1925 yılında kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu, hükümete cumhurbaşkanının onayıyla memleketin huzurunu bozabilecek örgütleri ve yayınları kendi başına yasaklamaya, bunlarla ilişkilendirilen kişileri de İstiklal Mahkemeleri'ne sevk etmeye yetkilendiriyordu. Şu anda içinde bulunduğumuz durum, bundan çok da farklı değil aslında.
15 Temmuz darbe girişiminde sokağa çıkan kitlelerin mücadelesini istismar eden iktidar, darbeyle mücadele etme bahanesiyle ilan ettiği OHAL ile, 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu uygulamalarına benzer bir şekilde, muhalefet üzerinde yoğun bir terör uygulamaya başladı. Çoğunluğu sendikalı olan on binlerce öğretmen, büyük kısmı barış imzacısı olan binlerce akademisyen, binlerce memur, darbeyle ya da artık genel olarak muhalefeti temsil eden bir kavrama dönüşen terörle ilişkilendirilerek ya ihraç edildi, ya açığa alındı. Dört aylık bir süre zarfında kapatılan yayın organlarının sayısı 170'e ulaştı. Özellikle Kürtçe yayın organlarına indirilen darbe çok ağır oldu, Kürtçe çizgi filim gösteren televizyon kanalı bile kapatıldı.
Daha önce dokunulmazlıkları kaldırılan HDP vekiller, dün karga tulumba gözaltına alındı. Gözaltına alınan 12 vekilden, HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ'ın da bulunduğu 9'u tutuklandı. Tutuklanan vekillerden Ferhat Encü, Robosi katliamında 34 akrabasını kaybetmişti. Gözaltılar havuz medyası tarafından "terör operasyonu" başlığıyla verildi, ülkenin çeşitli yerlerinde yapılan protesto gösterilerine polis saldırdı, çok sayıda kişi darp edildi ve gözaltına alındı.
Bütün bu yaşananlar, 7 Haziran seçimlerine barışın partisi olarak katılan HDP'nin 6 milyon oya karşılık gelen %13'lük müthiş seçim başarısının ardından başladı. Neredeyse bütün örgütlerinin saldırıya uğradığı, her türlü baskıya maruz kaldığı, üyelerinin ve seçmenlerinin şiddet gördüğü, tutuklandığı, öldürüldüğü bir ortama barış talebiyle giren HDP'ye gösterilen teveccühün Suriye'nin kuzeyinde yaşanan gelişmelerle birleşmesinden korkan devlet aklı, rotasını savaşa doğru çevirdi. Savaş eylemlerinin bir sonucu da, ordu içinde yuvalanan darbeci güçlerin giderek cesaretlenerek, 15 Temmuz girişiminde bulunmalarının tetikleyicisi oldu.
İçinde bulunduğumuz bu yeni Takrir-i Sükun günleri, demokrasi güçlerinin saflarında yılgınlığa ve moral bozukluğuna neden olabiliyor. Bu şüphesiz insani bir duygudur, ancak mevcut durumun değişmesine bir katkı sağlamıyor. Demokrasi güçlerinin ellerinde hâlâ örgütleri mevcuttur, azımsanmayacak bir kitlesi vardır, sokağa çıkma gücüne ve yeteneğine sahiptir.
Yerli ve milli cephenin saldırısı merkezi olarak gerçekleştiğine göre, bu saldırıya verilecek cevap da merkezi olmalıdır. Yani demokrasi güçleri aralarındaki farkları bir kenara koyarak safları sıklaştırmalıdır. Ve yerli ve milli cephe saldırı gücünü savaştan aldığına göre, demokrasi güçlerinin cevabı barış üzerinden olmalı, 6 milyon seçmenin HDP'ye teveccühünün barış üzerinden gerçekleştiği bir an bile unutulmamalıdır.
Türkiye şu anda çok derin bir sosyal ve siyasi krizin içinde çırpınıyor. Bu krize pek yakında bir ekonomik krizin de katılacağının işaretleri her geçen gün artıyor. Bu, işçi sınıfının siyasi eğilimlerini hızla değiştirebilir. Unutulmamalıdır ki, AKP hükümeti de bir sosyoekonomik krizin ardından gelmişti. Gidişi de aynı şekilde olabilir. Bunu da göz önünde bulundurmak, buna uygun örgütlenmeleri yaratmak ve geliştirmek gerekir.
Bu karanlıkta bunlar nasıl olacak diye mi soruyorsunuz? Demirtaş bunun cevabını vermişti: "En karamsar olduğunuz anlarda bile ayak ucunuza değil ufka bakın, umudu göreceksiniz mutlaka, göremiyorsanız bir daha bakın, görene kadar bakın."
Umut ve mücadele dolu günler, bir kez daha hoş geldin!
Atilla Dirim