Kısa süre öncesine kadar 2019’da yapılacağı bizzat ve ısrarla iktidar çevreleri tarafından söylense de iktidarın aslında erken, hatta baskın bir seçime gitmeyi planladığına ilişkin iddialar bir süredir mevcuttu. Bu iddialar, önce epeydir hükümet sözcüsü gibi davranan Devlet Bahçeli’nin işaret fişeği niteliğindeki açıklaması, hemen ardından da ortak görüşmenin ardından Erdoğan’ın bunu teyit edip yeni seçim tarihini ilan ettiği konuşması ile bir anda doğrulandı. Ne var ki bunu öngören iddiaların öteden beri varolması, özellikle muhalefetin tabanında (tepeden gelen tüm o meydan okuyucu “hazırız” deklerasyonlarına karşın) bir şok etkisi yaratmasını önlemedi. Bu şok dalgasının nedeni ile tüm gücü zaten elinde toplamış görünen iktidarın kendi (görünürdeki) rahatını kaçırma ve konumunu riske atma pahasına bu kararı almasının nedenleri, en azından bir noktada aynı: Muhalefetin dağınık, çok parçalı ve büyük ölçüde umutsuz görünen yapısı.
Geçtiğimiz yıl bu zamanlar kritik ve tartışmalı bir farkla “Türk tipi” başkanlık sistemini referandum yoluyla geçiren iktidarın baskın seçim kararı, aslında bunun öncesinde başlayıp referandum sonucuna rağmen süren ve son aylarda belirgin biçimde derinleşen yönetim krizinin de bir itirafı niteliğinde. Nitekim baskın seçimi ilk kez işaret eden “beka” vurgulu konuşmasında Devlet Bahçeli, “3 Kasım 2019’a istikrar ve denge içinde ulaşmamız her geçen gün zorlaşmaktadır” diyerek bu durumu daha açık olamayacak bir netlikte bizzat ifade etti.
İstikrar ve dengeyi her geçen gün daha da zora sokan iç/dış siyasal gelişmeler ile iktidar blokunu kendi gerçek “beka sorunları” açısından muhtemelen daha fazla kaygılandıran açık ekonomik kriz göstergeleri, daha başka yazıların konusu olacak kapsamlı meseleler. Yine de bir cümleyle özetlemek gerekirse, sabah Rusya’ya akşam ABD’ye yanaşan bir dış politika kıvraklığını veya meclis önünde kendini yakan işçiyi görünmez kılma becerisini, mevcut koşullarda ancak bir süre daha gösterebilirsiniz. Öte yandan iğdiş edilmiş bir yargısal mekanizma, KHK’lar, tam kontrol altındaki bir meclis, el konmuş belediyeler, havuza entegre edilmiş medya ağı, dev güvenlik aygıtı ve militarize edilmiş siyasal/toplumsal ortam daha en az 1.5 sene elinin altında iken bir iktidar neden erken seçime gider sorusunun yanıtı için istikrar ve düzen bozucu unsurlar kadar herhalde muhalefete de bakmak gerekiyor.
Kurumsal muhalefet yapıları açısından bakıldığında CHP, gerek %25’e çakılı kalmış görünümünün yukarı yönde ivmeleneceğine dair hiçbir işaret vermemesi, gerek “milliyetçi cephe” denebilecek iktidar bloku karşısında ondan daha milliyetçi olduğunu ispatlamaya çalışan siyasal alıklığı ile değişim yönünde herhangi bir umudun bayraktarlığını yapabilir görünmüyor. Dahası, erken seçim ilanının hemen ardından parti yönetimi başkan adayına ilişkin henüz bir açıklama yapmamışken çeşitli isimlerin çıkıp parti adına adaylıklarını açıklamaları, “CHP sol mudur” popüler tartışmasının pabucunu dama atıp “CHP gerçekten bir parti midir” tartışmasını başlatacak düzeyde bir ciddiyet sorunuyla da malul olduklarını gösteriyor. Kolektif hafızaya en çok zamanın başbakanına fırlattığı anayasa kitapçığı ve bununla başlayan kriz ile kazınan eski cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e teklif götürüldüğü yönündeki iddialar da, siyasal alıklığın yanı sıra bu ciddiyet sorununun derinliğine de işaret ediyor. MHP’den kopup ne kadar kitle partisi olduğunu iddia etse de onun tabanına oynayan ve belli ki bir ölçüde de başarılı olan İYİ Parti’nin yine de baraj üzeri bir oy seviyesini kontrol edebildiği şüpheli. İYİ Parti’nin MHP’nin altını oyması gibi AKP’den önemli bir miktarda oy devşirebileceği düşünülen Saadet Partisi’nin gerçek oy karşılığı ise en azından şimdilik bunun da altında. Her ne kadar canlı ve kararlı bir görüntü verse de başta eşbaşkanları olmak üzere çok sayıda milletvekili hapse atılan, belediyelerine kayyum atanan, resmi ve fiili yasak ve engellemelerle söz söyleme/siyaset yapma alanı alabildiğine daraltılan HDP’nin etki kapasitesi de doğal olarak tartışmaya açık.
En azından %50’lik bir kesimi temsil ettiğini varsayabileceğimiz muhalefetin bu parçalı ve dağınık görünümünün, baş etmekte zorlandıkları çok boyutlu krizlerin altında kalabileceğini gören, hatta artık kendi iç çatışmalarını dahi gizlemekte zorlanan “yerli ve milli” iktidar cephesine bir “gafil avlama” fırsatı sunduğu çok açık. Bu dağınık görüntünün ve iktidar cephesinin siyasi etik veya kural gibi şeyleri umursamayan pervasızlığının bilincinde olan muhalif kesimlerin de bu yüzden erkene çekilmiş seçimi kaygı ve tedirginlikle karşılamalarını da, bu bağlamda anlayabiliriz. Ne var ki bu kaygıyı umuda ve imkâna dönüştürerek berhava etmek yerine pratik karşılığı olmadığı çok açık “boykot” tartışmalarıyla vakit yitirmek de, iktidar değişimini kriz faktörlerine havale edip “her şey boş”çu bir apolitizme savrulmak da hem yanlış hem tehlikeli.
Öncelikle olumsuz verilere bakarak girilen karamsarlıkla aktif eyleme kapasitesini gönüllü olarak kısıtlamanın tam da iktidarın nicedir sopa ile yapmaya çalıştığı şey olduğunu görmek gerekiyor. Moral dağınıklığın beraberinde getireceği siyasal duyarsızlığın, ezilenleri kendi tarihinin yapıcısı olmaya, özneleşmeye çağıran sol politikanın yaşam alanını en az o sopa kadar daraltacağı çok açıktır. Öte yandan iktidarı acil ve baskın seçime yönlendiren temel faktör olarak (siyasi ve iktisadi boyutlarıyla) yönetme krizini en sonunda o iktidarı devirecek bir kurtarıcı vehmetmek, tehlikeli sonuçlar üretebilecek vahim bir yanılgıdır. Otoriter baskı koşullarının derinleştirdiği örgütsel dağınıklığa bu beklenti aracılığıyla bir tür “kendiliğindenci” siyasal hazırlıksızlığın eklenmesi, iyice derinleşip gerçekten iktidar blokunu sarsacak bir krizin ezilenlerin alanını genişletmek yerine mevcut olandan daha sert ve militer bir baskı ortamını şekillendirmesi çok daha olasıdır.
Tüm bunların ötesinde de hiçbir zaman kolay olmayan eşitlik, özgürlük ve adalet odaklı toplumsal mücadelelerin tarihinin, Türkiye’de ve dünyada zaferler ve yenilgiler içerdiğini ama hep kazanımlarla ilerlediğini Ernst Bloch’un “militan iyimserliği” ile hep hatırda tutmakta yarar var. Burada kastedilen saf bir Polyannacılık değil, umudun hep orada olduğunu tarihle bilen bir inançtır. Bu inanca tutunmak için en olmaz denilen anda ülkenin tüm alanlarını kaplayan Gezi isyanını veya 7 Haziran’ı hatırlamak yeterli olacaktır. Bunları tekrarlamanın önşartı ise umudu diri tutmak, umutsuzluk kumkumalarına kulak tıkayıp onları da mücadeleye çağırmaktır.
Antonio Gramsci, "entelektüel ve moral düzensizlik" üreten yenilgilerin yarattığı umutsuz, yenilgici ve karamsar ruh halini eleştirirken Romain Rolland’dan alıntılayarak kullandığı (ve benim de çok sevdiğim) ifadesiyle "aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği" demişti. Öyle sanıyorum ki akıl alabildiğine kötümserken bile iradenin iyimserliğini diri tutmak, Gramsci'nin İtalya'sından çok daha fazla bizimki gibi coğrafyalarda ve tarihsel koşullarda gerekli, hatta zorunludur. Karamsarlık elbette meşru ve insani bir duygudur ve türlü gerekçelerle hepimiz bazen onun girdabına kapılabiliriz. Bu biçimiyle bireysel olarak yaşantılandığında karamsarlık, umutsuzluk, yılgınlık kınanacak şeyler değildir. Ama o karamsarlığı yaymak, etrafa kendi umutsuzluğumuzu bulaştırmak, herkesi içinde debelendiğimiz yılgınlık batağına çağırmak (hadi suçtur demeyeyim ama) büyük kötülüktür. Mevcut durum üzerinden konuşacak olursak, niyet edilmemiş olsa da en etkili iktidar propagandasıdır. Üzerimize ateş açılan cepheye mermi taşımaktır. Umutsuzluk da umut da bulaşıcıdır. İlkini daha iyi zamanlara saklayarak umudu bulaştırmak gerek.
Sinan Laçiner