“O ikinci dersine yetişecekti sabahın, ben birkaç kelime ekleyecektim tezimin o bitmez son bölümüne.
Duruvermiş birden, uzanmıştık çimlere, tatlı tatlı anlatmaya başlamıştı:
Selanik’te çocukken arka bahçelerinde bir yalak varmış, içine düşmüş bir gün; keyif yaparken sularda, bir inek gelip yüzünü yaladığında nasıl da korkmuş.
Hiç kuşkum yok düşündüğümde bugün, ömrümde duyduğum en etkili öyküydü. Gözlerimde canlanıvermişti çünkü: küçücük bir çocuk, neşeyle oynarken, bar bar bağırıyor ertesi saniye, paniğe kapılmış, yapayalnız.
Sonra kara bir bulut gibi aklımdan şöyle bir düşünce geçivermişti, silmiştim o an elimin tersiyle ama doğruymuş işte:
“Bir gün ayrılacağız ve ömrümce silinmeyecek aklımdan bu sahne”. (Panik şiirinden)
“Ömrümce silinmeyecek aklımdan bu sahne” benim de.
Elsa, yıllar içinde infilak edecekmiş gibi büyük bir özlemle sarılıyordu, başını tutuyor, gözyaşlarını serbest bırakıyordu. Doktorlar tehlikeli bir bakteri uyarısı vermişler ve ben nükleer saldırı altındaymışım gibi korunma giysilerini giymiş, eldivenleri ve maskeyi takmışken Elsa her şeyi boş vermişti. Ne eldiven ne maske takmıştı. Sevdiği insanın ne kadar kuvvetli sarılırsa hayata o kadar sımsıkı sarılacağını sarsılmaz bir inanç duyuyordu.
Sonra, yorulduğu için Roni’yi bırakıp dışarı çıktık. Lauren, Nubar ve Selim’le hemen hemen 58 gün boyunca hastanenin bitişiğinde her zaman oturduğumuz kafeye gittik. Elsa geri dönüşü olmayan o yolculuktan önce Roni’yi gördüğü için her şeye rağmen çok mutluydu. Roni de öyleydi, “biraz toparlarsam Elsa yine gelsin” diye direktifini vermişti sağlık komisyonu olan bizlere.
Ama toparlayamadı. Ne kadar dirense de arada sırada doktorları bize umut veren konuşmalar yapsa da zaman aleyhine işledi.
Ölümünden bir gün önce giderek kötüleştiğinde yanına çıktım. Mustafa Arslantunalı da başında bekliyordu. Seslendim. Tüm zorluklarına rağmen bana doğru çevirdi başını. Elini tuttum. Hastanede hiç yalnız kalmadığını, onlarca arkadaşının, yoldaşının neredeyse nöbet tuttuğunu söyledim.
Vedalaştık.
Ertesi gün kaybettik.
Farkında olmayanlar var yaşadığımız kaybın büyüklüğünü çağını anlamayanlar var. Herkes anlasın diye ölümünden iki buçuk ay sonra başlayacak İsrail’in soykırımcı işgaline karşı çıkacak en gür, en net sesi kaybettik. Roni’nin sosyalist olmasından daha çok önemsendiği konu, Yahudi olmasıydı, özellikle İsrail Filistin’e ne zaman saldırsa, Roni ana akım medya tarafından aranan isim olurdu. Oysa Roni, Siyonizm’i eleştirmeye çok meraklı değildi. O konuda daima şu netlikteydi:
“Bir Filistin devletinin kurulmasını, İsrail devleti her ne pahasına olursa olsun engellemek için özel bir örgütlenme şeklinde şekillenen bir devlettir. Siyonizm kendi halkına şunu anlatır: Bu topraklar 2 bin yıldır bizim topraklarımızdır. Biz buradan kovulduk, ama burası bizim topraklarımız ve burada Araplar oturamaz. İsrail devletinin resmi ideolojisi buna izin vermez. Bu aynı zamanda İsrail’in tekrar tekrar, beş on yılda bir Filistinlilere, Gazze’ye, Lübnan’a yani Filistinlilerin bulunduğu yerlere saldırmasını temel nedenidir.”
Geçtiğimiz yıl yazdığım gibi Roni Margulies, İsrail’in işgalci ve korsan varoluşu hakkında yazan en berrak sosyalistlerin başında geliyordu. Hamas’ı, bir düşman olarak değil, Filistin halkının meşru bir temsilcisi olarak gördüğünü anlattığında dünyaya medeniyetler savaşı açısından bakan ve bu nedenle de Hamas’ta hem İslamcı hem faşist bir yanı aynı anda gören, en az İsrail kadar Hamas’a düşman olan ulusalcı sosyalistlerin şimşeğini üzerine çekerdi.
Fakat yazdığı makalelerde Alex Callinicos’un da altını çizdiği gibi “Hamas’ı sevin ya da sevmeyin, Hamas’ın gücü sadece 2007’den beri kontrol ettiği Gazze’de değil, ezilen Filistin halkındaki köklerinden geliyor (…) İsrail askeri güçlerinin Hamas’ı yok etmeyi başarması düşük bir ihtimal olsa bile, Filistin halkının ezilme durumunun sürmesi yeni direniş hareketlerini ortaya çıkartacaktır.”
Roni, Serbestiyet’te Siyonizm üzerine yazdığı yazılarda somut koşulların somut analizinin ne kadar önemli olduğunu da anlatmış oluyordu:
“… nüfusun ezici çoğunluğu bilinçli veya bilinçsiz antisemit olduğuna göre, Türkiye’de Yahudi düşmanlığını eleştirmek, ırkçılığı teşhir etmek ve kınamak son derece önemlidir. Hesabını hiç yapmadım, ama bugüne kadar Yahudilik, İsrail filan konularında yazdığım yazıların yüzde 80’i antisemitizm ile, sadece yüzde 20 kadarı Siyonizm ile cebelleşir. Türkiyeli değil de, Allah korusun Amerikalı olsaydım, yazılarımın yüzde 100’ü İsrail eleştirisi içerirdi. Ama Amerikalı değilim!”
Hem Siyonizm’e hem de antisemitizme aynı anda karşı olmak ama mücadele ettiği ülkede çubuğu antisemitizme bükmek çok ayırt edici bir politik tutumdu.
Gazze’yle dayanışmak için aylardır sürdürdüğümüz Filistin’e Özgürlük kampanyası yaşasaydı en güçlü sesi olacak aktivistinden, Roni Margulies’ten mahrum tam bir yıldır. Ben de bir çok yoldaşı arkadaşı da Roni’den mahrumuz.
Osman Tümay, Roni’nin şiirlerinde de adı geçen kadim arkadaşı, hayat denilen kavgada belki de en eski yoldaşı Roni’den sonra oluşan boşlukla cebelleşmek için yaptıklarını çok etkileyici bir şekilde şöyle özetliyordu:
“Bugün Beşiktaş motorlarının yanaştığı iskeleye gittim Üsküdar’da. Düşündüm ki tekneden orta kısa boylu, buğday tenli, sakallı, asık yüzlü birisi inerse günün Roni’si o olsun, onu karşılamaya gitmiş olayım, hiç değilse uzaktan bir fotoğrafını çekeyim. Bunca yıldır sahicisini beklerken akıl edip çekememiş olmayı telafi etmeye çalışayım. Öyle ya, hep gelecekti, ne gerek vardı ki fotoğraflamaya? Aslında son birkaç kez aklıma gelmedi değil, ama elim varmadı, çekemedim. Sorsa ne diyecektim? Konuşulamayan onca konunun üstüne. Ama inen yüzlerce kişiden bir tane mostralık çıkmadı. Bir sonraki motoru beklememeye karar verdim, nedense ondan da, ondan sonra yanaşacaklardan da inmeyecekti öyle biri. İlk kez eli boş döndüm iskeleden. Buluşamadık. Belki bir önceki motorla gelmiş, sahaflara gitmiştir dedim, o tarafa yollandım. Ne garip, önünden geçtiğim her tabelayı hatırladım, üzerine yaptığımız esprileriyle birlikte. Sahaflarda sakallı gençler vardı, belli ki müdavimiydiler ora esnafının, yan gözle baktılar bana. Roni’yle sohbet eden sahafla başörtülü yardımcısı da oradaydı. Tanımadılar beni neyse ki; geçen sefer de dükkânlarına girip sohbete katılmamıştım. Gene girmedim içeri. Tamamdı. Tren istasyonuna yürüdüm, girerken son kez dönüp baktım meydana. Sonra Üsküdar’ı kapattım, çıkarken ışıkları da söndürdüm…”
Osman’ın söndürmesi gereken daha çok ışık, kapatması gereken daha çok kapı var, ben ise hala söndüremiyorum ışıkları, Roni’nin evinden aldığım çalışma masasında bilgisayarım ve sandalyesinde oturarak yazıyorum.
Tersini düşünenler yanılıyor, Roni, teorik ve politik olarak dünya kapitalizminin dünya işçi sınıfının kendi eylemiyle yıkılacağından bir saniye bile şüpheye düşmemişti. Kapitalizme karşı dizginleyemediği bir öfke işçi sınıfına karşı da gizlemeye elbette gerek görmediği bir güven besliyordu.
Bir yıldır Roni’nin ardından ortaya çıkan ve büyüyen boşluğu nasıl dolduracağım diye kafa patlatıyorum. Onun sosyalizm mücadelesine sıkı sıkıya sarılmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Biraz daha sakince düşününce, belki de, Roni’yle beraber mücadele eden herkesin fikirlerine sıkı sıkıya sarılmanın yolunun ışıkları kapamaktan geçtiğini fark edebileceğim. Biliyorum o olsaydı “amma da uzattın ha” derdi. Elveda komitacı, şair, çevirmen ve işçi sınıfı mücadelesinin keskin kılıcı olan yoldaşım. Öğrettiklerin ve öğretmeye devam ettiklerinle bin yaşa!