Pazar günü, belki de 2002’den bu yana gerçekleşecek en kritik seçimlerde oy kullanacağız.
Kritik olduğuna kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum. Zira her seçim dönemi duymaya alıştığımız, “seçimler egemenlerin oyunu, o yüzden hiçbir anlamı yok” diye özetlenebilecek olan apolitik radikalizmin esamesi bile okunmuyor. Dahası, her seçimin vazgeçilmezi olan hile senaryoları dahi, alışıldık olana kıyasla çok daha temkinli yayılıyor; üstelik devlete hükümet eden cumhur ittifakının, son dakikada sonuçlara bürokratik yoldan ayar çekebilme alanını kendine açma teşebbüslerini gizlemekle uğraşamayacak kadar telaşlı olduğu bir zamanda.
Kritik çünkü siyasal özgürlüklerden artan fakirlik ve işsizliğe, taleplerin muazzam biriktiği bir dönemi bitirmek üzereyiz. Tüm bu taleplerin dile getirileceği her alan, OHAL’i büyülü değnek gibi kullanan bir hükümet tarafından savcı ve polisler ile tıkandığı için böylesi bir birikimden bahsediyoruz. 28 Şubat ile cisim bulan 90’lar despotizminin biriktirdiği talepler ile özdeşleşen 2002 seçimlerine benzetmem de bu yüzden.
Böyle bir dönemde, mülteciler meselesi de dahil herhangi bir meselede yönetenleri ürkütecek türden bir ses çıkarabilmenin, seçim sonuçları ile doğrudan ilişkili bir değişimle, veya adını koymak gerekirse, “Yeni Türkiye” diye bir fetiş yaratmaya çalışırken Tansu Çiller’den övgü dilenmekte hiçbir tutarsızlık görmeyecek kadar yolunu şaşırmış, 16 senede fil gibi şişmiş, zorbalıktan ve müdanasız yalanlardan başka gereci, hükümetten fazlası olmaktan başka çaresi kalmamış bir hükümetin ve faşist ortaklarının şoven, militarist ve bir o kadar da şekilsiz ittifakının dağılmasından başka yolu yok.
Bu gibi zamanlarda, zır deli sekterlik ve “basgeç”çi orta yolculuk arasında gidip gelen siyasi muhalefet geleneğimizin “zaten birbirimizi sevmiyoruz, işleri iyice bulandırma” manasına gelen muhalefetteki her türlü pisliğe göz ve kulak tıkama, veya basitçe ehvenişer stratejisi pekala hepimize kabul edilebilir gözükebilir. Peki, AKP’ye sağdan muhalefet etmenin en temel ilkelerinden biri olan mülteci düşmanlığına karşı çıkmayı seçim sonrasına bırakmak bizi daha mı güçlü yapar?
Her şeyden önce, karşı çıktığımız şeyi iyi tarif etmekte fayda var: Son dönemde hayatımızı yaşanmaz hâle getiren OHAL rejimi ve onun sigortası olan, yerli milli dediğimiz yeni kurucu ideoloji, her ne kadar bu ortamı yaratan güçler ile özdeşleşse de; ne kullandığı yöntemler ne de söylemi itibariyle esasen yeni denilebilecek herhangi bir özelliğe sahip. Irkçılık da bu pek de yeni olmayan, devletçi ve militarist siyaseti ayakta tutan anlatının temel unsurlarından.
Yani, yerli milli ittifakın dağılmasının tek başına devlet içinde bizim hareket alanımızı genişletecek bir sarsıntı yaratacağını inkâr etmek kolay olmasa da; seçim dönemi gibi politik olarak görece rahat bir dönemde, ırkçılık gibi temel bir meselede ürkek davranmak, seçim sonrasında da devam edecek taleplerimiz için mücadeleye daha güçsüz başlamak anlamına geliyor.
Fakat bununla birlikte, mülteci düşmanlığı geniş anlamıyla ırkçılık içinde özel bir işleve sahip. Gelmekte olan krizin bedelini emekçilere ödetmek ve işçi sınıfının OHAL’de kaybettiği hareket yeteneğini geri kazanmasına engel olmak için kullanıldığını, hiçbir şey olmasa, mülteci meselesinin sürekli bütçe ve işsizlik konularıyla beraber anılmasına bakarak söylemek mümkün.
Mültecilerin kamuya maliyeti olarak ortaya atılan pek çok rakam var. Neye göre hesaplandıklarını, son derece keyfi rakamlar oldukları için kestirmek mümkün değil. Fakat ima edilen şeyi biliyoruz: devletin güya normalde sosyal hizmetler için harcayacağı para mültecilere gidiyor.
Savunma bütçesine dair tek söz etmeden emekçilerin ihtiyaçlarına yönelik devlet harcamasının kıtlığını, mültecilere harcandığı iddia edilen, ne kadarının devlet harcaması olduğu dahi belirtilmeyen bir takım paralara bağlamak yeterince gülünç zaten. Kaldı ki, maliyet üreten bir şey varsa, esas sınırdaki devasa duvar, göçmenlerin kapatıldıkları kamplar gibi mülteci düşmanı yatırımlardır.
Ancak tüm bu “bize kadar var” hikayesinin arkasına gizlenen ırkçılığın asıl sefaleti 4 milyon göçmenden, ağzına kaşıkla yemek verilen hastalar gibi bahsetmesidir.
Yabancı, yahut en iyi ihtimalle misafir gibi anlatılan göçmenler Türkiye işçi sınıfıdır. Hiçbir statü verilemeyerek, hem sermayenin hem devletin saldırılarına karşı tamamen savunmasız bırakılmaları emekçilerin değil patronların işine yarar.
Mültecilerin ucuz iş gücü olarak ne kadar verimli olduğunu, bunun doğal sonucu olarak ülkede üretilen değerde ne kadar payı olduğunu sosyalistlerin söylemesine gerek bile yok, bizzat patronların ve hükümetin ağzından defalarca duyduk. Patronların, kayıtsız, güvencesiz ve ucuz mülteci emeğini, hakları olan işçilere tercih etmesi ve ücretleri düşürmek için kullanmasının sebebi ise mülteciler değil işçi sınıfının örgütsüzlüğüdür.
İki seneyi aşkın zamandır taşeronlaşmaya, fakirleşmeye, işsizliğe karşı grev yasaklarıyla eli kolu bağlanan işçiler elbette şu veya bu şekilde tekrar sahneye çıkacaklar. Ancak hareketin ne güçte olacağı sorusunun kalbinde, senelerdir burada yaşayan ve çalışan milyonlarca göçmen işçiyle dayanışma yatıyor, bu yüzden mülteci düşmanlığı diğer meselelerimizi hallettikten sonraya bırakılamayacak kadar kritik, çünkü değişim aşağıdan gelecek.
Yani, emekçilere, dertlerinin sorumlusunun mülteciler olduğunu anlatanların bizlere hoş sözler ve esprilerden fazlasını vereceğini düşünmek için herhangi bir sebebimiz yok. 25 Haziran günü ne olursa olsun, yine mücadele edecek bir yığın şeyin olduğu bir dünyaya uyanacağız. AKP’nin güç kaybetmesi elbette daha rahat bir mücadele alanı demek, fakat bu alanı iyi kullanacak güçte olmak için, oylar mülteci düşmanlarına değil HDP’ye!
Deniz Güngören