Kenan evren öldü. Huzur içinde falan da ölmedi; müebbet hapis almış işkenceci, katil bir darbeci olarak, kâbuslar içinde öldü. Ve soluk aldığı son zamanlarda bir tutam aklı kalmıştı ise eğer, tarihin kendisini yalnızca bir canavar olarak yazacağını da bal gibi biliyordu neyse ki. Her şeye rağmen kendisi ile aynı havayı daha fazla solumayacak olmak da hepimize biraz iyi geldi kuşkusuz.
Sahî, darbecilere mahçûp olmaktan çatlamak üzere olan AKP ile, zaten evvelden beri savaş borazanlığı yapan, darbe ve darbeci övmeyi erdem bilenler hariç herkes sevindi herhalde. Kemalistlerin bile çoğu "Atatürk’ün partisini kapatmaya cüret etti" diye; hatta faşistlerin bile bir kısmı darbenin tertibinde tetikçi olarak kullandığı ülkücüleri, darbeden sonra delil hâline gelince yok ettiği için, yâni zannettikleri gibi ödüllendirmedi diye sevmezler zirâ.
Gerçekten de, yalnızca devletin “doğal düşmanlarını” yani Kürtleri, Alevileri, Ermenileri, Rumları ve solcuları değil; kendisi için öldürmeyen, işkence etmeyen, ihbarda bulunmayan herkesi suçlu ilân etmiş, canına okumuştu 12 Eylül. Ve nasıl başta Kürt halkının kazanımları ve darbecilerin müebbet hapis alması olmak üzere pek çok şey 12 Eylül rejiminin gerilediğini ve güç kaybettiğini müjdeliyorsa; Evren’in devlet töreni ile gömülmesiyle kristalleşen pek çok refleks de devletin darbenin şefini suçlu olarak değil, eski cumhurbaşkanı olarak görmeye devam ettiğini, yani rejimin sürdüğünü gösterir elbette.
Yani başka deyişle, darbenin devlete karşı değil, devlet adına işlenmiş bir suç olduğunu ve darbelerin devletin işleyişinden kopuk süreçler değil, devleti yöneten sınıfın devletin sürekliliği için aldığı “aşırı önlemlerden” ibaret olduğunu bir kere daha berraklaştırıyor.
Elbettte suç bu kadar büyük olunca, azmettiriciler suçu işlettikleri insanları gözden çıkarmak durumunda kalabilirler ve böyle olması için mücadele etmek ekemeğine yağ sürmez, bilakis aralarındaki sembiyozun göz önüne çıkmasını sağlar.
12 Eylül gibi bir suçu başka vahşetlerle kıyaslayıp önemsizleştirmek gibi bir niyetim elbette olamaz. Ama tüm topluma küllî olarak yaşatılan acıları hatırlarken bir şeyi gözden kaçırmamak lâzım; Türk devletinin hakimiyeti altında yaşayan devletin aslî unsur kabul etmediği herkes bu devlet kurulduğından beri, değişen veçhelerle olsa da 12 Eylül koşullarında yaşıyor zaten. Türkiye’de Türk ol(a)mayan halkların nasîbine düşen baskı bir yana dursun, yok edilmeye direnmek olagelmiş.
Evindeki bir kitap yüzünden rahat uyku uyuyamamanın vahşeti nasıl toplumsal hafızamızda yer ediyorsa; ana dilinde şarkı söylediği için dayak yemek de, “ne olur, ne olmaz’ diye yedekte bir “Türk” ismi bulundurmak da, ailenin soykırımda öldürüldüğünü arkadaşlarından gizlemek de öyle olmalı. Ve ikinci kategori ne darbe dönemlerine ne de geçmişe mahsus malesef.
Bunun önündeki tek engel ise, bize içten içe “bizden olmadıklarını” o yüzden “hak ettiklerini” söyleyen milliyetçilik. Darbelerin “seneye de giyersin” diye abartmaktan çekinmedikleri milliyetçilik restorasyonu da elbette tesadüf değil. Zirâ milliyetçilik her daim devletin vahşetini ve otoritesini onaylatmak için örgütlü iradeye karşı kullandığı başlıca ideolojik silah olduğuna göre, her silah gibi yenilenmesi, bakımının yapılması gerekiyor.
Türkiye’deki askeri rejimlerin hiçbiri, açık ki devrildiği için sonlanmadı. Aksine otuz yıl sonra bile darbecileri koruyan, yargılanmalarndan rahatsız olan bir solu dahi mümkün kılacak bir millî kafes inşa edip öyle gözlerden çekildiler. Hattâ kimisi kendini cumhurbaşkanı yapacak kadar arsızdı, göz önünde olmayı seviyordu.
Yani hepsi “gözlerinin arkada kalmayacağı” bir sistem tesis edip gitti ve anlaşılacağı üzere biz o sisteme tâbi yaşıyoruz halâ.
Darbeler, devletin kendi fikirleriyle ürettiği rızayı koruyamadığı vakit gösterdiği gerçek yüzüdür. Yönetici sınıfın, devleti bir güvenlik aygıtı olarak kullandığının açıkça görülmesinden çekinmeyecek kadar tedirgin ve saldırgan oluşunun görünümü yani. Ama öyle bir şiddet üretilir ki, tüm bu açıklığa rağmen arkasındaki esas güç yine kendini silikleştirmeyi becerir.
Yani Kenan Evren çok şükür sonsuza kadar “büyük devlet adamı” olarak anılmayacağını görecek kadar uzun yaşadı. Ama Cemal Madanoğlu için veya Muhsin Batur için aynısını söylemek zor. Çünkü darbeler, başında Evren kadar aymaz ve gitmek bilmez bir illet olmadığı sürece suç değil de “tarihin cilvesi” gibi görülmeye devam ediliyor. 20 küsur senelik tek parti diktatörlüğünün üzerine 40 senede dört darbe yaşamış, ordunun otonom bir kapitalist aktör olduğu bir yerde de bu çok normal.
12 Eylül de, 12 Mart da, 27 Mayıs da, 28 Şubat da, devletin ta kendisidir. Temsil ettikleri her kuruma her fikre saldırmak, devlete zarar verecektir. Bugün hâlâ duran en fiilî miraslarından birisi ise seçim barajı ve onu da ortadan kaldırmak için büyük bir fırsat var karşımızda.
Deniz Güngören