Santa Maria kilisesine yapılan saldırı elbette bir nefret saldırısıdır ama asıl sorun, dünyanın bu bölgesinde bu saldırıların çok rahat gerçekleşebilmesidir.
Derin devlet yapılanmaları tek başına açıklamıyor bu saldırganlığı. Böylesi bir saldırganlığı açıklayan öğe, cumhuriyetin kuruluş kodlarıdır.
1915’le bir hesaplaşma olmadığı için, bu hesap vermezlik hali cumhuriyetin kurucu öğelerinin başında yer alıyor.
Bürokratik klikler toplamı olarak devlet
Devlet, varlığından sual olunamaz, hesap vermez ve her canı istediğinde ‘tehdit unsuru’ olarak görüp suçladığı her insana, gruba, toplumsal kesime hesap soran bir örgütlenme olarak şekillendi.
Devlet sadece Lenin’in dediği gibi bir örgütler toplamı değildir, aynı zamanda bir bürokratik klikler toplamıdır da. Bu klikler sık sık, bütün devletlerde örneğini gördüğümüz gibi çatışır, çıkar farklılıkları nedeniyle zaman zaman sert mücadelelere de girişirler. Ama Türkiye’de tüm bu bürokratik klikleri uzlaştıran bir merkezi politik odak vardır ki o da cumhuriyetin kurucu öğesidir işte, yani Türk ve Müslüman olmayanlar “sorunu hallolmuştur” diyebilen bir devlet aklı ve bunun sürekliliğidir.
Bu nedenle Hrant Dink cinayetinde devlet bürokrasisinin çeşitli kesimlerinin içinde yer alan çok farklı fikirlere sahip odaklar sessiz bir uzlaşı içinde olabildiler. Yasin Hayal adındaki faşist önce Rahip Santoro’ya saldırmış, kilise içinde darp etmişti rahibi. Bir süre sonra da, 5 Nisan 2006’da her ne hikmetse yine 18 yaşından küçük olan Oğuzhan Akdin, Rahip Santoro’yu katletmişti.
Yasin Hayal daha sonra Hrant Dink’i öldüren tetikçiyi azmettirmişti. Tetikçi de 18 yaşın altındaydı.
Hrant Dink; valisi, emniyeti, istihbaratı, genelkurmayı, askeri istihbaratı, mahkemesi, amiral gemisi konumunda olan basını, “bazı akademisyenleri” ile, çok geniş bir konsensüsle öldürüldü.
Göstere göstere gelen bir cinayetti.
17 yıldır sorumluları yargılanamayan bir cinayet oldu.
Yüzleşme ve hesaplaşmanın önemi
Hrant Dink, cumhuriyetin kuruluş süreciyle demokratik bir yüzleşme sürecinin kapısını aralamıştı. Kuruluş sürecinin sahipleri öylesine bir düşman hukuku işlettiler ki “Kırmızı Pazartesi” kitabında anlatılanlara çok benzer şekilde; “işleneceğini hemen tüm devlet kademelerinin bildiği ama önlemek için kimsenin hiçbir şey yapmadığı” bir cinayet örgütlendi.
Bu kuruluş öğesi, Türk ve Müslüman olanların dışında kalan herkesi hâlihazırda düşmanlaştırırken buna bir de rejimin –dozu her geçen gün artan– iç ve dış düşman icat etme güdüsü eklendi. Bu güdüye eşlik eden kaçınılmaz öğe ise nefret söylemidir.
DSİP’in konuyla ilgili basın açıklamasında da dile getirildiği üzere; “Santa Maria Kilisesi’ne yapılan saldırı bir nefret saldırısıdır!”
İnanç meselesi değil ırkçı katliam
Televizyon yorumcularının hemen olayın inanç meselesi olmadığını, bir kişinin hedef seçildiğini anlatmaya başlamasına da prim vermemek gerekiyor. Arkasındaki saik ne olursa olsun, bir kilisede bir Pazar ayinine yapılan saldırı nefretten ve ırkçılıktan besleniyor. İki kişinin, ellerinde silahla bir kiliseye rahatlıkla girip saldırabilmesi Türk ve Müslüman olmayan herkese verilmiş bir gözdağıdır.
Hepimiz biliyoruz ki cinayeti üstlenen IŞİD’in, Türkiye’de hedef tahtasına oturtmadığı bir kurum yok. Yüzlerce hedef arasından bir azınlık olarak bıraktırılan toplumsal bir grubun ayinine saldırması, tüm hedefler arasında saldıracağı en rahat yerin kilise ve Hristiyanlar olmasındandır.
Bunun nedenini sorgulamayanlar ne solcudur ne de demokrat!
Sol içinde anti-emperyalizmin yüzü suyu hürmetine cumhuriyetin 100. yılını kutlayanları ve 1915’le yüzleşme mücadelesini bir kimlik sorunu olarak önemsizleştirmeye çalışanları, savruldukları kadim devlet geleneğinin milliyetçi çizgisinden geri dönmeye ikna etmek için daha kaç Hristiyan’ın öldürülmesi gerekiyor?
Kitlesel bir ‘ırkçılık karşıtı mücadele’
Türkiye’de gayrimüslimlere dönük saldırılar ilk kez yaşanmıyor. Daha birkaç gün önce –yine her ne hikmetse hiçbir kamu görevlisinin ceza almadığı– Hrant Dink suikastının 17. yılında sokaklardaydık. İsrail’in Gazze saldırısının ardından, sanki İsrail’in savaş suçlarının sorumlusu Türkiyeli Yahudilermiş gibi gösterilerek ırkçı eylemler yapıldı, nefret içeren pankartlar kullanıldı.
Türkiye’de Türk ve Müslüman olmayanların her zaman tedirgin hissetmesine sebep olan yapısal bir ırkçılık var. Bugün Suriyelileri, Afganistanlıları veya herhangi bir ülkeden gelen göçmenleri hedef alan ırkçılık da yine buradan besleniyor.
Bu saldırıları engellemenin ilk koşulu, ırkçılığa karşı tavizsiz bir mücadele yürütmek, halkların eşit koşullarda yaşaması talebini yükseltmektir: Irkçılığa, milliyetçiliğe ve nefrete karşı mücadelenin kitleselleşmesidir.
Ama yetmez!
“Hristiyanlar yalnız değildir!” sloganının anlam kazanması için, işçi sınıfı içinde 1915’le ve cumhuriyet tarihiyle bir yüzleşme ve hesaplaşma mücadelesinin örgütlenmesi de gerekir ki bu mücadele güç kazanabilsin.
Şenol Karakaş
(Sosyalist İşçi)