Elbistan’da toplu zehirlenme: Suyumuzu kararttılar

03.09.2016 - 13:10
Akgün İlhan
Haberi paylaş

Geçtiğimiz hafta Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesinde yaklaşık 32 bin insan baş dönmesi, yüksek ateş ve kusma şikâyetiyle hastanelere akın etti. Böylesine büyük bir zehirlenme vakasında ilk akla gelen fail şebeke suyu olduğu için, sorunun kaynağının saptanması için hastalardan ve sudan örnekler alınarak Ankara Halk Sağlığı Kurumu Başkanlığı’na gönderildi.

Tüm bunlar olurken Kahramanmaraş Su ve Kanalizasyon idaresi (KASKİ) ilkin kendilerinin sorumluluğu olmadığını açıklayan beyanlarda bulundu. Ancak KASKİ ilerleyen günlerde Ceyhan Nehri’nden içme suyu şebekesinin keson kuyularına norovirüs bulaştığını ve zehirlenmelerin nedeninin bu olduğunu açıkladı. Yağışların azalmasından dolayı debisi düşen Ceyhan’dan içme suyu şebekesinin keson kuyularına sızan sudan norovirüs insanları hasta etmişti. KASKİ bir sonraki anonsa kadar insanlara şebeke suyundan içmemeleri için çağrıda bulundu. Bu süreçte belediye evlere su dağıttı ve hastalananların daha sık görüldüğü mahallelerdeki içme suyu şebekesindeki sızmaları kapatarak yüksek klorla dezenfekte edileceğini belirtti.

Nedir bu Norovirüs?

Norovirüs doğrudan içme suyuyla alınabildiği gibi, ağız yoluyla, el yıkamadan yapılacak bir tokalaşmayla veya öpüşmeyle de geçebilir. Virüs insan vücuda girdikten 24-48 saat sonra şiddetli bulantı, kusma, ishal, kimi zaman baş ağrısı ve ateş gibi belirtiler ortaya çıkarır. Hastalık çoğu zaman özel bir tedavi gerektirmez. Sadece kaybedilen sıvı ve tuzun ağız yoluyla alınmasıyla bile 2-3 gün içinde hasta kendiliğinden iyileşebilir. Ancak küçük çocuklarda, yaşlılarda ve sağlık durumu iyi olmayanlarda (kalp, akciğer, şeker ve kronik böbrek hastalığı gibi) daha şiddetli etkide bulunup, hastanede yatmayı gerektirebilir. Maalesef bu hastalığa pek çok kez yakalanılabilir. Zira virüsün farklı tipleri vardır. Bunlardan birine yakalanınca hastada sadece o tipe karşı antikor oluşur. Yani diğer norovirüs tiplerine karşı bağışıklık kazanılmaz. Norovirüsle mücadelede hijyen şarttır ama suda norovirüs olduğu için Elbistan vakası gibi durumlarda insanlar çaresiz durumdadır.

Yetkililerden akıllara ziyan açıklamalar

Elbistan’da kıyamet koparken pek çok yetkili bir araya gelerek bir basın toplantısı düzenledi. Yapılan basın toplantısında konuşan Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Kurumu Başkanı İrfan Şencan şunları söylüyordu:

Sularda herhangi bir kimyasal sıkıntı yok… Ancak bir bakteriyel mikrobik bir kirlenme varmış. Dolayısıyla kirlenmenin noktasının da su kuyuları olduğu tespit edildi. Kirlenme su kuyularında olduğu için şehrin tamamı neredeyse etkilenmiş durumda ancak klorlaması daha iyi yürüyen deponun beslediği alanda daha az diğer taraflarda biraz fazla olmak üzere. Kirliliğin kaynağı net; su kuyuları“.

İyi de bu kuyuların kontrolleri ve denetiminden kim sorumluydu? Herhalde biz değildik. Ayrıca Ceyhan Nehri’nin debisinin düşmesiyle birlikte şebeke suyu borularındaki çatlaklar ve kırıklardan etraftaki kirli suların şebekeye karışmış olması kuvvetle muhtemeldi. Alt yapımının bakım ve onarımı neden bir türlü yapılamıyordu? Su faturalarındaki ek vergiler ve maliyet unsurları için vatandaştan alınan onca para bunlara harcanmıyorsa, ne için kullanılıyordu?

Bu yetmezmiş gibi Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu Başkanı Alper Cihan’dan millet can derdindeyken bir sağlık sistemi güzellemesi dinledik. Cihan şöyle diyordu:

Elbistan’a toplamda 42 hekim ve 36 hemşire takviyesi yapıldı. İl dışından da çok sayıda serum ve diğer sağlık malzemesi transferi yapılmıştır. 3 gün içerisinde 32 bin hasta karşılamak, bu ülkenin ne kadar güçlü bir idari sistemi ve sağlık sistemine sahip olduğunu göstermektedir. Sevindirici olan şudur; bu 32 bin hastanın yüzde 80’i ayakta tedavi edilmiş, yüzde 20’si ise serim ve gözleme alınmış hastalardır. Çok şükür ki ağır hastamız yoktur

İnsanları hem hasta eden, hem de iyileştirdiği için övgü isteyen bir söylemle çıkış yapan Cihan’a şunu sormak lazım. Böylesine bir felakette bile sevindirici bir yan bulmak neyin kafasıdır? Bunun nedeni suçluluk psikolojisi olabilir mi?

Aynı basın toplantısında Kahramanmaraş Büyükşehir Belediye Başkanı Fatih Mehmet Erkoçise, sistemin dezenfekte edilerek vatandaşlara yeniden kaliteli su vereceklerini belirtirken şu sözleri söylüyordu:

Burayla ilgili de baştan bu yana yoğun bir teknik inceleme yapıyoruz. Zaten bu incelemeleri hem savcılık, hem de valilik yapmaktadır. Biz de Büyükşehir olarak aksayan yönler var mı, bununla ilgili kim varsa bunun üzerine sonuna kadar gideceğiz.

Erkoç’a “Topu başkasına atacağınıza, bu soruları önce kendinize sormanız gerekmez mi?” diye sormak gerek. Bu ülkede vatandaş dünyanın parasını suya harcadığı halde bırakın su içememeyi, neden can güvenliğine bile sahip değildir? Devletin en asli görevi vatandaşına temiz ve insan onuruna yakışır bir çevre sunmaksa bu olanların anlamı nedir? Bu devlet kimin devletidir?

Elbistan’da olanlar münferit bir vaka değil

Şebeke suyunun içilemez olması bir yana insanları zehirliyor olması gerçekten esef verici. Ve bu vakalar münferit değil. Duyduklarımız sadece büyük ölçekli felaketlere neden olduğu için medyaya yansıyanlar. Daha geçtiğimiz hafta Bodrum’da içme suyundaki bakteri nedeniyle ilçe genelinde yüzlerce tatilci zehirlenmişti. Yüzlerce kişi karın ağrısı ve kusma şikâyetiyle hastanelere koştu. Öyle ki hastanelerde yer kalmadı. Yapılan araştırmalar sonucu şebeke sularının temiz olmadığı ortaya çıktı. Şimdi Bodrumlular her sene benzer durumların yaşandığını belirterek isyan ediyor. Üstelik aynı salgın Kuşadası ve Marmaris gibi tatil yerlerinde de defalarca yaşandı.

Benzer bir facia İstanbul’un da başına gelecektir…

Gelelim İstanbul’a. İstanbul’da tarih boyunca su ve hıfzıssıhha hizmetlerini sağlamakla yükümlü olan yetkililer suyu şu veya bu şekilde evlere taşımaktan öteye gidemedi. Taşıdıkları bu su içilemez olduğu halde Türkiye’nin en pahalı sularından biri olma unvanını da korudu. Çeşitli zamanlarda ve semtlerde İstanbul’un şebeke suyunda defalarca kirlilik vakası yaşandı. Artan nüfusun İstanbul’un öz su varlıkları üzerindeki baskıları artırması, çevre illerin su varlıklarının İstanbul’a akıtılması sonucunu doğurdu. Kurak dönemlerde Sakarya Nehri’nden alınan suyu temizleyecek bir arıtma tesisinin bulunmaması nedeniyle bu nehrin kirli suları belirli oranda şebeke suyuna karıştırılıp, zehir seyreltilerek halka verildi. Sularımız koktu, sarardı ve bizi hasta etti. Bu zihniyetle devam edilirse Elbistan’da yaşanan facianın çok daha büyük ölçeklisini yaşamamız şans değil, an meselesidir.

Türkiye’de suyun kalitesi önemli bir mevzu değil…

Türkiye’de su kalitesi sorunu sadece toplu halde sudan zehirlenip hastanelere akın ettiğimizde gündeme gelip, birkaç gün sonra unutuluyor. Tabi bir de bizi yavaş yavaş zehirleyen, dolayısıyla sinsice devam eden kirlilik kaynakları da var. Tüm dünyada 1980’lerde yasaklanmaya başlanan asbest bile Türkiye’de altmışa yakın ilin su taşıma borularında var. İlçelerin sayısının ise 900 civarında olduğu tahmin ediliyor. Denizli, Bodrum, Kırşehir, Karlıova’da (Bingöl) ve daha onlarcasında asbestli su borularının değiştirilmesi için çalışmalar var. Bazen de Datça örneğinde de olduğu gibi trajikomik durumlar yaşanabiliyor.Bundan iki yıl önce asbestli su borularının değişmesini isteyen Datçalılar yetkililere yıllarca ses duyuramayınca “Datça asbesti hak etmiyor!” adı altında imza kampanyası başlatmıştı. On binlerce kişi imzalayınca İller Bankası Datça’da boruların değiştirilmesi için kredi verileceğini açıkladı. İnsanların en temel yaşam haklarından biri olan temiz suya erişmek için imza toplamak zorunda kalması dehşet verici.

Evdeki musluktan su içmek zorunda olan ekonomik durumu iyi olmayan kesim asbest, bakteriler, virüsler ve ağır metallerle zehirli suları mecburen içiyor. Yoksul zengin hepimiz çamaşırlarımızı bu sularla yıkıyor, kıyafetlerimizdeki bu zehirlerle temas ediyoruz. Hepimiz evimizin ve bedenimizin temizliğinde şebeke suyu kullanıyor. Sebzeyi, meyveyi, bulaşığı bu kirli suyla yıkadığımız için zehirli maddeleri aslında yiyoruz.

Ne yapılmalı?

Sadece birkaç on yıl önce sokak çeşmelerimizden akan suları ücretsiz içebilirken, evimizdeki musluktan akan suyla bardağımızı doldururken, artık damacana ve PET şişesiz bir hayat düşünemez olduk. Bizi susuz bırakmayacaklarını her fırsatta ifade eden ve 2071 yılına kadar yetecek suyumuzun olduğunu söyleyen Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu veİstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Kadir Topbaş gibi yetkililer suyu sadece getiriyor ama içilebilecek kaliteye taşımıyor. Çünkü halka içme suyunu sağlama işi 1990’lı yıllardan bu yana ambalajlı su şirketlerine devredilmiş durumda. Suyu ticarileştirici ve özelleştirici bu yönetim anlayışı değişmediği sürece sorunlar katlanarak büyümeye devam edecek. Zira su ve hıfzıssıhha hizmetlerinin ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesiyle birlikte masraftan kaçınmak için alt yapıda bakım ve onarıma ayrılması gereken bütçe kısıtlanıyor. Böylece kalitesiz ve kirli sulara artan fiyatları ödemeye devam ediyoruz.

Hâlbuki su ve hıfzıssıhha gibi temel bir insan haklarını yerine getirmek hem anayasayla, hem de uluslararası hukukla belirlenmiş bir yükümlülüktür. İstanbul’da ve pek çok büyükşehirde olduğu gibi içilemeyecek kalitede ve hatta hastalık yapıcı suları şebeke suyu olarak hanelere taşımak ve bunun karşılığında sürekli büyüyen su faturalarını insanlara dayatmak hizmet falan değildir. Bu olsa olsa bir kandırmacadır. Yapılması gereken en sade tanımıyla suya erişimde fiziksel ve ekonomik engellerin ortadan kaldırılması için altyapı bakım ve onarımları kamu kaynaklarınca yapılması, herkese temel ihtiyaçlarını (içme, yemek pişirme, duş alma vb.) sağlayacak miktarda ve kalitedeki suyun ücretsiz olarak sağlanmasıdır. Suyun ücretlendirilmesi sadece bu temel ihtiyaçları aşan kullanımlar için söz konusu olmalıdır.

Akgün İlhan

[email protected]

(Not: Yazı ilk olarak Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır)

Bültene kayıt ol