12 Eylül’ün en önemli işlevlerinden biri Türkiye’de uzun bir süredir tıkanmış olan kapitalizmin ve neo-liberalizmin gelişiminin önünü sonuna kadar açmak oldu.
Deyim yerindeyse, 12 Eylül darbesi Türkiye’de ve dünyada Thatcherizm ve Reagenizm olarak bilinen neo-liberalizme giden yoldaki tıkanıklığı aştı. Sermayeye, işçi hareketinden ve her tür örgütlenmeden bütünüyle arındırılmış bir arazide istediği gibi at koşturma fırsatı verdi.
Aslında dünyada krizin emareleri 60’lı yılların sonlarından itibaren görülmeye başlanmıştı. 1973 yılına gelindiğinde petrol fiyatları tüm dünyada dört katına çıkmıştı. Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde ise hem petrol fiyatları yükselmiş hem de dünyadaki durum ile bağlantılı olarak ithal edilen sanayi mallarının fiyatları artmıştı. Buna ek olarak, Ecevit’in, ABD’nin karşı çıktığı haşhaş ekimine izin vermesi ve 1974’de gerçekleşen Kıbrıs Harekâtı üzerine, ABD Türkiye’ye ambargo uygulamaya karar verdi. Tüm bunların sonucunda Türkiye uluslararası bankalara inanılmaz ölçüde borçlandı ve bir süre sonra bu borçlarını ödeyemez oldu. 1976 yılında yüzde 10,5 büyüyen Türkiye ekonomisi, 1977 yılında ancak yüzde 3,5 ve 1978 yılında yüzde 1,5 büyüyebilmiş, 1979’da ise büyümek bir yana yüzde 0,6 küçülmüştür.
70’li yıllara damgasını vuran bir başka kriz, ekonomik krize eşlik eden siyasi krizdir. Bu dönemde sermayenin en büyük dileği olan Adalet Partisi – CHP ittifakı hiçbir zaman kurulamadı, 80’e kadar olan yıllara büyük bir siyasi istikrarsızlık hâkim oldu. Ne CHP ne de iki Milliyetçi Cephe hükümeti Türkiye’nin krizini çözmeyi başaramadı.
Poulantzas 1970’li yılları genel olarak bütün dünyada şöyle tanımlar:
“1970’lerin iki temel özelliği, sermayenin belirgin bir düzeyde dünya çapında uluslararasılaşması ve emek gücünün, özellikle bağımlı ülkeler aracılığıyla ve yabancı sermayenin yönlendirilmesiyle toplumsallaşması, yani emeğin dünya çapında yoğun sömürüsünün gerçekleştirilmesidir.”
Bunun anlamı, bir yandan emperyalist ülkelerden diğer ülkelere sermaye ihracı yaşanırken, diğer yandan, bağımlı ülkelerden emperyalist ülkelere emek gücü ihracatının yaşanmasıdır. İşte 12 Eylül’e giden yolda, 24 Ocak 1980’de böylesi bir ekonomik ve siyasi krizin ortasında ilan edilen 24 Ocak kararları Türkiye’nin uluslararasılaşan dünya kapitalizmine eklemlenmesidir.
24 Ocak kararları kapsamında yüzde 32,7 oranında devalüasyon yapılarak günlük kur uygulamasına gidildi. Dış ticaret serbestleştirildi. Yabancı sermaye yatırımları teşvik edildi ve böylece rekabet edebilir bir ekonomi hedeflendi. İthalatta liberalizasyon sağlandı. Yurt dışı müteahhitlik hizmetleri desteklendi. Bu kararlarla birlikte Türkiye ihracata yönelik büyüme modeline geçti. İthalat kademeli olarak serbestleştirildi. Fiyat kontrol ve sınırlamaları kaldırıldı. Döviz piyasası üzerindeki kontroller kaldırıldı. Faiz oranları serbest bırakıldı ve reel faiz politikasına geçildi. Demirel ve Özal iş birliğinde alınan 24 Ocak 1980 kararları Türkiye’nin tam anlamıyla serbest piyasa ekonomisine geçmesinin programını oluşturdu.
24 Ocak kararlarının uygulayıcısı olarak darbe
12 Eylül darbecileri, darbeyi gerçekleştirdikten sonra devletin bütün bürokrasisini değiştirirken ve her şeyi yeniden düzenlerken tek bir şeye dokunmadılar; o da 24 Ocak kararları. Hatta bu kararların mimarı olan Turgut Özal’a, darbeden sonra kurulan ilk hükümet kabinesinde ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak görev verdiler.
Dolayısıyla, 24 Ocak kararları ile bu kararların uygulayıcısı olacak olan 12 Eylül darbesi Türkiye’de emek sermaye ilişkilerini sermaye lehine olacak şekilde, IMF ve Dünya Bankası’nın politikalarıyla uyum içinde yeniden düzenledi. Türkiye’de sermaye, 24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesi ile birlikte, ekonomi alanında isteklerini gerçekleştirebilme özgürlüğünü sağlayacak otoriteyi sağlamış oldu. Bir yandan bürokratik engeller kaldırılıp sermaye lehine yasal düzenlemeler yapılırken diğer yandan işçi hareketi ve her tür sol örgütlenme ezilerek Türkiye kapitalizminin serbest piyasaya geçişinin önü açılmış oldu.
“Gülme sırası bizde”
Ebru Deniz Ozan, Gülme Sırası Bizde adlı kitabında bu sürecin sermaye açısından ne anlama geldiğini şöyle anlatıyor:
"...bu yeniden yapılanma (yani ihracata dönük strateji), işgücü piyasasının disiplin altına alınması, grev yasakları, ücretlerin gerilemesi gibi birtakım sonuçlara yol açmıştır. Sermaye ile emek arasındaki ilişkide yaşanan köklü değişim, işçi sınıfı mücadelesinin bastırılması ve geriletilmesi bu sürecin en görünür ve çarpıcı sonucu olmuştur.
İşte bu yüzden Dönemin Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin darbe sonrasında '20 yıl işçiler güldü, biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde' demişti. İşçi sınıfı kısa süre sonra Bahar Eylemleri ile anılan eylemlerle yeniden sahneye çıkmış olsa da 12 Eylül’ün en büyük darbeyi işçi hareketine vurduğu ve devlet ile sermaye arasındaki ilişkinin yeniden düzenlenmesinde çok önemli bir rol oynadığı açıktır.