Türkiye’de 12 Eylül darbesine, hatta bütün darbelere dair genel anlatı ordunun, siyaset yapmayı bir türlü beceremeyen siyasetçilerin ve hak ve özgürlüklerini ölçüsüzce kullanan halkın kötüleştirdiği işleri tekrar yola sokmak üzere yönetime el koyduğudur.
Bu anlatıda ordu bütün sınıfların ve siyasetin üzerinde bir kurum olarak yer alır. Gelir ve siyasetçinin ve halkın yoldan çıkardığı ‘devlet düzeni’ni yeniden tahsis eder. Bugünün ‘terör’ ve ‘terörist’inin 12 Eylül’deki karşılığı ‘anarşi’ ve ‘anarşist’tir. Türkiye siyasi tarihinde darbe yapmanın meşru bir yöntem olmasının bir nedeni de budur.
Bu anlatının temel işlevi bir yandan orduya sürekli siyaseti ve toplumu şekillendirme olanağı tanırken, diğer yandan, ordunun, devlet mekanizmasının bir parçası olarak, darbeye giden süreçte işlerin kötüleşmesindeki rolünü görünmez kılar. Türkiye’de 12 Eylül darbesi bu açıdan da çok çarpıcı ve önemlidir.
Sağın anti-komünizm misyonu
Türkiye’de anti-komünist söylem 1960’lardan itibaren genel olarak bütün sağa hâkim hale geldi. Anti-komünist hareket kendisini, Türkiye İşçi Partisi’nin kurulması, işçi hareketinin ve solun yükselmesi gibi gelişmeler nedeniyle, devleti komünizme karşı koruma misyonu olan bir hareket olarak şekillendirdi. Soğuk Savaş’ın gayri nizami harp doktrini Türkiye’ye, içinde İslamcıların, faşistlerin ve Adalet Partisi’nin temsil edildiği, sağın iç içe geçtiği bu hareket ile yansıdı. Devlet bünyesi içinde bir ‘iç harp aygıtı’ bu dönemde kuruldu. Bu aygıtın asıl rolü, anti-komünist güçleri devletin denetimi altında sola ve işçi hareketine karşı harekete geçirmekti. Yine Türkiye Komünizmle Mücadele Dernekleri ve Ülkü Ocakları bu yıllarda kuruldu ve özellikle üniversitelerde kitleselleşti. 1969’da MHP adını alacak olan Türkeş’in partisi CKMP, 1968’de anti-komünist milis kadroları yetiştirmek üzere komando kampları kurmaya başladı. Bu kamplarda yetişen ‘bozkurtların’ faaliyetleri devlet tarafından desteklendi. Tanıl Bora ve Kemal Can; Devlet, Ocak, Dergâh adlı kitabında, dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın bu kamplarda yetişen ülkücü faşist gençler hakkında “canım onlar komünizme karşı mücadele eden çocuklar” dediğini aktarıyor.
Ancak bu anti-komünist hareketin asıl kitleselleşme süreci 1974 Kıbrıs Harekâtı ve ABD’nin ekonomik ambargosunun ardından iyice yerleşen “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” anlayışıyla oldu. 1974’den sonra bu hareket sokak hakimiyetini solun elinden almayı hedefleyen bir strateji izledi. 1975 ve 1977’de kurulan iki Milliyetçi Cephe hükümeti bu harekete arayıp da bulamadığı siyasi desteği ve motivasyonu sağladı. Bu hükümetler cepheyi sola ve komünizme karşı kurduklarını açıkça dile getirmekte hiçbir sakınca görmediler. Böylece, aynı zamanda, faşist kadrolara devlet içine de yerleşme fırsatı doğmuş oldu. Bu dönemde faşist hareket sokağı solun ve işçi hareketinin elinden alabileceğini, dolayısıyla devleti yönetmek için iyi bir aday olduğunu kanıtlamak için, sürekli toplumsal gerilimi tırmandıran ve anti-komünist terörü sürekli ve sürekli kullanan bir strateji izledi.
İşte, Maraş ve Çorum katliamları, Malatya olayları böyle bir stratejinin ürünüydü. 19-26 Aralık 1978’de Maraş’ta Alevilere yönelik katliam resmi rakamlara göre 150, resmi olmayan rakamlara göre 500 kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlandı. Alevilere ait 200'ün üzerinde ev yakıldı, 100'e yakın işyeri tahrip edildi. Olaylar sırasında Alevi vatandaşlara saldıranların sözleri devletin yanlarında olduğunun kanıtı gibiydi. Bu kişiler bir yandan katliam yaparken bir yandan da "Hükümetiniz gelsin sizi kurtarsın", "Bizim liderimiz içimizde, sizinki nerede, Ecevit gelsin sizi kurtarsın", "Türkeş burada, Ecevit nerede", "Git Karaoğlanınızı çağır gelsin, size yardım etsin, bizim Türkeş'imiz yanımızda", "Vali, İçişleri bakanı Maraş'ı terk etsin" diye bağırıyorlardı. Aynı şekilde 1980 Mayıs-Temmuz aylarında Çorum’da meydana gelen olaylarda, çoğu Alevi olmak üzere 57 kişi hayatını kaybetti. Dönemin Çorum Başsavcısı Ertem Türker, devletin de işin içinde olduğunu ve polislerin sağcılarla birlikte Alevilere ve solculara karşı çatıştığını anlatıyordu.
70’li yılların en korkunç katliamlarından biri de 1 Mayıs 1977’de 34 kişinin hayatını kaybetmesi ve yüzlerce kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan olaylar oldu. DİSK, dönemin en güçlü işçi örgütüydü. Bir çağrısıyla binlerce işçiyi alanlara yığma yeteneği ve kapasitesine sahipti. 1977 1 Mayıs’ında bütün işçiler ve sol, dönemin Milliyetçi Cephe hükümetine karşı Taksim’de büyük bir gösteri yapmaya çalıştı. Bu miting, solun ve işçi hareketinin sağa karşı gövde gösterisi olacaktı. Ancak nereden geldiği belli olmayan kurşunlar görkemli mitingi kana buladı. Ecevit, dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e bu saldırının orduya bağlı Özel Harp Dairesi tarafından gerçekleştirildiğini söyledi. 7 Mayıs’ta İzmir’de gerçekleşen CHP mitinginde yaptığı konuşmada açıkça şöyle dedi:
"Ben, devlet içinde yer almakla beraber, hiç değilse devlet gücünden kaynaklanmakla beraber, demokratik hukuk devletinin denetim alanı dışında kalan bazı örgütlerin, bu olaylarda başlıca etken olduğunu ve hükümetin iki kanadının da gereken önlemleri alacak yerde, bu örgütlerden yararlanmak istediği kanısındayım."
12 Eylül’de faşistler, devlet ve ordu bağlantısı olan olaylar sadece bu katliamlar değildi. 1980 darbesine giden süreçte çok sayıda faili meçhul cinayet işlendi. Doğan Öz, Abdi İpekçi ve Kemal Türkler bunlardan sadece birkaçı. Üniversiteler bir çatışma alanına çevrildi, çok sayıda üniversite öğrencisi öldürüldü ya da yaralandı. Bunların çoğunun altından Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı gibi Ülkü Ocakları ile doğrudan bağlantılı, kendine devletin bekçiliği misyonunu biçmiş faşistler çıktı.
Sonuç olarak, 12 Eylül’e giden süreç Türkiye’nin sağ-sol çatışması içinde anarşiye sürüklenmesi hikayesi değildi. Devlet ve ordu bizzat bu kötü gidişatın mimarlarıydılar. Anti-komünizm ve sol ile mücadele bir grup çetenin işi değil, bir devlet politikasıydı.
Türk-İslam sentezi
Bu politika kendisini devleti Türk-İslam sentezi ideolojisi etrafında örgütleyerek 12 Eylül’den sonra da devam ettirdi. Devletin, 12 Eylül’den sonra Türk-İslam sentezi etrafında şekillenmesinin mimarı 14 Mayıs 1970’de kurulan Aydınlar Ocağı oldu.
Aydınlar Ocağı’nın kurucularından Süleyman Yalçın, Ocak’ın kurulduğu dönemi ve kuruluş gerekçesini şöyle anlatıyor:
“1968 yılında Fransa’da başlayan öğrenci hareketleri Türkiye’ye intikal etti. O sırada hepimiz doçent, profesör olmuştuk. Üniversitede solcu arkadaşlar fikirlerini değişik şekillerde mütemadiyen gösteriyorlar ve gençleri destekliyorlardı. Sağcı bilinen insanlara saldırılar oluyor, hakaretler yapılıyordu. Biz de bu vatana, bu devlete inanıyoruz. Bunun manevî değerlerini müdafaa etmeliyiz diye düşündük. Birkaç toplantı sonunda Aydınlar Ocağı teşekkül etti.”
Dolayısıyla, sola karşı kurulan Türk-İslam sentezi doktrini, İslam’ın yerelleşmesi ve Türkleşmesini sağlayarak devleti kurtarma projesinden başka bir şey değildi.
Aydınlar Ocağı 1975-78 yılları arasında Milliyetçi Cephe hükümetlerinin kuruluşunda önemli rol oynadı. 1980 darbesinin ihtiyaç duyduğu toplumsal meşruiyeti sağlayacağı ideolojiyi sundu. 12 Eylül darbesini kayıtsız şartsız destekledi ve bu dönemde Türklerin “ordu-millet” kurma özelliğine dair söylemi özellikle öne çıkararak askerlerle çok yakın ilişki kurmaya özen gösterdi. Bununla kalmayıp darbe sonrasında eğitimden devletin görevlerine kadar çeşitli alanlarda yapılması gerekenleri tartıştı, raporlar hazırladı ve bunları devletin çeşitli organlarına sunma şansı buldu. Zaten Ocak’ın üyelerinin bir kısmı Devlet Planlama Teşkilatı ya da Millî Eğitim Bakanlığı gibi kilit kurumlarda görev alıyordu.
Bu çalışmaların en önemlilerinden biri Aydınlar Ocağı tarafından 14-15 Eylül 1984’te düzenlenen ‘Ülkemizi 12 Eylül’e Götüren Sebepler ve Türkiye Üzerindeki Oyunlar’ semineri oldu. Seminerin sonucunda Aydınlar Ocağı tarafından, 12 Eylül Anayasası önerilerini de şekillendiren Millî Mutabakatlar adlı bir manifesto yayınlandı. Bu manifestonun ideolojik temelleri, Ocak’ın kurucuları arasında yer alan Muharrem Ergin’in Türkiye’nin Bugünkü Meseleleri adlı kitabına dayanıyordu. Hem bu kitapta hem de seminerde yapılan tespitlere göre: “iki bin sene kesintisiz devlete sahip olmayı başaran Türk devleti bugün tehlikedeydi, çünkü Atatürk zamanında millî kültür etrafında inşa edilen devlet daha sonra “kozmopolit münevverlerin” ve “hümanistlerin” eline geçmiş ve millî kültürden uzaklaşmıştı. 12 Eylül darbesini zorunlu kılan sürecin yaşanmasının nedeni de işte bu millî kültürden uzaklaşmış olmaktı. Bu zafiyeti gidermek için öncelikle “yanlış demokrasi” ile bozulan “toplumsal huzuru” sağlamak gerekiyordu. Doğru demokrasi millî irade demekti, millî irade ise millî kültür demekti. Dolayısıyla darbeden sonra ilk yapılması gereken bir millî kültüre dönüş programı başlatmaktı.”
Süleyman Yalçın aynı konferansta şöyle diyordu:
“Millî kültür mihrakına, memleketin millî birlik ve bütünlüğüne ve devletin bekasına bağlı mes’eleleri baş meşgale telakki eden Aydınlar Ocağı, 12 Eylül’e geliş çizgisinde Türk insanının bu millî ruh kökümüzden safha safha uzaklaştırılmasının, uyutulmasının, aldatılmasının ve nihayet ihanet çukuruna düşmesinin dramını bulmaktadır. 12 Eylül, Türk’ün düşmanlarının ezeli niyetlerinin son meyvesini elde edeceklerini zannettikleri bir anda Türk’ün öz varlığı olan Ordusunun bu kâbusa dur dediği, ‘Türkoğlu, titre ve kendine dön’ dediği günün adıdır. Bundan dolayı Aydınlar Ocağı mensuplarının niyet ve gayretleri ile 12 Eylül mübarek hareketinin istikamet ve hedefi aynıdır.”
Sadece darbe sonrasının ideolojisini şekillendirmekle kalmayıp bizzat yapılması gerekenler üzerine de kafa yoran Aydınlar Ocağı, kurumlar adına anayasa önerisi yapılmasının yasaklandığı bir dönemde 12 Eylül Anayasası’nı hazırlayan komisyona anayasa önerisi taslağını kurum olarak sunabilmeyi başarmıştı. Daha sonra Ocak yöneticileri, 1980 anayasasının kendi hazırladıkları taslak ile yüzde 60-70 uyumlu olduğunu söyleyeceklerdi. Böylece, özü İslam ile barıştırılmış milliyetçilik ve misyonu solun bir daha asla 1960 ve 1970’lerde sahip olduğu kitlesel güce erişmemesini sağlamak olan Türk-İslam sentezi devletin resmi ideolojisi haline geldi. Bu ideoloji darbeden sonra eğitimden sokak isimlerine kadar her alanın yeniden buna göre düzenlenmesiyle toplumun bütün hücrelerine işlenmeye çalışıldı. Böylece işçi hareketi ve sol sadece fiziken değil, zihinsel olarak da ezilmek istendi.