“Mertçe” işlenmiş cinayetler cumhuriyeti-II

08.02.2024 - 08:02

Önceki yazıda Meral Akşener’in ülkücü Sinan Ateş cinayetini açıklarken bir parçası olduğu faşist hareketin tarihinden bir iki örnek verip, o dönemin cinayetlerinin hiç de Meral Akşener’in anlattığı gibi “mertçe” olmadığını göstermeye çalışmıştım. 16 Mart İstanbul Üniversitesi’ne bombalı faşist saldırı ve 100’ü aşkın insanın öldüğü, faşistler tarafından devlet desteğiyle örgütlenen Maraş katliamları örnek vermiştim Yazıyı şöyle bağlamıştım

Bu günlerde Akşener mertçe dolaşıyor olabilir ortalıkta ama parçası olduğu şebeke her türlü vicdansız yöntemi kullanarak cinayet üstüne cinayet işlemeye devam ediyordu. Elbette her cinayette alçakça bir durum söz konusudur. Öz savunma yaparken, kendini öldürmeye çalışanlardan korurken işlenen cinayetler dışında tüm cinayetler eşitsiz koşulların, öldürülenin aleyhine işleyen koşulların ürünüdür. Teke tek düellolar bile öyledir. Onda da eşit iki güç çarpışmaz, birisi koşullar nedeniyle daha iyi silah kullanmaktadır, 100 kere düello yapsalar 100’ünde de aynı kişi ölecektir. Ama faşist bir hareketin parçası olagelip, bütün bu cinayetler sırasında bu hareketin içinde olan birisi olarak, Sinan Ateş cinayetinin ne kadar berbat bir cinayet olduğunu açıklamak için 12 Eylül askeri darbesinin öncesinde yaşanan faşist katliamları aklamaya çalışmak, elbette bir faşiste yakışırdı!

Bu yazıda ise faşistlerin ve her türden ulusalcının üzerinde tepinmekten yorulduğu her daim düşmanlaştırılacak bir toplumsal kesimin kolayca “keşfedilebilmesinin” kökenlerine, yani cumhuriyetin kuruluş kodlarına değinmeye çalışacağım. Tartıştığımız konu açısından Sarıyer’de gerçekleşen kilise saldırısı ve ardından “Saint Antuan Katolik Kilisesi’ne Kâbe ve Türk bayraklı mektup” gönderilmesi özel bir öneme sahip. Santa Maria Kilisesi'ndeki cinayeti faşistler işlememiş olabilir. Ama mektubu kesinlikle derinlerde bir yerlerde hücrelenen yapılarla işbirliği içindeki faşistler yollamıştır. 

100. yıl gürültüsü neyi temize çekiyor?

Geçtiğimiz yıl siyasetin her alanından güçler, her günün her saniyesinde milliyetçi bir hamasetle gündemi domine etmeye çalıştılar. Özellikle bu hamaset iktidar blokunun harcı vazifesini görüyor. Moda olan yerli-milli hamaset. Geçtiğimiz yıl ana akım siyaset, buna özenen reformist ve ulusalcı sol içinde 100. yıla bitmek bilmez bir saygı duruşunda bulunuldu, 100. yılı anmayan siyaset alanında kendisine yer bulamadı. Geçtiğimiz yıl, bugünü de etkileyen efektlerini unutmadan söylemek gerekir ki dalgalar halinde şişirilmeye çalışılan bu 100. yıl propagandası iki temel özelliğe sahipti: Birisi, resmi tarih anlatısını pekiştirerek kuruluşundan bugüne cumhuriyeti aklamak. Cumhuriyetin sonsuz kazanımlar manzumesi olduğunun propagandasını yapmak. Bunu yaparken Osmanlı-cumhuriyet devamlılığını bir militarist propagandayla sağlamak.

Bu propagandanın ikinci özelliği ise milliyetçiliği ve en önemlisi devleti temize çekmekti. 

100. yıl şişirmesi, 100 yılın kirini pasını, soykırımdan kitle cinayetlerine, askeri darbelerden faşist cinayetlere, derin devlet saldırılarından siyasi suikastlara, grevcileri kurşunlamaktan kadın cinayetlerine, Kürt isyanlarının kanla bastırılmasından Türk ve Müslüman olanların dışında kalan herkesin azınlık haline getirilmesine kadar kanla yazılmış tarihin gizlenmesine yarıyor. Chris Harman, "Halkların Dünya Tarihi" kitabında her yeni gelen hükümdarın önceki dönemin yazılı belgelerini imha ettiğini anlatıyor. Böylece tarihi gerçekleri imha edip yeni bir tarih yazmak mümkündür. 100. yıl kutlamalarının amacı yeni bir tarih yazmaktı.

Gerçekleri karanlık içinde bırakmaktı.

Ama bir türlü başaramıyorlar. Başarmalarını engelleyen en önemli güç Hrant Dink’in mücadelesi, mirası ve Hrant’ın Arkadaşları grubunun sonu gelmez ısrarı.

Hrant Dink oyunu bozmaya devam ediyor hâlâ

Meral Akşener’in aklamaya çalıştığı faşist katliamlar, suikastlarla Hrant Dink cinayeti oldukça benzer. 17 yıldır süren Hrant Dink’in katillerinin “yargılandığı” dava bu açıdan devletin ve tüm devlet korosunun karşısında duran dalga kıran gibi. Hem uzak hem de yakın tarihe dair inşa edilen resmi tarihin ve milliyetçi yalanların tam karşısında duruyor. 

Hrant Dink cinayeti, 1915’i anlatıyor çünkü. 

1923’ün 1915’le bağlandığı tüm alanları anlamayı sağlıyor.

Cumhuriyeti kuran kadrolarla ittihatçılar arasındaki devamlılık ortaya seriliyor böylece. Mertlik anlatısının koca bir yalan olduğunu, tarihin dev bir trajediyle dolu olduğu bir ana projeksiyonları odaklayarak gizlenemez hale getiriyor. 

Mertçe işlenen cinayetlerin başlangıcı

Taner Akçam’ın son kitabında 'apartheid' olarak kavramlaştırmayı tercih ettiği bu süreç 1915’te ne olduğunu, mübadele dönemlerini, “bir bavul 20 dolar”ı da Varlık vergisini de 1955 pogromunu da kavramak için kilit role sahip. 

Bir kısım solcunun da huşu içinde kutladığı cumhuriyetten birkaç sene önce kadim bir halk sinsice planlanmış bir yok edilme sürecinin içindeydi. Üstelik bunun farkında bile değillerdi. 24 Nisan 1915’te Ermeni aydınlar gözaltına alınmadan önce dönemin İstanbul devleti planlamasını tıkır tıkır hayata geçiriyordu. Nesim Ovadya İzrail 1915 Bir Ölüm Yolculuğu-Krikor Zohrab isimli  kitabında Taner Akçam’ın İttihat ve Terakki Merkez-i Umumi’si, 1915 yılı Şubat veya Mart aylarında yaptığı gizli bir toplantıda, tehcir ve yok etme yöntemleri ile Anadolu topraklarındaki Ermeni nüfusunun varlığına son verilmesi kararını aldığını” düşündüğünü aktarıyor. Ortada sinsi bir plan vardır. Ortada Ermeni aydınların başlarına ne geleceğini anlamalarına izin vermeyen iyimserliği, bir arada yaşıyor olmaya duydukları güven vardır. İttihatçılar açısından ortada olmayan esas şey Akşener’in kullandığı anlamda mertliktir. 

İzrail bu durumu kitabında şöyle özetliyor:

İttihatçılarla ittifakı savunan ve bunun başını çeken tüm Ermeni aydınların içine düştüğü zaaf, Krikor Zohrab’da da var olmuştur. Gelişen her türlü anlaşmazlığa rağmen, İttihatçıların, Ermeni toplumunu Osmanlı coğrafyasından silmeye kararlı olduklarını ve bu amaçla yaşanacak katliamları organize edebilecekleri ihtimalini, Ermeni aydınlarının akıllarının köşesinden geçirmediği daha sonraki olaylarda görülecektir. Değil ölüme gitmeyi, tutuklanmayı yaşayan bazı aydınların, İttihatçılardan beklemedikleri eylemler karşısında geçirdikleri şoklar birçok Ermeni aydınının anısında yer alacaktır.

Her şey ama her şey planlanmıştı. İstanbul bölgelere ayrılmış, hapishaneler Ermenilerle dolacağı için boşaltılmış, trenler belirlenmiş, polislere Ermenileri karakola çağırırken nazik olmaları tembih edilmişti. İzrail, Zohrab’ın Talat Paşa ile Ermeni aydınlarının tutuklanması hakkında yaptığı konuşmayı şöyle aktarıyor:

Dâhiliye Nazırı Talat Paşa’dan Ermenilere uygulanan cinayetler ve tehcir kararı hakkında izahat talep eder. Aralarında geçen diyalog şöyledir:

“Zohrab Talat’a sorar:

—Neden bu suçu işliyorsunuz?

Talat,

—Size verecek cevabım yok, biliyorsunuz, Ermeniler haindir” yanıtını verir.

Zohrab da,

—Şunu biliniz ki, bu kadar kolay kurtulamayacaksınız bu sorumluluktan, bir gün emin olun ki sizden hesap sorulacak ve siz tavırlarınızı haklı çıkaramayacaksınız, deyince; Talat Paşa alaylıca sorar:

— O hesabı kim soracak?

Zohrab Efendi,

—Meclis-i Mebusan’da, Ermeni mebusu olarak ben soracağım, diye cevap verir.”

Bu konuşmanın yapıldığı günlerde İttihatçı Talat açısından Krikor Zohrab’ın kalemi kırılmıştı ve tutuklanması için gerekli olan evrakı imzalamıştı. İttiahtçı Talat bu konuşmanın akşamı yine Zohrab'la buluşmuş, yemek yiyip kağıt oynamışlardı. 

Evet, tutuklanmasını ve sürgünde katledilmesini planlayan adam, arkadaşıyla “mertçe”, hiçbir şey olmamış gibi sohbet ediyor. Karşısındakinin aslında çoktan bir ölü olduğunu biliyor. İşte, cumhuriyet 100 yılı diye fezaya sığdırılamayan sürecin köşe taşlarından birisidir 1915. 

Azınlık bırakılan halkların nasıl azınlık bırakıldığını, devletin derin kodlarını, devlet örgütlenmesinin anti- Ermeni genetiğini, bu topluma tüm tarihi boyunca dayatılan resmi ideolojik şekillenmeyi anlamadan ne 1970’leri anlamak mümkün ne de bu coğrafyada insan öldürmenin, sadece insan da değil, öldürerek bir soruna çözüm getirme fikrinin bu kadar kolayca gündeme geldiğini anlamak mümkün.

Ölüm emrini verdiği arkadaşıyla kağıt oynayan, akşam yemeği yiyen kişinin geleneğiyle, Maraş’ta Cennet nineyi vahşice öldürenlerin eylemi arasındaki devamlılık şaşırtıcıdır. Maraş katliamının bir tanığı şöyle anlatıyor durumu:

...Karşımızda oturan ve bir gözü görmeyen 80 yaşındaki, yaşlı Cennet Çimen'in evine gittiler. Bu kadını, 'Gel nene, gel' diyerek elinden tutup dışarıya çıkardılar. Cennet Kadın, gözleri görmediği ve yaşlı olduğu için öldürülenlerden ve yakılanlardan habersizdi. Sanıklardan Cuma Yalçın ve Nuri Boğa tornavida ile gözlerini oydular, sonra silahla öldürdüler. Yakınında bulunan helanın çukuruna baş üzeri atıp, üzerine at arabasını devirdiler...

Krikor Zohrab, Cennet nine, 16 Mart’ta okuldan çıkarken üzerlerine bomba atılan insanlar, Hrant Dink. 

Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından yapılan ve ısrarla sürdürülen faaliyette cinayetten birkaç sene sonra, “hepiniz oradaydınız” sloganını kullanmıştık. Burada kastedilen çok açıktı. Daha önceki bir yazımdan olduğu gibi aktarırsam:

Devlet, varlığından sual olunamaz, hesap vermez ve her canı istediğinde ‘tehdit unsuru’ olarak görüp suçladığı her insana, gruba, toplumsal kesime hesap soran bir örgütlenme olarak şekillendi. 

Devlet sadece Lenin’in dediği gibi bir örgütler toplamı değildir, aynı zamanda bir bürokratik klikler toplamıdır da. Bu klikler sık sık, bütün devletlerde örneğini gördüğümüz gibi çatışır, çıkar farklılıkları nedeniyle zaman zaman sert mücadelelere de girişirler. Ama Türkiye’de tüm bu bürokratik klikleri uzlaştıran bir merkezi politik odak vardır ki o da cumhuriyetin kurucu öğesidir işte, yani Türk ve Müslüman olmayanlar “sorunu hallolmuştur” diyebilen bir devlet aklı ve bunun sürekliliğidir.

Bu nedenle Hrant Dink cinayetinde devlet bürokrasisinin çeşitli kesimlerinin içinde yer alan çok farklı fikirlere sahip odaklar sessiz bir uzlaşı içinde olabildiler. Yasin Hayal adındaki faşist önce Rahip Santoro’ya saldırmış, kilise içinde darp etmişti rahibi. Bir süre sonra da 5 Nisan 2006’da her ne hikmetse yine 18 yaşından küçük olan Oğuzhan Akdin, Rahip Santoro’yu katletmişti.

Yasin Hayal daha sonra Hrant Dink’i öldüren tetikçiyi azmettirmişti. Tetikçi de 18 yaşın altındaydı.

Hrant Dink; valisi, emniyeti, istihbaratı, genelkurmayı, askeri istihbaratı, mahkemesi, amiral gemisi konumunda olan basını, “bazı akademisyenleri” ile, çok geniş bir konsensüsle öldürüldü. 

Göstere göstere gelen bir cinayetti

İşte “Hepiniz oradaydınız!” sloganı tam da bunu ifade ediyordu. Cinayet öncesi, cinayet anı, cinayet sonrası ve ardından gelen yargı süreciyle cumhuriyet tarihine ışık tutan bir olay Hrant Dink suikastı. 

Meral Akşener, 1915’ten Sinan Ateş cinayetine kadar devamlılık içinde olduğu açıkça ortada olan bir dinamiği gölgelemeye çalışıyor. Ama parçası olduğu gerçekleri de çok iyi bildiği için “abudik gubudik” şeyler söylüyor. 

Cinayet, sulandırmaya gelmez. Sulandırmalarına, faşistlerin hem tarihini hem sırtlarını yasladıkları geleneği gölgelemelerine izin vermemeliyiz. 

Şenol Karakaş



Bültene kayıt ol