AYM’yi değil demokrasinin kırıntısını savunuyoruz- I

16.11.2023 - 12:13

Yargıtay’ın ilgili dairesinin Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) meydan okumasının ardından AKP’li bazı isimlerin Yargıtay’ı kınayan açıklamaları, AKP içinde bir çatlak mı var şeklinde ele alınıyordu ki imdada yine Erdoğan yetişti. Bu gibi durumlarda Erdoğan bir süre bekler ve herkesten de beklemesini bekler; sabredemeyip kendinden önce tutum alanların da anasından emdiği sütü burnundan getirir. Bu defa da aynısı oldu; Erdoğan sabırsızlara parmak salladıktan sonra açıkça Yargıtay’dan yana tutum aldı:

“AYM, yanlışları arka arkaya yapar hale geldi. Bu bizi üzmektedir. Yargıtay’ın aldığı karar asla bir kenara atılamaz, itilemez.”

Hem Yargıtay’ın AYM’nin Can Atalay’la ilgili hak ihlali kararına imza veren üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunacağını ilan etmesi hem de Erdoğan’ın koskoca AYM’yi arka arkaya yanlışlar yapan bir memurmuş gibi suçlaması AYM’nin miadının dolmak üzere olduğuna ve anayasal düzen yerine Bahçeli destekli Erdoğansal düzene doğru bir geçişin son bir kaç adımının kaldığına yönelik bir işaret olarak okunmalı.

Faşizm iktidar blokunda gizli 

Çünkü hızla hatırlamak lazım. Devlet Bahçeli, bu iktidar blokunun geri planda oyun kurucusu olarak çalışmaya devam ediyor. Çok açık ki Bahçeli ne sadece MHP ne sadece devletin bir kesiminin sözcüsü, aynı zamanda aşırı sağcı geniş politik bloğun bir diğer politik lideri. Erdoğan kadar etkin. Erdoğan’ı her hangi bir siyasetçiye göre çok daha doğrudan etkileme gücüne sahip. MHP’nin olağan partilerden farklı bir yapılanmaya sahip olmasının yanı sıra, her gelişmenin dönüp dolaşıp oy sayımına endekslendiği politik alanda iktidar blokunun yüzde 50 artı 1 oy alması için de kritik bir önemi var. 

Bahçeli iki sene önce Anayasa Mahkemesi’nin kapatılması gerektiğini söylemişti. Hatırlarsak, Bahçeli TTB’nin, Baro’nun kapatılması gerektiğini söylerken ilk kez AYM’nin kapatılması gerektiğini de ifade etmiş, bu arada Osman Kavala’nın da vatandaşlıktan çıkartılması gerektiğini eklemeyi ihmal etmemişti. Bahçeli, AKP’lilerin içinden geçirdiğini çoğu kez açıktan söylüyor.

Bahçeli, “yargı krizi”yle ilgili olarak "Anayasa Mahkemesi adalet ve hukuk düzeninin safrası ve sancısıdır… Yargıtay 3. Ceza Dairesi görevinin gereğini eksiksiz yapmıştır. Bugünkü sorun yumağının temelinde Anayasa Mahkemesi'nin vatan ve millete kasteden lekeli kararları bulunmaktadır.” dedikten sonra, Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi gerektiğini söylediği konuşmasını "Geldiğimiz aşamada karşımada iki seçenek çıkmaktadır; ya AYM kapatılmalı ya da yeniden yapılandırılmalıdır." sözleriyle tamamlamıştı. 

Mevcut iktidar blokunun hemen her sözcüsü gerçeği eğip bükmeye çok hevesli. AYM’yi yargısal aktivizmle suçlayan mı ararsınız, vesayet inşa etmekle meşgul olmakla suçlayan mı ararsınız, seçilmişlerin iradesine müdahale etmekle suçlayan mı ararsınız, çok daha ağır ifadelerle tıpkı Devlet Bahçeli’nin yaptığı gibi hedef gösterenleri mi ararsınız, saymakla bitecek gibi değil. Ama çıkarttıkları bunca gürültü gerçeği görünmez kılmaya yetmiyor. Ortada tek bir yargısal aktivizm var, bu aktivizm, AYM kararlarını hiçe sayan, dolayısıyla anayasayı, anayasada yazılı olan kuralları imha eden Yargıtay’ın ilgili dairesinin Can Atalay kararı hakkında AYM’ye açıkça meydan okuması. Yargıtay’ın ilgili dairesini savunan siyasilerin, iktidar bloku sözcülerinin her biri, yargısal aktivizmin en hırslı örneklerini sergiliyor. Gözümüzün önünde anayasaya yönelik apaçık bir müdahaleyi örgütleyenlerin bir yandan da AYM’yi aktivizmle suçluyor olmaları, gerçeği nasıl eğip büktüklerine dair net bir örnek.

Bu konuda Yıldıray Oğur’un son yazdığı yazılardan birisinin girişinde yer alan Nazi dönemi “hukukçularına” yönelik atıfları, abartılı bir antoloji olarak görülmemeli:

“Gezegendeki en aktivist yargıya sahibiz.”

“Yüksek Mahkeme başkanının sözleri bir kamu görevlisinin değil, bir siyasetçinin sözleri. Demek ki ülkemizde seçimlere girmeyen, mecliste temsil edilmeyen bir siyasi parti daha varmış.”

Hukuksal alanın AYM’nin değil ama siyasal iktidarın, mevcut iktidar ittifakının vesayeti altında olduğu çok açık. Çeşitli Yargıtay üyelerinin AYM hakkında çeşitli fikirleri olabilir ama Yargıtay’ın bir dairesi anayasayı çiğneme cüreti gösteremez. AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunamaz. AYM’nin ilgili üyeleri de Yargıtay’ın söz konusu dairesi hakkında suç duyurusunda bulunsun, olsun bitsin!

AYM’nin hedef gösterilmesinin nedeni, iktidar ittifakının demokrasiden geriye kalan hak kırıntılarımızı da kazıyarak yok etme aşamasına geçtiğinin bir işareti olarak ele alınmalıdır.

“Demokrasiyi” kazıma girişiminin iki yönü

Yaşanan, iktidar çevreleri ve bizzat Erdoğan tarafından AYM ve Yargıtay arasındaki bir kriz olarak tanımlanıyor. Elif Çakır’ın yazdığı gibi, iki kurum arasında bir kriz yok, iktidarın desteğini alan Yargıtay’ın çıkarttığı bir kriz var. Bu yüzden, sanki kriz iki “güzide” kurumun kendi arasında hayatın olağan akışı sırasında çıkan bir sorunmuş gibi Erdoğan’ın Yargıtay’la görüştüğünü söyleyip AYM başkanıyla da görüşebileceğini söylemesi, bir arabulucu rolü oynaması gerçeği eğip bükmenin bir başka örneği.

Gerçi bu ilk ve son örnek değil. En son Suudi Arabistan dönüşünde “Bireysel başvuruyla ilgili olarak, bunu zamanında Anayasa Mahkemesinin çalışmalarına hız kazandırır diyerek çıkarttılar.” dedi. Bu, gerçekten de çok tuhaf! Bireysel başvuru hakkı 2010’da demokrasi mücadelesinin bir kazanımı olarak Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde anayasa değişikliği çerçevesinde gündeme gelmemiş miydi? Biz mi yanlış hatırlıyoruz?

AYM’ye yönelik yıpratma, korkutma ve yıldırma kampanyasının iki yönü olduğunu kavramak bu nedenle bir zorunluluk. Bunların ilki, yeni bir tarih yazma girişimi nedeniyle buna ihtiyaç duyulması. Diğeri ise bugün ve yarın iktidarın ihtiyaçları açısından, AYM’nin elinden bazı “kozların” alınmasının bir zorunluluk olması.

Yeni bir tarih yazma girişiminin önemi, yakın geçmişin tüm önemli demokratik kazanımlarının hafızalardan silinmesinin iktidar açısından ölüm kalım meselesine dönüşmüş olmasında yatıyor. Darbecilerle hesaplaşma, devletin Oslo ve çözüm süreçleri bağlamında Öcalan’la yaptığı görüşmeler, Kürt sorununda çözüm yönünde atılan önemli adımlar, Akil İnsanlar heyetinin oluşturulması, 2010 referandumuyla darbecilerle çok yönlü bir hesaplaşma, İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesi, 2012 yılında 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un yürürlüğe girmesi, Gezi direnişi, demokrasinin sınırlarının olabildiğince genişletilmesi için verilen mücadelelerin bir ölçüde rahatlaması, soykırım anmalarının yapılabilmesi gibi ezilenlerin mücadelesi açısından kilometre taşı olarak görülebilecek gerçek kazanımların, “yerli-milli” iktidar ittifakı tarafından tasfiye edilmesi bir zorunluluk. Bu ittifakın ruhunu bu tasfiye süreci oluşturuyor. Demokrasinin kökünün kazanması hedefiyle devlet erkânı açısından tarihi olan uzlaşmanın ilk işaretleri Roboski katliamı sonrasında Erdoğan’ın, askeri vesayet yanlılarının açıklamalarında görülebilir. Ama biraz daha utangaçça sürdürülen flörtün daha cüretkâr bir şekilde açığa serilmesi, 2014-2015 yılının baş döndürücü gelişmelerine Erdoğan ve Bahçeli’nin gösterdiği reflekslerde netleşti. 

“Çözüm yok”tan HDP’nin flu görülmesine bir ittifakın milli harcı

Bugün AYM’ye yönelik, hepimiz açısından kritik bir önem taşıyan son yıpratma saldırısı, Erdoğan’ın 2014 yılının Şubat ayında Dolmabahçe’de açıklanan çözüm süreci mutabakatına, “Ne çözüm süreci?” diye karşı çıkmasıyla, Bahçeli’nin 2015 yılı 7 Haziran seçimlerinin ardından başlayan koalisyon görüşmeleri öncesinde, daha hemen seçim akşamı, HDP’yi flu gördüklerine dair yaptıkları açıklamanın oluşturduğu ruh birliği anlaşılmadan kavranamaz. Önce bir beka kaygısı anlatısıyla Kürt sorunu bağlamında eldeki tüm kazanımlara, tüm demokratik değerlere yönelik topyekûn bir saldırı başlatıldı. Toplumsal muhalefetin en örgütlü kesimi olan Kürt hareketine karşı başlayan saldırı şimdiki iktidar ittifakı bileşenlerine o kadar moral verdi ki sürecin bir aşamasında, özellikle 15 Temmuz darbe girişimine karşı pekişen ittifak ilişkilerinin de bir yansıması olarak Bahçeli, Türk usulü başkanlığın yolunu açan açıklamasını yaptı. Bir yandan darbe girişimi sonrası OHAL’in uzatılmasını savunan Bahçeli, aynı zamanda Türk usulü başkanlığın neden ihtiyaç haline geldiğini şöyle ifade ediyordu: 

“Karşımızda iki alternatif yol vardır. Biri bizim için de en doğru olanı Sayın Cumhurbaşkanının yasal ve anayasal sınırlara çekilmesidir. Bu olmayacaksa, ikinci yol fiili duruma hukuki yol aranmasıdır. Bu durum karşısında AKP başkanlık sistemiyle ilgili inadını sürdürecekse karşımıza iki seçenek çıkacaktır. AKP bir anayasa hazırlığı varsa, mutabık kalınan diğer maddelerle birlikte TBMM’ye getirmelidir. Vekiller vicdanlarıyla oy kullanacaklardır. Bu anayasa değişiklik teklifi ya 367’yi aşarak kanunlaşacak ya da 330’un üzerinde kalarak referanduma sunulacaktır.”

Hem devlet hem de Devlet Bahçeli açısından Erdoğan iktidarıyla uzlaşmak sorun teşkil etmiyordu, çünkü bu uzlaşmayı sadece Kürt sorununda izlenen şahin politikaların belirleyicisi olarak görmekle kalmıyor, aynı zamanda Fethullahçı darbecilere karşı iktidarın aldığı tedbirleri giderek tüm demokratik alanı altüst edecek bir girişimin kararlı zemini olarak değerlendiriyorlardı. Bu sefer sadece fikirleri değil, devlet bürokrasisi içinde her alanda fiziki varlıkları da iktidardaydı.

İktidar bloku açısından unutulması, hafızlardan silinmesi gereken bir başka olgu da 2010 referandumuyla elde edilen kazanımlar, bu kazanımların kime karşı verilen mücadelenin ürünü olduğu gerçeğiydi. “Yetmez ama evet” kampanyasına yıllardır patolojik bir sorunları olduğunu göstererek düşmanlık örgütleyenler eserleriyle gurur duyabilirler. Erdoğan, Suudi Arabistan dönüşü ayrıca şunu da söyledi: “Şu anda bir öğrendim. Dedim ne kadar bireysel başvuru var? Yanıt 130 bin. Demek ki Anayasa Mahkemesi’nin çalışmalarını hızlandırma hedefini sağlamamış maalesef. Bunların üzerinde durmak, hayali davranmamak lazım.”

Evet AYM’ye bireysel başvuru hakkı, darbeci Kemalist bürokratların yargılanabileceği olgusu, bu talepler için yüz binlerce insan kitlesel hareketinin inşa edilebileceği gerçeği de yakın tarihin hafızalardan silinmesi gereken öğleleri arasında. AYM’nin elinde bireysel başvuruları değerlendirme, kanunların yapılışını denetleme, yargılama süreçlerindeki haksızlıkları açığa serme gibi, iktidardan biraz da olsa mesafeli her özerk karar alma alanı, iktidar ittifakı açısından yakın tarihin demokratik kazanımlarına yapılan göndermelerdir. Bu, elbette ki esas olarak bugün ve yarın iktidarın atmak istediği adımların önünde devlet bürokrasisi, yasama, yargı, yürütme arasındaki ilişkiler bağlamındaki son engellerden birisidir. AYM budandığında hem hafızaya “reset atmak” için çok önemli bir iktidar avantajı oluşacak hem de AYM’nin devleti değil yurttaşları savunmayı aklına getirerek arada sırada aldığı olumlu kararlarla iktidar blokuna çelme takma olasılığı ortadan kalkacak. Dezenformasyon yasası, rant alanlarına ilişkin düzenleme, Kobanê davası gibi sayısız başlık AYM’nin gündemine gelecek. Devlet heyetinin Öcalan’la görüşmeler yaptığı koşullardan Demirtaş’ı övmenin yasal açıdan tehlikeymiş gibi kodlandığı koşulları yeterli görmeyen iktidar bloku, Erdoğan’ın AYM ve Yargıtay arasında hakem rolü oynuyormuş gibi yaptığı ama esasen Yargıtay’ı desteklediği yeni dönemin hedefinde, her alandaki krizin sorumluluğunu AYM’ye atarak Türk usulü başkanlık rejimine uygun bir “anayasa” inşa etme arzusunu açığa vuruyor.

Bu krizin bugün ve yarın taşıdığı anlam ve yetmez ama evet kampanyasının yeminli düşmanlarının iyice belirginleşen Erdoğancılığını önümüzdeki yazıda ele almaya çalışacağım.

Şenol Karakaş

 


Bültene kayıt ol