12 Eylül darbesinin üstünden 40 yıl geçti. Askeri diktatörlüğün yaptığı zulüm, yarattığı tahribat unutulmadı.
Marksist.org'un bu dosyasını Arife Köse hazırladı.
Giderek otoriterleşen bir iktidarın yönetimi altında yaşadığımız günlerden geçtiğimiz bu süreçte sık sık duyduğumuz ya da kullandığımız ifadelerden biri oldu “12 Eylül’de bile bu kadarı yapılmadı”. Sadece bu cümle bile 12 Eylül darbesinin Türkiye siyasi tarihi açısından miladi özelliğini gösteriyor. Evet, 12 Eylül 1980 darbesi Türkiye siyasi tarihi açısından bir milattır. Ondan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı ve 12 Eylül’ün izleri hiç silinmedi. Peki neydi 12 Eylül’ü milat yapan?
Elbette ilk akla gelen, yarattığı şiddetin ve dehşetin boyutu, toplumu paralize etme kabiliyeti. İnternette 12 Eylül hakkında arama yaptığınızda karşınıza çıkan ilk şey darbenin sonuçlarını gösteren bir listedir; bu liste yargılananlar, işkence görenler, idam edilenler, kapatılan yayın kuruluşları ve sendikalar gibi başlıklar ile yanlarında binleri ifade eden rakamlarla uzayıp gider:
- 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
- 210 bin dava açıldı; bu davalarda 230 bin kişi yargılandı.
- 517 kişiye idam cezası verildi.
- 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.
- 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı.
- Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.
- 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.
12 Eylül darbesinin sadece ‘beceriksiz’ siyasetçileri değil ‘demokrasi ile ne yapacağını bilemeyen ve anarşiye meyletmiş’ toplumu da dize ve yola getirmek amacıyla yapıldığının kanıtı gibidir bu liste.
12 Eylül’ü benzersiz kılan ikinci unsur da budur; Türkiye’de örgütlü olmanın, eylem yapmanın ya da ‘eylemlere karışmanın’ kötü bir şey olduğu fikrini yaygınlaştırmayı başarmıştır 12 Eylül. İlla bir siyasi hareket ya da parti de olması gerekmez; kanarya sevenler derneğine üye olmak bile şüpheyle karşılanır hale gelmiştir. Bunun izlerini belki de en iyi şekilde özellikle 90’lı yıllarda çok sık ifade edilen ‘apolitik toplum/gençlik’ gibi ifadelerde görürüz. Elbette siyaset yapmayı engellemek, tamamen ortadan kaldırmak sadece askeri darbeler değil faşist rejimler için bile mümkün değildir. Siyaset her zaman bir şekilde var olur ama apolitik olmayı iyi bir şey haline getirmek 12 Eylül’ün maharetlerinden biridir.
12 Eylül’ün üçüncü miladi özelliği, ondan önceki ve sonraki darbelerin başaramadığını başarmaya en çok yaklaşmış darbe olmasıdır. 12 Eylül, Türkiye’de askeri darbeler kültürünün yerleşmesi, darbe yapmanın normalleşmesi, askerin demir yumruğunun hep siyasetin üzerinde olması fikrinin ve pratiğini kökleşmesi açısından gerçekten çok önemli bir dönüm noktasıdır.
12 Eylül öncesi
Ancak 12 Eylül, yukarıda kısaca değindiğimiz etkileri ve şiddetli sonuçları kadar 12 Eylül öncesinde yaşananlarla da ilgilidir. Özellikle darbe öncesi on yılda yaşananlara şöyle bir bakmadan 12 Eylül darbesinin nasıl adım adım örüldüğünü, Türkiye’de devletin şekillenme süreci iç içe geçtiğini, dolayısıyla dışarıdan değil bizzat devlet içinde şekillenen, devlet ile birlikte şekillenen bir eylem olduğunu anlamak mümkün olmaz.
Türkiye’de 70’li yılları şekillendiren kabaca üç faktör vardır: Birincisi, ekonomik kriz; ikincisi, giderek yükselen sol ve işçi hareketi; üçüncüsü, buna karşılık olarak kendisine solun yükselişini önleme ve devleti koruma misyonu biçmiş bir sağ hareketin şekillenişi.
70’li yıllar Türkiye’de bir yandan ekonomik krizin diğer yandan da işçi hareketinin yükseldiği yıllar oldu. Kentlere karaborsa ve dükkanların önünde uzun kuyruklar hâkim olurken, Kartal-İzmit arasında grev yaşanmayan hiçbir işyeri kalmamıştı. İşsizlik ve kıtlık giderek artıyordu. Demirel’in “70 cente muhtacız” sözü belki de bugünlerdeki ekonomik durumu en iyi özetleyen sözdür. Bu ortamda alınan 24 Ocak kararlarının sermaye açısından önemini belki de en iyi tekstil patronlarının sözcüsü Halit Narin “Bugüne kadar işçiler güldü, bundan sonra gülme sırası bizde” sözleri ifade eder.
Böyle bir ortamda sol da giderek kitleselleşti, büyüdü ve siyaset üzerindeki etkisi arttı. TKP, TDKP, Dev-Sol, Dev-Yol, Kurtuluş gibi CHP’nin solunda yer alan örgütler, sayıları yüzbinleri bulan bir etki alanına sahip hale geldiler.
İşçi hareketinin ve solun bu yükselişine karşılık hem komando kamplarında eğitilen faşistler solculara saldırmaya başladılar hem de özellikle 1975’den itibaren ardı ardına kimin tarafından yaptığı bir türlü ortaya çıkarılamayan ama günümüzde artık devlet içindeki odaklarla bağlantılı olduğunu bildiğimiz suikastlar, katliamlar yaşanmaya başlandı. Bu yıllarda, biri 1975’de diğeri 1977’de kurulan, iki Milliyetçi Cephe hükümeti de asıl hedefinin komünizmin ve solun yükselişini durdurmak olduğunu açıkça söylemekten çekinmedi.
Bu dönemde Ecevit, Türkiye tarihinde ilk defa Özel Harp Dairesi ile birlikte çalışan Kontrgerilla diye bir örgütten söz etti. O yılların ilk kitlesel katliamı olan 1 Mayıs 1977 katliamından sonra Ecevit, dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korütürk’e “…Elimde kanıt yok ama bana öyle geliyor ki, Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantıları, onun içinde yer alan ömür boyu görevli birtakım siviller bunu yapmış olabilir…” diyecekti.
Yine bu dönemde Kemal Türkler, Abdi İpekçi, Doğan Öz gibi pek çok isim suikasta kurban gitti ve failleri hiçbir zaman bulunamadı. Bunları bir dizi başka katliam izledi: Görüntüleri bugün hala hafızalarda olan Maraş ve Çorum katliamlarında yüzlerce vatandaş hayatını vahşi şekilde öldürülerek kaybetti. 16 Mart katliamında öğrenciler öldürüldü. Bahçelievler katliamında Türkiye İşçi Partisi üyesi gençler öldürüldü. Katliamın failleri arasında daha sonra devlet adına birçok cinayet işlediği ortaya çıkan, dönemin Ülkü Ocakları başkan yardımcısı Abdullah Çatlı ve Haluk Kırcı da bulunuyordu.
Darbe
İşte 12 Eylül darbesi tüm bunların ortasında ‘anarşiyi’ durdurmak iddiasıyla gerçekleştirildi. 12 Eylül’de ordu yönetime el koydu. Korkunç bir şiddet ve baskı dönemi başladı. Ordu sadece darbe yapmakla kalmadı, siyasetin ve toplumun bütün hücrelerine sızdı. Örneğin darbeden sonra atanan 27 valinin hepsi asker kökenliydi. Bütün KİT’lerin yönetimine emekli subaylar atandı. Çocuklara milli kültüre uygun olmayan isimler verilmesi yasaklandı. Cadde ve sokak isimleri değiştirildi; Kenan Evren en popüler cadde ismi haline geldi. YÖK, Demokles’in kılıcı gibi üniversitelerin tepesine getirildi. Bütün örgütlü yapılar, siyasi partiler, dernekler, sendikalar dağıtıldı. Resmi kayıtlara göre 23.700 dernek kapatıldı. Üç yıl içinde 50 kişi idam edildi. Yasalara göre çocuk sayılan Erdal Eren, yaşı büyütülerek idam edildi. İşkence sistematik hale getirildi. Başta Diyarbakır Cezaevi olmak üzere Mamak, Metris gibi cezaevleri bir yandan akıl almaz işkencelerin ama diğer yandan da direnişlerin merkezi oldu.
Böyle bir ortamda yapılan darbe Anayasası, Anayasa aleyhine konuşmanın yasak olduğu bir sürecin ardından referanduma sunuldu. Anayasa aleyhine konuşmanın cezası hapisti. Oylama şeffaf zarflarla yapıldı. Bu koşullarda yapılan referandum sonucunda Anayasa, yüzde 91,37 evet oyuyla kabul edildi. Bu anayasa ile amaçlanan 12 Eylül darbesinin zihniyetinin kalıcı hale getirilmesiydi. Yüzde 10 seçim barajı bu Anayasa ile getirildi, YÖK ile üniversitelerin özerkliğine darbe vuruldu, toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkı tamamen ortadan kaldırıldı, grevler yasaklandı. Darbeciler, bu Anayasa ile kendilerini korumaya aldılar, darbe yapan generallerin yargılanması yasaklandı.
Anayasayı devletin demir yumruğunu tüm toplumun tepesine indirdiği bir dönemde yüzde 90’dan fazla bir oyla kabul etmeye zorlanan halk, darbeye cevabını kendince darbeden üç yıl sonra, 1983’de yapılan genel seçimlerde ordunun adayını değil, Kenan Evren’in seçim kampanyası boyunca kendisinin seçilmesine açıkça karşı olduğunu söylediği Turgut Özal’ı başbakan seçerek verdi. Ancak elbette bu, darbeyle hesaplaşmak için yeterli değildi. Nitekim 12 Eylül Türkiye’nin askeri darbeler tarihinin son darbesi olmadı; bundan sonra da asker her zaman siyasete müdahale etmeye devam etti. 12 Eylül’ü 28 Şubat ve son olarak 15 Temmuz darbe girişimi izledi. Bütün bu süreçlerde Türkiye hep darbelerle hesaplaşmayı bazen daha güçlü bazen daha zayıf şekilde konuştu. 12 Eylül ile hesaplaşmak hep dile getirildi, bunun için çaba harcandı. Ama henüz bu süreç bitmedi. 12 Eylül hala yüzleşilmesi ve hesaplaşılması gereken bir tarih olarak önümüzde duruyor. Bu süreçte ilk sözümüz ‘Bir daha asla!’ demek. Bunu nasıl yapacağımızı ise deneyimlerimizden öğrenerek bulacağız.