Otoriter kapitalizmin başarısı, iktisadi büyümenin önünde hiçbir engel kalmamasına bağlı. Yani ne çevre sorunları önemli ne de sosyal haklar.
Otoriterizmin olduğu yerde demokrasiden bahsedilebilir mi? Sivil toplumla ve sendikalarla savaşanların mesajı gayet net: “Krizlerin asıl sorumlusu demokrasidir.” Yani sorumlusu, insan hakları ve özgürlükler...
Başta sağlık ve ulaşım olmak üzere, hizmet sektörlerini özelleştiren, dayanışma ve mücadele için gereken araçları elimizden alan bu rejimler tüm yıkıcı krizleri, daha fazla büyüme için bir fırsat olarak görüyor.
Bolsonaro, Trump, Modi, Putin, Orban, Johnson, Erdoğan... Maalesef böyle bir dünyada karşılaştık SARS-CoV2 virüsüyle.
Kuvveden fiile çıkan saf kötülük
Türkmenistan’daki diktatörlüğün salgınla mücadelede izlediği yöntem, virüs hakkında konuşmanın yasaklanmasından ibaret. Macaristan’da, aşırı sağcı Orban, virüsle ancak gereken yetkiye sahip olursa savaşabileceğini söyleyip diktatörlüğünü ilan etti.
Trump ise tıpkı Bolsonaro gibi, virüsün “uydurulduğunu” dile getirip “her şeyin kontrol altında olduğu” oyununu oynamaya devam etti. Önlemler geciktirildi, salgının merkezi haline gelen New York’ta can kayıpları katlanarak arttı. Uygarlığın timsali gibi sunulan bu kent gözlerimizin önünde üçüncü dünya ülkesine dönüştü. Bu umursamazlıkla devam edemeyeceğini anlayınca, o da bir destek paketi açıklamak zorunda kaldı. Ama o sırada tüm dünya, salgının, ABD yaptırımları yüzünden çaresizliğe mahkum edilen İran’da yol açtığı kitlesel ölümleri izliyordu endişeyle.
Boris Johnson “sürü bağışıklığı” yöntemini uyguylamaya kalkıştı; yaşlıları, korunmasızları ve yoksulları gözden çıkardı. Trump 100 bin ila 240 bin arası ölümün “kabul edilebilir” olduğunu söylerken, Johnson ise ailelere, sevdiklerini kaybetmeye hazırlanmaları için telkinde bulunuyordu ki sonunda kendisi de virüs yüzünden hastanelik oldu.
Modi’nin Hindistan’daki karantina tedbiriyse, göçmen işçilerin açlık korkusuyla otogarlara akın etmesiyle çöktü. Hayatta kalabilmek için başka şehirlere göç etmek zorundaydılar. Ve Modi onlara, devletin kolluk kuvvetleriyle karşılık verdi.
Bizdeki öncelik ortada; inşaat sektörü. İşçilere, işsizlere, yoksullara destek vermek, acil sağlık tedbirleri almak yerine, topu yine bize atıp parayı da bizden istediler. “Yok artık!” diyor insan. Oysa zaten kazancının önemli kısmını -böyle krizler karşısında ivedilikle harekete geçilmesi için- vergi olarak ödeyen bizlerin cebine göz dikecek kadar umursamaz olmasalar, IBAN numarası vermek yerine vergi borçları sıfırlanan büyük patronlara yönelirlerdi.
Ayrıca İşsizik Fonu’nda biriken milyarlara ne oldu? Peki ya özelleştirme gelirleri nerede? Hedefi külliyen şaşmış bir destek paketinin bize ne faydası var? Ücretsiz izne zorlanan insanlar faturalarını, kiralarını nasıl ödeyecekler?
Hem söylemleri hem de eylemleriyle ortaya koydukları üzere, popülist liderlerin hepsi yeni yetkilerin peşinde. Tek dertleri üretimin, emek sömürüsünün devamı. Krizin yükü yine işçilerin omuzlarında.
Bu bir salgın krizi değil; faturasının hayatta kalmaya çalışanlara kesildiği bir yozlaşma krizi. Ve o da şu sıralar bir ölüm-kalım meselesine dönüşüyor.
Tuna Emren
(Sosyalist İşçi)