyen ve yazar Cuma Çiçek, referandum sonuçlarının Türkiye’de siyaset için yeni bir alan açtığını, bunun çok iyi okunması gerektiğini, aynı durumun Kürt sorununun çözümü konusunda da geçerli olduğunu dile getirdi.
Marksist.org’un Çiçek ile yaptığı röportaj şöyleydi…
Milliyetçiliğin bu kadar tırmandırıldığı bir dönemde, AKP ve MHP’den oluşan yerli-milli koalisyon referandumda %11 civarı bir kayıp yaşadı. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Bu referandumun en önemli amaçlarından biri, Türkiye’de İslami-muhafazakâr-milliyetçi sağ siyasetin yürütmedeki varlığını güvence altına almaktı. AKP ve MHP camiası şöyle bir okuma yaptı: 1950’den bu yana seçim sonuçlarına baktığımızda ortalama %65-70 bandında bir İslami-muhafazakar sağ seçmen profili var. İki partili veya iki adaylı bir siyasi rejimde her zaman bu siyasetin hakim olacağını düşündüler. AK Parti ve MHP’ye BBP ve bölgeden Hüda Par’ı eklersek, bunların oy oranı %63’tü. Buradan %51’e bir kayma var. Beş kişiden birinin bu projeye onay vermediğini görüyoruz. Bu sadece sayısal bir veri değil. Bu beş kişiden birinin profiline baktığımızda, metropollerde yaşadıklarını, daha eğitimli olduklarını, küresel ölçekte olan biteni biraz daha yakından takip eden insanlar olduklarını görüyoruz.
Referandum sonucu Türkiye’de ciddi bir siyasi kapı açmış oldu. Her ne kadar kendini muhafazakâr camiada konumlandırsa da, bu pakete onay vermeyen, Türkiye’nin böyle yönetilemeyeceğini varsayan ciddi bir potansiyel var. Bu hiç beklenmeyen, yeni bir siyaset alanı açtı. Bahsettiğim %65-70 bandındaki profilin sabit olmadığını, değişken olduğunu, Türkiye’de bambaşka bir siyaseti de mümkün kılabileceğini ortaya koydu.
Bu %51 içerisinde örneğin ciddi bir Kürt seçmen de var. Bu seçmen “Evet” dediğinde MHP ile yerli ve milli ittifaka, Suriye’deki politikanın devamına, anadilde eğitimin olmamasına mı onay verdi? Elbette ki değil. Diyarbakır’da, Van’da, Batman’da AK Parti’ye gönül vermiş ortalama bir seçmenle konuştuğunuz zaman, onlar da anadilde eğitimden bahsediyorlar, Kürtlüğü sahipleniyorlar, Kürtlerin kendilerini yönetmesi gerektiğini düşünüyorlar, Suriye konusunda Türkiye’nin daha dostane bir ilişki sürdürmesi gerektiğinden bahsediyorlar. Dolayısıyla bu oylar MHP’nin çizgisine kaymış bir AK Parti’ye verilmiş değildir. Bu %51’in içerisinde bulunan Kürt seçmenler son kertede AK Parti’den bir çözüm bekliyorlar.
AK Parti’nin öngördüğü, denge ve denetleme mekanizmalarını içermeyen, yönetimin tekleştiği ve merkezileştiği bir eğilime ciddi bir kesim, %50’den fazla bir kesim çok onay vermiyor, böyle okuyabiliriz.
Kürt seçmenlerden bahsetmişken, çözüm sürecine geri dönülebilmesinin koşulları ne olabilir?
Literatüre baktığımızda, bu tür çatışmaların sonlanmasını belirleyen üç ana parametre grubu var. Bunun bir tanesi sınır ötesi dinamikler. İkincisi, ulusal ölçekte aktörlerin müdahil olamadığı yapısal dinamikler. Diğeriyse aktörlere bağlı olan dinamikler.
Sınır-ötesi dinamiklerden kastım, örneğin söz konusu ülke hangi coğrafyada bulunuyor, komşu ülkelerde savaş var mı yok mu, küresel aktörlerin pozisyonu ne? Buraya baktığımızda, Rojava meselesinin çözümünün çok belirleyeceğini söyleyebiliriz.
Ulusal ölçekte aktörlerin müdahil olamadığı yapısal dinamiklerden kasıt, nüfus, coğrafya, örneğin çatışmaların tüm ülkeye mi yayıldığı, yoksa belirli bir bölgede mi kaldığı, o bölgede dağlık alanların fazla olup olmadığı veya sınır bölgelerinin yoğunluğu, devletin ordusunun büyüklüğü gibi dinamikler var. Aslında bunlara baktığımızda, Türkiye gibi büyük bir ordusu olan, geniş bir coğrafyası olan, çatışmaların belirli bir bölgede yoğunlaştığı, kimlik temelli olduğu ve sınır hattında, dağlık alanlarda gerçekleştiği yerlerde şiddete dayalı çözümlerin imkansız olduğu görülüyor. Bu konuda sayısal veriler de var.
Burada temel mesele aktör bazlı dinamikler. Bu aktörlerin, uluslararası ve ulusal dinamikleri siyasi çözüm yönünde okuyup okumadıklarına bağlı. Ben esasında sorunun burada olduğunu düşünüyorum. Çünkü diğer dinamikler, şiddetle bundan ötesine gitme yolu olmadığını gösteriyor.
Demin de bahsettiğim gibi %49 yeni bir siyaset alanı açtı. Peki bu, devlet krizinin aşılması anlamında yeni bir alan açabilir mi? Yeni devlet inşasında, toplumsal sözleşmenin oluşturulmasında Kürt meselesinin içerilip içerilmeyeceğine bağlı. CHP ve HDP bu %49’ı nasıl okuyacak, AKP referandumu nasıl değerlendirecek, kendi tabanında bile büyük rahatsızlık olduğunu görecek mi? En azından HDP için söyleyebiliriz ki, %4-7 bandından %10-13 bandına çıkıldı. Bu yükseliş konjonktürel mi, yoksa Kürt sahasındaki yapısal bir dönüşümün yansıması mı? Son iki yıldır, bütün kıyamete rağmen, %10-11 bandında HDP kitlesi hâlâ partisinin arkasında. Referandumda da “Biz hâlâ senin arkandayız, koca bir kitlen var, çatışma sürecinde yeniden sahaya dön ve kaybettiğimiz çözüm sürecine sahip çık” diye bir çağrı yapıldı. AK Parti’ye oy veren Kürtler de benzer bir çağrı yaptı. Dediğim gibi bu oyları yerli-milli siyasete verilmiş destek olarak değil, insanların kendi dertlerinin çözümleri için AK Parti’ye yaptıkları bir çağrı olarak okuyabiliriz.
Referandum sonuçlarının Kürt sorunu bağlamında da aktörlere, AK Parti’ye ve HDP’ye yeni bir alan açtığını ve çağrı olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’nin batısında Kürt halkının eşitlik, özgürlük ve barış taleplerine destek vermek isteyenler ne yapmalı sizce?
Çözüm sürecinin çökmesinin en temel sebeplerinden bir tanesi, Türkiye’de güçlü bir barış hareketinin olmamasıydı. Ve batı cephesinde demokratik bir Türkiye tahayyülü olanların zayıflığıydı. Van’la, Batman’la, Diyarbakır’la dayanışmaktan öteye, bundan vazgeçilmeli hatta, Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de güçlü bir barış ve demokrasi hareketini inşa etmek gerekir.
Radikal demokrasi teorisi var. Negri’nin çokluk üzerinden ifade ettiği bir çerçeve var. Türkiye’de demokrasi gibi bir ana söylem üzerinden bambaşka kimliklerin, toplumsal tahayyüllerin, bambaşka ideolojik kimliklere sahip aktörlerin bir araya gelip temas edebileceği, biraz kendisinden ödün verip başkalarını dinleyebilecekleri alanların, platformların inşa edilmesi lazım. Herkesin evinde kaldığı bir durumda bunun olması mümkün değil. Herkesin evinden çıkıp diğerlerine temas etmesi gerekiyor. Hem insanlar hem de sivil toplum bağlamında söylüyorum.
Türkiye’de İslami muhafazakâr hassasiyetlerle iş yapan örgütlerle sol-seküler temelli iş yapan örgütler arasında neredeyse hiçbir temas, alışveriş yok. Adalet Zemini gibi örnekler var ama çok sınırlı bunlar. Öteki mahalledeki insanlarla konuşmaya başlayarak bu işi yapabiliriz.