Savaş, insanlığın başına gelen en kötü, en korkunç olaylardan biri. Bugün Filistin’de en vahşi hâlini izlediğimiz bu barbarlık insanlık tarihinin her döneminde bir yerlerde süregeldi. Dünya, 20. Yüzyılın başında iki büyük dünya savaşı yaşadı. Biz henüz bir dünya savaşına şahit olmadık ama Afganistan’ın, Irak’ın işgallerini gördük. Suriye’de başlayan iç savaşta hem emperyalist devletlerin hem de IŞİD, El Nusra gibi örgütlerin cinayetlerine şahit olduk. Yükselen emperyalist rekabet Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline yol açtı, ABD ve diğer Avrupa devletleriyse buna daha fazla silahlanma ile cevap veriyor.
Bütün bu vahşet sadece liderlerin kötü insanlar, kana susamış manyaklar olmasından kaynaklanmıyor. Savaş, kapitalist sistemin kaçınılmaz olarak ürettiği bir sonuç. Vladimir Lenin’in 1916’da kapitalist devletler arası rekabetin küresel düzeyde nasıl savaşlara yol açtığını anlattığı kitabının başlığında belirttiği gibi emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşaması ve sürekli olarak savaş üretmeye mahkûm bir makine.
Kapitalizmin erken döneminde görece küçük şirketler arasında bir rekabet yaşanıyordu, bu rekabetin yaşandığı alan iç pazarlardı. Ancak bu rekabet her zaman bazı şirketlerin zaferi, bazılarının ise yok olmasıyla sonuçlanmıştır. Dolayısıyla büyüyen ve güçlerini artıran şirketler için artık iç pazar yeterli değildir: Rekabetin sahası küreseldir.
Şirketler, küresel rekabeti tek başlarına sürdüremezler. Bu rekabeti sürdürebilmek için elinde merkezi bir iktidarı, diplomatik araçların yanı sıra silahlı kuvvetleri de olan bir güce ihtiyaç duyar ve buna sahip olan tek kurum olan devletlere başvururlar. Giderek büyüyen şirketlerle devletler iç içe geçmeye başlar ve ekonomik rekabet giderek jeopolitik rekabetle birleşir. Bu rekabetin sonucu olarak savaş denilen vahşet ortaya çıkar. Lenin’e göre savaş siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi, siyaset ise ekonominin yoğunlaşmış hâlidir.
Kapitalizmin pazar arayışı önce “geri kalmış” diye tanımladıkları Afrika ve Ortadoğu gibi bölgelerin sömürgeleştirilmesi ile karakterize oldu ancak rekabet sadece sömürgelerde sınırlı kalmadı, sonunda Avrupa’nın bütününde devletler birbirlerine girmek zorunda kaldılar ve 1914’te I. Dünya Savaşı başladı. Milyonlarca insanın ölümüne sebep olan I. Dünya Savaşı’nın temel sebebi dönemin baskın endüstriyel gücü olan İngiltere ile Avrupa’nın ikinci büyük ekonomisine sahip olan Almanya arasındaki rekabetti. Almanya ve diğer devletler İngiltere’ye başkaldırınca kapitalizmin krizi, bir dünya savaşına dönüştü. Savaştan kazançlı çıkan ise dönemi başarılı bir şekilde değerlendirerek ekonomik büyümesini hızlandıran ABD oldu ve bir anda en büyük güç hâline geldi.
Savaş sırasında işçi sınıfının en kitlesel örgütleri olan sosyal demokrat partiler savaş karşısında kendi egemen sınıflarının safında yer aldılar. Bu enternasyonalist devrimciler için kabul edilemez bir durumdu. Aralarında Lenin, Rosa Luxemburg, Lev Troçki, Karl Radek gibi isimlerin bulunduğu bir avuç devrimci Zimmerwald Konferansı’nda buluştu ve savaşı devrime dönüştürme kararı aldı. Savaşa son veren de devrim oldu. 1917 Ekim’inde Rusya’da başlayan sosyalist devrim, hızla diğer ülkelere yayıldı. Almanya’da 1918’de başlayan devrimci süreç monarşinin yıkılması, cumhuriyetin kurulması ve I. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle sonuçlandı. Aynı anda devrimci lider Karl Liebknecht Almanya’da işçi konseyleri cumhuriyetinin kuruluşunu ilan ediyordu ancak sosyal demokratlar tarafından bu devrim engellendi, liderleri katledildi.
Savaş her zaman karşımıza aynı şekilde çıkmayabilir. Zaman zaman bölgesel, zaman zamansa küresel boyutta yaşanabilir, ancak temelinde hep kapitalist rekabet vardır. Bugün de rekabet pek çok ülkenin arasında devam ediyor fakat temel rekabet küresel patron ABD ve onun en büyük rakibi Çin arasında sürüyor. Dünyanın dört bir yanındaki savaşların ana sebebi işte bu rekabet. Sosyalistler ise savaşa karşı mücadeleyi kapitalizme karşı mücadele ile birleştirmek için çalışıyor.
Can Irmak Özinanır
(Sosyalist İşçi)