Weyman Bennett ve Julie Sherry, ırkçılık karşıtlığının ileriye doğru büyük bir adım attığını söylerken, bir taraftan da hem düzenin içinden hem de aşırı sağ ve faşist hareketlerden hâlâ gelmekte olan tehdide karşı uyarıyor.
2020'de ırkçılık meselesi ve direniş, siyasi gündemin en tepesinde kendine yer buldu. Sene, tüm itirazlarına rağmen Donald Trump'ın seçim yenilgisiyle ve Beyaz Saray'ı terk edişiyle son bulsa da Trump'ın cesaretlendirdiği ırkçı hareket hem ABD'de hem de küresel olarak halen ayakta.
George Floyd'un öldürülmesi üzerine patlak veren BLM (Black Lives Matter-Siyahların Hayatı Değerlidir) gösterilerinin çapı 1968 dönemini bile aştı ve tüm dünyaya yayıldı. Bu hareketler yalnız günümüz yaşamındaki gündelik ırkçılığı teşhir etmekle kalmayıp, aynı zamanda kapitalizmin nasıl kölelik ve şiddetten doğduğunu da gözler önüne serdi.
Floyd'un ölümü fitili ateşleyen olay oldu, ancak verilen tepki şüphe götürmez biçimde siyah, Asyalı ve azınlık etnisiteleri (BAME) orantısız bir biçimde etkileyen bir salgının yarattığı öfkenin ifadesiydi. Çoğunluğu genç olan milyonlarca insan -ki buna İngiltere'de sokağa çıkan yüzbinleri de eklemek gerekir- ev hapsini deldi ve sokaklara taştı.
Göstericilerin radikal talepleri vardı, en göze çarpan talebin ise polis bütçesinin kesilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Dikkatleri çeken bir diğer olay, köleci Edward Colston'un Bristol'deki heykelinin yıkılıp kalıntılarının limana atılması oldu. Bunun uluslararası etkisi okyanusun öteki yakasında da yankı buldu. Sivil haklar savunucusu rahip Al Sharpton tarafından Floyd'un cenazesinde dile getirildi. Olay sembolik bir jest olmanın çok ötesine geçti, eğitimde sömürgeciliğin hala süregiden etkilerinin ortadan kaldırılmasına yönelik talepleri tekrar gündeme getirdi.
Bir yandan hükümet "sağlık çalışanlarını alkışlamamızı" buyururken öte yandan SAAE ve işçiler orantısız biçimde hastalanmaya ve ölmeye devam ediyor.
Muhafazakâr Parti'nin salgını yönetmekteki feci başarısızlığı elbette bu "düşmanca iklimi" yumuşatamadı, bilakis tırmandırdı. Windrush skandalına rağmen Jamaika'ya geri göndermelere devam edilmesi ve mültecileri kriminalize etme çabalarının tırmandırılması, hükümetin stratejisinin vazgeçilmez bir parçası oldu. İçişleri bakanı Priti Patel ve Başbakan Boris Johnson, sığınmacıların ailelerini dağıtarak Penally, Wales ve Folkstone'da eski ordu barakalarına yerleştirme programını sürdürmekte hala diretiyor.
Bir yandan da toplumun Karayipli siyah ve Müslüman kesimleri, sözde "kültürel farklılıklar" öne sürülerek Covid-19'un yayılmasının sorumlusu olmakla suçlanıyor. Polisin keyfi arama yapma yetkilerinde de hiçbir azalma görülmedi. Bu uygulamalar muazzam derecede eşitsiz biçimde siyahları hedefe alıyor.
Koşullar böyleyken kimse Muhafazakârların "yüksek mevkilere siyah yüzler" koyma çabalarına aldanmamalı. Rishi Sunak ve Priti Patel gibi figürlerin hükümete dâhil edilmesi, ırkçılığı köreltmeye, ABD'de siyah politikacıların, polis şeflerinin veya kamu görevlilerinin varlığının "ırkçılığı aşmış bir toplum" yaratmaya sunduğundan daha fazla katkı sunmuş değil.
Elbette sokaktaki kalabalıklara, ana akım siyasetin nesnesi olmayı dayatma çabaları olacaktır. ABD'de Demokrat Parti'nin BLM gösterilerini Biden'a oy çağrısı yapmak için devşirmeye çalışması tam da böyle bir şeydi örneğin.
İngiltere'de de pek kimse Muhafazakâr partiye yönelmiyor olsa da İşçi Partisi de Jeremy Corbyn'in yenilgisinin ardından ırkçılık karşıtı mücadele için ciddi bir çekim merkezi olma özelliğini yitirdi. Corbyn'in yerine geçen Sir Keith Starmer, BLM hareketini "anlık bir olay" olarak geçiştirdi ve Bristol'deki eylemcilerin yaptıklarının "tamamen yanlış" olduğunu ilan etti.
İşçi Partisi içindeki çekişmeler, ırkçılıkla ilgili tartışmanın tamamen ters yöne dönmesine yol açtı. Bunların sonucunda, yıllarca ırkçılığa karşı verilen mücadele hiçe sayılarak, Jeremy Corbyn ve solun geneli antisemit olarak damgalandı. Hatırlanmalı ki, 2015'te İşçi Partisi lideri seçilmesinin hemen ardından, Corbyn'in yaptığı ilk kamuya açık iş, Irkçılığa Karşı Ayağa Kalk! (Stand Up to Racism-SUTR) kampanyasının düzenlediği devasa mitingde kalabalığa seslenmek olmuştu.
Corbyn'le birlikte Diane Abbott da partinin ön sıralarındaki yerini kaybetti. Sağ kesim tarafından en fazla şeytanlaştırılan ve ırkçı tacizlerin hedefi olan milletvekili, bugün görüşleri yüzünden disiplin cezası alma tehdidiyle karşı karşıya. Irkçılık karşıtı milletvekilleri antisemitizm iddialarıyla tecrit edilirken, bir yandan parti içindeki islamofobi üzerine yazılan bir rapor, sunduğu tüm delillere rağmen sistematik olarak görmezden geliniyor.
Tüm bu "Böl ve Yönet" taklitleri aslında, Trump'ın aşırı sağ grup Proud Boys ise flört etmesini, Emmanuel Macron'un ve Sebastian Kurz'un Fransa ve Avusturya'da Müslümanları hedef alan saldırılarını taklit ediyor. Fransa'da Müslümanları hedef alan saldırılar, bir zamanlar tüm merkez siyasetin sevgilisi olan, ancak bugün İslam'ı Avrupa kültürü için tehlikeli gördüğünü ilan etmiş olan bir adamdan geliyor. Irkçılık ve islamofobinin yaygınlaşmasının hemen ardından, antisemitizmin de sıradanlaştığına tanık oluyoruz: Macaristan'da Victor Orban ve ABD'de Rudi Guiliani gibi ırkçı popülistler, en tipik Yahudi düşmanı karikatür ve klişeleri kullanabiliyorlar.
İçinde bulunduğumuz krizde ırk ve sınıf tümüyle iç içe geçmiş şeyler. Böylesi koşullar içinde, insanların çaresizliği ve yabancılaşması, pek çok yöne savrulmalarına sebep olabilir. Oyuncuların diz çökerek ırkçılığı protesto etmesinin, Millwall taraftarları tarafından yuhalanması, aslında ırkçılığın nasıl bir fay hattına oturduğunu gözler önüne seriyor.
Benzer biçimde, komplo teorileri ve aşı karşıtı gösteriler de kolaylıkla ırkçı dip dalgalara devşirilebiliyor. Örneğin açık bir antisemit olan David Icke, Londra'daki büyükçe bazı gösterilerde konuşmalar yaptı. Aşırı sağın bu yolla, kitlelerle ilişkilenmeye çabaladığını görüyoruz.
Şu an İngiltere'de aşırı sağ her şeye rağmen marjinal olmayı sürdürüyor. SUTR ve Faşizme Karşı Birleşelim! Kampanyalarının, Tommy Robinson ve ırkçı taraftar gruplarına karşı düzenlediği eylemlerin başarılı olması sayesinde, ırkçı hareketlerin özgüvenlerinde de üye sayılarında da ciddi düşüş yaşandı.
Avrupa'nın başka yerlerindeki anti-faşist gruplar da benzer başarılara imza attı. 2020, Yunanistan'da Altın Şafak'ın rezil oluşunun son perdesi oldu. Örgüt liderleri suç örgütü kurmaktan suçlu bulundu ve ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. Bu tümüyle KEERFA, Irkçılığa Karşı Birleşik Cephe ve Faşist Tehdit gibi örgütlerin özverili mücadelesinin sonucu olarak görülmeli. Benzer şekilde Avusturya'da da ırkçılık karşıtlarının inatçı mücadelesi, faşistlerin Viyana yerel seçimlerinde hezimete uğramasıyla sonuçlandı.
Ancak Fransa'da ve pek çok başka yerde faşistler gücünü koruyor. Macron'un sağcılığı büyük ölçüde Milli Cephe ve Marine LePen'i alt etme çabasından kaynaklanıyor. Aynı zamanda salgın Avrupa'nın pek çok yerinde; Çingene, Roman ve göçmen topluluklara yönelik köklü ayrımcılığın yeniden alevlenmesine sebep oldu.
Trump'ın yenilgisi, öncülük ettiği ırkçı popülizmin buhar olduğu anlamına gelmediği gibi, İngiltere'de aşırı sağa attırılan geri adımlar da tehlikenin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor.
Kovit-19 krizinin ekonomik maliyeti çok ağır olacak. Şimdiden yüzbinlerce insan yoksulluk yardımı almak için kuyruğa girmiş durumda. Şimdiye kadar ücretsiz izinlerle 80'lerde gördüğümüz türden bir işçi kıyımına engel olunduysa da bu taktik ancak bahara kadar idare edecek. Üstelik Brexit'e bağlı herhangi kesinti bu krizin derinleşmesine yol açabilir.
Tüm bu koşullarda, Muhafazakâr Parti; mülteci, göçmen ve Müslümanları hedef almaya ve kendi başarısızlıklarının sorumlusu olarak şüphesiz onları günah keçisi ilan etmeye devam edecek.
Ancak bu taktiğin kendiliğinden başarılı olacağını düşünüyorlarsa çok yanılıyorlar. Tıpkı ABD'de olduğu gibi İngiltere'de de yüzbinlerce BLM göstericisi pek çok farklı arka plandan gelen insandan oluşuyordu. Gösterilerin Dorset ve Orkney Islands bölgesinde gerçekleşmiş olması şunu gösteriyor; beyaz işçi sınıfının ve öğrencilerin geniş kesimleri ırkçılığa karşı mücadele etmeye kararlı.
Bu dayanışma, BAME (siyah, Asyalı, azınlık) kesimlerin ayrımcılığa maruz kaldığı açık olmakla beraber, toplumun tüm kesimleri tarafından paylaşılan ezilme ve yabancılaşma deneyiminin bir ifadesi.
SUTR (Irkçılığa Karşı Ayağa Kalk kampanyası) geniş bir uluslararası ağ ile beraber 20 Mart'taki eylemleri bu dayanışmanın üzerine inşa etmekte kararlı. 20 Mart günü pek çok kıtada, Birleşmiş Milletler Irkçılık Karşıtı günü vurgulamak için eylemler düzenlenecek. İngiltere'de eylemler İşçi Sendikaları Konfederasyonunun da desteğiyle, salgına yönelik güvenlik önlemlerinin uygulanabilmesi için yerellerde düzenlenecek.
Bu gösteriler sembolik eylemler değil; işçi sınıfının böl ve yönet siyasetine karşı duruşunun güçlü bir politik ifadesi olmayı hedefliyor. Bu gösteriler ne kadar güçlü olursa, BLM hareketini ne kadar yansıtırsa, sendikaları, inanç gruplarını ve kampanyaları ne kadar içine almayı başarırsa, geleceğe şekil vermesi o derece mümkün olacaktır.
Sosyalistler ve ırkçılık karşıtları, işçi sınıfının ırkçılık virüsüne bağışık hale gelmesi için verilen mücadelelerin de BAME kesimlerin maruz kaldığı fakirlik ve ayrımcılığa karşı verilen mücadelelerin de tam kalbinde yer almalıdır.
Sosyalistler için, BLM yeni bir ufuk açmıştır. Yeni bir kuşak aktivistin sahneye çıktığını görmekteyiz. Seçimler veya İşçi Partisi bu hareketlerin kalbinde kendine yer bulamadı. Bu hareketler toplumdaki ırkçılık ve köklü toplumsal değişime dair büyük sorular soruyor.
Devrimci değişim ve ırkçılık karşıtlarının devrimci mücadele geleneği, Steve McQueen'in Small Axe film dizisinin yayınlanmaya başlamasıyla televizyonda bile kendine yer bulmakta.
Sosyalistlerin bir yandan SUTR üzerinden mümkün olan en geniş ırkçılık karşıtı ittifakı örerken öbür yandan yeni kuşak aktivistleri devrimci bir toplumsal dönüşüm fikrine kazanmak için mücadele etmesi bir zorunluluk.
Çeviri: Deniz Güngören
(Socialist Review)