İktidarın çubuğu halkı fakirleştirmeye, zaten fakirleşmekte olan insanların yoksullaşma hızını artırmaya büktüğünü ilk yazıda tartışmaya çalıştım. Özetle, seçim kazanacak bir politik iklime altlık yapılmak üzere ekonominin, kapitalist kurallara göre oynandığı zemin tarumar ediliyor. Yerine oyunun nasıl oynanacağı da belirlenmiş değil. MHP ve devlet tarafından desteklenen tek bir partinin ve bu partinin tek bir üyesinin seçim kazanması uğruna içine yuvarlandığımız, tetiklenen bir kriz ve aşırı yoksullaşma yaşadığımız.
İktidar, TL’yi değersizleştirdiğinde, Hazine borçlarını da şişiriyor. Hazine, Mart ayı açıklamasında, Türkiye'nin 31 Mart 2021 itibarıyla brüt dış borç stokunun 448,4 milyar dolar, net dış borç stokunun 262,1 milyar dolar olarak hesaplandığını bildirdi. Net dış borç stokunu ödemek için 20 Kasım’da 2 trilyon 621 milyar lira ödeyecekken, bir partinin seçim kazanmak için uydurduğu ve egemen sınıfın bazı kesimlerine de kaynakları emekçilerden kendilerine aktarma işlevi gördüğü için hoş görünen “faiz sebep, enflasyon sonuç” teorisine uygun kararların alındığı 21-22 Kasımda 3 trilyon 151 milyar 639 milyon lira ödeyecek. Bu borç, iktidar, iktidara bayılan sermaye grupları, Koç grubu ya da Cengiz Holding’in cebinden karşılanmayacağına, halktan aldığı vergilerle yaptıkları yollarla övünebilecek bir iktidarla karşı karşıya olduğumuza göre, borcun kimin sırtına yükleneceği çok açık.
Bu gelişmeler sıradan olaylar değil ve kendiliğinden de sona ermeyecek. İktidardaki varlığını memleketin ölüm kalım mücadelesine indirgeyen, bekayı, AKP’nin ve giderek Erdoğan’ın seçim kazanıp kazanmamasıyla özdeşleştiren bir eğilimle karşı karşıyayız. “Ekonomik kurtuluş savaşı” tezi, beka anlatısının ekonomik alana uyarlanmış hâli ve yerli-milli kurtuluş mücadelesi tezi kadar büyük bir maske.
“Ekonomik kurtuluş” değil patronlara kaynak aktarma savaşı
Bu iktidar, bir konuda, halkın kaynaklarına çökme ama bu çöküşü halkın çıkarlarınaymış gibi gösterme konusunda benzersiz özelliklere sahip. Covid-19 salgınında patronların vergilerini affederken ve sermayeye işçilerin fonundan kaynak aktarmaya devam ederken, halkın gözünün içine baka baka IBAN numarası yollayıp para istemişlerdi. Oysa Türkiye’de yoksullar vergi gelirlerinin yüzde 70’ini omuzlamış vaziyetteyken, nüfusun en yoksul yüzde 40’ı toplam gelirin sadece yüzde 17’sini alıyor. En yoksul yüzde 20’nin ise, toplam gelirden aldığı pay sadece yüzde 6. İktidar 2020 yılının bütçesine göre vatandaşlardan, alışveriş yaparken, maaşlarından keserek, kazandıklarından 913 milyar TL vergi toplamayı hedeflemişti. Yani her gün yaklaşık 2,5 milyar lira vergi veren vatandaşlardan, bir de hiç sıkılmadan pandemiyle mücadele adı altında para istenmişti.
Türkiye’de kaynaklar hızla sermaye gruplarına aktarılıyor. Bunu yaparken de uluslararası sermayeyle gayet sağlıklı ilişkiler kuruluyor üstelik. Brüt dış borç stokunun 448 milyar dolar civarında olması, “dış güçlerle” derin bağlara, borç alıp borç ödeme seviyesinde bir ilişkiye sahip olunduğunu gösteriyor.
Peki nereden çıkıyor bu son dönem sert fakirleşme politikalarını savunurken kullanılan “ekonomik kurtuluş mücadelesi” iddiası?
Bu iddia; doğal gaz, petrol ve bazı temel girdilerin fiyatının bir anda, yüzde 30 artmasına bağlı olarak sadece son bir ayda yaşanan yüzde 30 fakirleşmeyi örtmek için kullanılan bir maske. Tıpkı “nas” tartışmasında olduğu gibi. Faize dair dini yorumlardan söz edilecekse, iktidar tutarlı olmak istiyorsa tüm faiz operasyonuna son vermelidir. Merkez Bankası ise yüzde 18 olan Eylül ayı faizini Ekim’de yüzde 16’ya, Kasım’da yüzde 15’e düşürdü. Yani, hâlâ yüzde 15’lik bir faiz söz konusu. “Nas”tan söz ediyorlar ama en başta sermaye piyasaları “nas” falan dinlemiyor.
“Ekonomik kurtuluş mücadelesi” de böyle. Halkın aşırı fakirleşmesine paralel olarak hangi toplumsal kesimler nasıl zenginleşiyor diye bakıldığında, bu “kurtuluş” teorisinin, iktidar çevrelerini, sermaye gruplarını, halkın yoksul kesimlerinin aleyhine fakirleştirme stratejisinin maskesi olduğu görülür. “Ekonomik kurtuluş mücadelesi” seçim kazanmak için ekonomik canlanmaya ihtiyaç duyan, bu canlanmanın da halkın aşırı fakirleşmesinden ve TL’nin dolar karşısında pula dönüşmesinden geçtiğini tespit edenlerin zenginliğini gizlemenin aracı.
Ortada dünya sermayesine kafa tutan bir iktidar yok! Ortada olan, dünya sermayesiyle iyi ilişkilerini daha da iyi hale getirmek isteyen bir iktidarın, hem küresel hem de “buralı” sermayenin çıkarlarını milli hislerin arkasına maskelemesidir. Çünkü doların değerlenmesinden muratları ihracatın artması, dış bir güç olan doların kasaya dolmasıdır. Bunun, “ihracatta daha fazla malı daha ucuza satarken ithalatta daha az malı daha pahalı almakla sonuçlanacağı” açık olsa da, başka bir ekonomik hamle düşünemeyen iktidar ve danışmanlar ağının bu heybetli, hafif antiemperyalist tınılar taşıyan lafları kullanmaları çok acıklı manzaralar sunuyor.
Zira dünyaya meydan okuyormuş edaları bir yanda ortalığı kasıp kavuruyor ve şöyle sözler ediyorlar: “küresel finans çevrelerinin ülkemizi bunca zamandır ekonomik boyundurukları altında tutanlar ve onların içerideki tetikçileri.” Ama hepimiz biliyoruz ki aynı Erdoğan, “17 yılda 220 milyar dolar doğrudan yatırım” yapmasıyla övündüğü küresel sermaye çevrelerinin “ülkemize yönelik ilgisi ve yatırım iştahı, salgın şartlarına rağmen, hamdolsun günden güne artıyor” diyerek teşvik etmesinin üzerinden ancak iki ay geçti. İki ayda, “ekonomik kurtuluş savaşına” karar verdiğinize kimse inanmıyor.
Bu hem “yerli ve milli” hem de küresel sermayenin el birliğiyle ve otoriter iktidar aracılığıyla, otoriter iktidarın kendi bekasını da içeren bir kurtuluş mücadelesidir. Biz yoksullar için bedeli ise; aşırı yoksullaşma, yeterli gıdaya, zaten ulaşmakta zorlandığımız sağlık ve eğitim hizmetlerine ulaşamama, ağır barınma, ısınma ve en temel insani ihtiyaçları karşılayamama anlamına gelmektedir.
Bu yüzden, kitleleri etkileme şansına sahip hiçbir gerçek siyasi hikâyesi kalmamış olanların, kafalarından böyle hikâyeler uydurmaları toplumun ezici çoğunluğunu alakadar etmeyecektir.
İnsanlar; elitlerin, zenginlerin, siyasilerin değil, kendilerinin kurtuluşunun derdindeler. Dolu dolu tabaklarla iştahla, bol bol, savurarak, aşırı lüks içinde yaşayan AKP’li aklı evvel vekillerin soğan ekmek yememizi vaaz etmeleri, sakilliğin ifadesi olarak görülmektedir. Ve bu büyük çoğunluk tarafından böyle görünmektedir.
Her şey herkesin gözü önünde yaşanıyor, çoğunluk her şeyi görüyor.
Nasıl bir mücadele?
Yaşanan sert yoksullaşma ve iktidarın sözcülerinin en az dört beş ay daha yoksullaşacağımızı düşünmeleri insanların biriken öfkesini harekete geçirdi. Bir yandan sokağa çıkma isteği öte yandan sokağa çıkıldığında neler olacağı insanların zihninde aynı anda yer edindi. Sokağa çıkmak çok güçlü bir itki, ama bir o kadar güçlü olan bir tartışma da sokağa çıkılırsa iktidarın ekmeğine yağ sürülmüş olacağı fikri.
Bunun bir korkunun ürünü olduğunu söyleyenler var. Bu doğru değil. Ana muhalefette en sevmediğimiz, sağcı partilerin liderlikleri bile birçok suçlamaya, hakarete, yargı sopasına ve zaman zaman doğrudan fiziksel saldırıya maruz kalmalarına rağmen mücadeleden geri adım atmıyor. Bu yüzden, sokağa çıkmanın zarar verici olacağı yönündeki önerinin arka planını korku duygusu oluşturmuyor. Sokağa çıkmayı sekteye uğratan, zaman zaman birbirinden beslenen üç temel eğilim var. Bunların başında, seçimcilik geliyor.
Seçimcilik
Seçimcilik, özellikle anketlerde AKP oylarının düşmesine paralel bir şekilde gelişen bir siyasal eğilim. Uzun zamandır her gelişme, her potansiyel seçimlere endeksli olarak ele alınıyor. Her seçim gibi önümüzdeki seçimler de en tarihi seçimler olarak kodlanıp, bu seçimleri kazanmanın öneminin altı çiziliyor. Kuşkusuz bu sefer büyük ölçüde haklı, önümüzdeki seçimlerin önemi konusunda dile getirilen görüşler. Bu seçimlerin kesinlikle kazanılması ise Erdoğan’ın seçim yenilgisi almasının Türkçesi. Bu, her şeyin geri plana itildiği, sorunların yanında görünmez kılındığı, tartışmaların gerekirse ertelendiği, parlamenter matematik hesaplamalarının işçi sınıfının ihtiyaçlarını tespit etme tartışmalarının önüne geçtiği, ilkelerin “şimdi zamanı değil” denilerek bir kenara itildiği bir büyük hedef halinde. Bu yüzden, krize karşı mücadelede en parlak önerilerden birisi olan Selahattin Demirtaş’ın bölgesel mitingler önerisi, esas olarak seçimde şöyle ya da böyle yan yana duracak partilerin ortak mitingi olarak dile getiriliyordu. Bu, işçi sınıfının birleşik mücadelesi değil, seçime endeksli bir mücadelenin formüle edilmesiydi.
Bu açından, Demirtaş’ın aksine, krizin şiddetine rağmen sokağa çıkmayalım diyenler, halihazırda kazanılmış bir seçim zaferine gölge düşürme ihtimali olan “maceralara” girmek istemiyor. “Bu iş seçimde oldu bitti zaten, iktidarın kullanabileceği işler yapmayalım” diyorlar. Tartışmayı bir adım ileri götürüp sokak çağrısı yapmak, provokasyonlara kapı aralamak anlamında kullanılıyor. Geçtiğimiz hafta Ankara’da yapılan Sosyalist Tartışma toplantılarında bir konuşmacı, AKP’nin en büyük başarısını, dümeni iyice sağa kırarken, muhalefetin de eksenini sağa kaydırması, muhalefette farkına varmadığı bir sağcılığın filizlenmesi olduğunu söylemişti. İktidar Gezi direnişini darbeci bir provokasyon olarak kodlayınca, sorgusuz sualsiz yargı konusu edince, yoksulluğa karşı eylemleri de provokatif hamleler olarak gönül rahatlığıyla dile getirebiliyor.
Sokağa çıkmak haktır
Kara Salı’nın hemen ardından, devrim çağrıları değil, 'sokakta öfkemizi ifade edelim' çağrıları yapıldı. Bir devrim çağrısı yapılsa, erkendir, geçtir tartışmasını yapardık ve bu tartışma çok kısa sürerdi büyük ihtimalle. Ama gösteri yapmak, yürüyüş yapmak, basın açıklaması yapmak, en temel insan hakları arasındadır. Eylem yapmak sadece hak değildir, hak kazanmak için zorunlu bir araçtır. Elinin altında eylem yapma gücü, kolektif örgütlenme gücünden başka bir şey olmayanlar eylem yapacak elbet. Eylem yaparsak kötü olur diye düşünülemez. Daha kötü olmasın diye eylem yapılır. İster balkonlarından tencere çalar insanlar, ister şehrin caddelerinde öfkeyle yürürler, belki yürüyüşümüze katılanlar olur diye beklenti içinde olabilirler, sloganlar atarlar.
Provokasyonlar, böyle eylemler değildir. Bu eylemlere saldıran devletin kolluk güçleri, bu eylemlerin içine sızıp sağa sola saldıranlar provokasyon çıkartırlar. İktidarın zaten sokağa çıkmayı bütünüyle zorlaştırdığı koşullarda, muhalefetin sokağa çıkmanın zararları üzerine verdiği vaazlar; sokak mücadelesini, eylemleri, slogan atmayı devlet tarafından kullanışlı olaylara indirgiyor. Üstelik iktidar provoke edebilir, çeşitli olaylar çıkarıp kendisi için uygun bir iklim yaratabilir. Oysa 'bunlar zaten gidici, seçimlere kadar sakin kalalım' diyen stratejistler; bu kadar güçlü gördükleri, canının istediği her operasyonu yapacak bir iktidarın, sakin sakin seçim gününe hazırlandığının, 'buyurun demokratik haklarımızı hep beraber kullanalım' diyeceğinin garantisini nasıl veriyorlar. Yok, seçimler kurallara bağlanmış bir demokratik haktır ve iktidar bundan kaçınamaz diye düşünüyorlarsa; yürüyüş, basın açıklaması, gösteri yapmak da anayasal bir haktır. En az seçimler kadar, hatta sadece beş dakikada oy verip bitmediği için, insanların eylemlere katılan başka insanlarla iletişim kurması açısından daha da demokratiktir. Mevcut bir demokratik hakkımızı kullanmak başka bir demokratik süreci sekteye uğratır demek, mücadeleyi baştan kaybetmektir.
Uzun süredir, yaratılan korku imparatorluğunun kitle eylemleriyle aşılacağını tartışıyoruz. OHAL döneminin baskıları, arka arkaya yapılan seçimlerle kırılmadı. Bizim önerdiğimize benzeyen, ama milyonlarca emekçi yerine esas olarak CHP’lilerin sokağa çıkmasıyla ve “hak-hukuk-adalet” sloganlarıyla yapılan Ankara-İstanbul yürüyüşüyle oldu. Bu yürüyüşe gelene kadar; hakları için direnen tüm alanlardan insanların (KHK’lılar, barış imzacıları, HDP’li vekiller, gazeteciler, doktorlar, akademisyenler) direnişleri, iş cinayetlerine karşı, kadın cinayetlerine karşı, temel hakları ve ücretleri için irili ufaklı eylemlerden vazgeçmeyenlerin baskının kapısını zorlaması çok önemliydi. Kılıçdaroğlu çok isabetli bir zamanlamayla yürüyüşe başlayınca OHAL döneminde biriken tüm öfke patladı. 2017 yılında 15 Haziran’dan 9 Temmuz’a kadar süren yürüyüş; kızgın, bir şey yapmak gerekir diyen insanlara moral verdi, ruh halini değiştirdi. 2019 yerel seçimlerinde AKP’nin yaşadığı buhranda bu isabetli yürüyüşün etkisi büyük oldu. O günlerde yürüyüş hakkını savunanların bugünlerde yürüyüş hakkına mesafeli olması yanlıştır.
İktidarı gözünde büyütmek
Sokaktan imtina etmenin ikinci nedeni ise iktidarın gücünü olduğundan büyük görmek. 2020’nin Temmuz ayında kıdem tazminatlarına bir kez daha göz diktiğinde, iktidarın sandığı kadar güçlü, bizlerin de sandığımız kadar güçsüz olmadığımızı tartışmaya çalışmıştım. Türk usulü başkanlık rejiminde her gelişmenin iktidar tarafından belirlendiğini, iktidarın bir blok olarak olayların seyrini belirlediğini, sosyal ve siyasal yaşam üzerinde tam kontrol sağladığını düşünmek için hiçbir neden yok. Muhalefete gözdağı vermek için hapisten çıkartılan ve Kıbrıs’a yerleştirilen bir mafya liderinin garip mektuplarına bel bağlayan, başka bir organize suç örgütü şefinin iddialarıyla şöyle bir sarsılan, Sezgin Baran Korkmaz adındaki adamın aranırken devlet tarafından uyarılmasının devletin yukarıdan aşağı kararıyla yapıldığını söyleyen bakanların olduğu, ne yangın söndürebilen ne de sellerle boğuşabilecek yeteneği, perspektifi olamayan, felaket bölgelerinde insanların kafasına çay paketlerinin atıldığı garip manzaraların yaşandığı, iktidar ittifakının yüzde 6-7’lik parçasının dünya imparatoruymuş gibi her Salı konuşmalar yapıp iktidara da yön verdiği koşullar, iktidar ittifakının güçlü değil, darmadağınık olduğunu gösteriyor.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 50 artı 1 oranının etrafında süren tartışmalar bir yandan, cumhurbaşkanlığı kararnamelerini düzeltmek için çıkartılan cumhurbaşkanlığı kararnamelerini düzeltmek için kararnameler çıkartılması bir diğer yandan, kendi kurdukları sistemi kurallarıyla her gün oynamadan sürdüremez haldeler. Bu iktidar ne sermaye gruplarının topyekûn desteğini almış durumda, ne diğer toplumsal sınıf ve kesimlerin. İstanbul yerel seçimlerinin tekrarlanması ve bir bütün olarak 2019 seçimleri, iktidarın ne kadar hızla erimekte olduğunu gösteriyor.
1980’lerin sonlarından 2000’lerin ortalarına kadar kitlesel eylemler yapan ve zaman zaman grev dalgalarıyla iktidarları köşeye sıkıştıran işçi sınıfının eylem kapasitesi bütünüyle açığa çıkmamış olduğu için, iktidar henüz sınıf hareketinin doğrudan basıncına maruz kalmadı. OHAL rejiminin tüm uygulamalarını iktidarı AKP-MHP’nin ellerinde merkezileştirmek için kullanan, bu açıdan toplumun her alanında korkuyu ve kutuplaşmayı derinleştirerek siyaset yerine yargı-polis ve medyanın nobranlığını gündelik pratik haline getiren iktidar, sınıf hareketiyle yüzleşmediği için gerçekte olduğundan daha güçlü sanılıyor.
Bu, “aşırı fakirleşmeye duyulan kızgınlığı sokakta ifade edersek, iktidar seçim oyununu bozar” duygusunu güçlendiren bir fikre dönüşüyor.
Genel grev temiz bir nefestir!
Bu fikirlere haklılık kazandıran ise çok açık ki solun öfkeyle sokağa çıkma çağrısı yaparken harekete geçirebildiği güçlerin cılızlığıdır. Küçük, sol, üstelik solun ulusalcı kesimlerinin ağrılıkta olduğu ve “Bu memleket bizimdir” gibi milliyetçi tonlamalarla çağrısı yapılan eylemler, azınlık da olsa ciddiye alınabilecek bir kitlesel hareketi seferber edemediği için geniş kalabalıklarda karışık duygular yaratıyor. Eylemlere polisin sert müdahaleleri ise öfke bu kadar derinleşiyor olmasına rağmen insanları çaresizliğe itiyor. “Sokak mı grev mi” gibi tartışmaların yapılmasının nedeni de bu.
Oysa bir grev, hele hele genelleşen bir grev, temiz bir nefestir. Yüzbinleri, giderek milyonları içine çeken bir grev hareketi, harekete geçen işçiler açısından sokak mı grev mi gibi tartışmaların ne kadar abes olduğunu göstermekle kalmaz sadece, bu türden tüm sekter tartışmaların anlamsızlığını da gösterir.
Dev bir ekonomik yoksullaşmaya dev bir işçi hareketiyle yanıt verilmelidir elbette. Geri kalan tüm eylemler, böyle bir harekete hizmet ettiği ölçüde anlamlıdır. Başka bağlamlarda başlayan eylemler de işçi sınıfının büyük hareketinin aktif bir parçası ya da işçi hareketi ile dayanışma içindeki toplumsal güçler olarak harekete geçebilir.
Örneğin, sol, öfkeyi harekete geçirmek üzere sokaklarda yürüyüşler yaptığında ve bu yürüyüşlerin videoları sosyal medyada paylaşıldığında, sol camiada heyecan dalgası tetiklendi. Fakat kısa sürede eylemlerin, öfkeli partilerin belki kitleler de harekete geçer diyerek sokaklara çıkmasından ibaret olduğu görüldü. Birçok yerde böyle eylemler oldu ve demokratik hakkını kullananlara bazı yerlerde polis çok sert saldırdı. ODTÜ ve Boğaziçi öğrencilerinin yürüyüşleri etkili oldu. Ama bu eylemlerin bir büyük sosyal patlamayı tetiklemesi mümkün değildir. Göle maya çalmak gibi bir şey değildir sınıf mücadelesi. Sınıf mücadelesinin bir sosyal patlamaya dönüşeceği anları kestirebileceğini düşünen, daha çok düşünür. 1917 yılında Rusya’da gerçekleşen işçi devriminin liderlerinden Lenin “…işçi sınıfı hareketini zamanlamak mümkün müdür?” diye sorar ve şu yanıtı verir: “Hayır, değildir, çünkü bu hareket sosyal ilişkilerdeki devrimlerin sonucu ortaya çıkan binlerce değişik eylemden oluşur.”
Bu sosyalistlerin, oturup “sosyal ilişkilerdeki devrimlerin” yaşanmasını beklemesi anlamına gelmez elbette. Bu, özellikle kritik anın geldiğini gördüğümüz her seferinde, odaklanmamız gereken asli öğenin sınıf hareketine yardımcı olmak olduğunu gösterir. Her laf, her slogan, her yayın, her eylem sınıf hareketine yardımcı olmak için devreye sokulmalıdır.
Hepimiz Merkez Bankası önünde eylem yapabiliriz, ama bu eylem de işçi sınıfının hareketinin birleşmesine yardımcı olduğu ölçüde bir anlam sahibidir. Burada kritik kavram, işçi sınıfı hareketine yardımcı olmaktır. Sosyalizm mücadelesi, işçi sınıfının kendi eylemi, onun hareketinin bizzat kendisi olarak görülmediğinde, anlamsız bir sektler arası kapışma sahası gibi yansıyabilir. İşçi sınıfına yardımcı olmayı sosyalizm, demokrasi, ekonomik haklar ve sosyal-politik ve ekonomik reformlar mücadelesinin ta kendisi olarak görenler, işçi sınıfına yardımcı olmanın her düzeyde birliğini sağlamak için örgütlenmek anlamına geldiğini savunmalıdır. Bu yüzden, sorun, sosyalistlerin ne kadar cesur olduğu değil, işçi sınıfının en önünde duran kadın ve erkek işçilerin örgütlenme cesaretine katkıda bulunmaktır. Tek tek işçilerin enerjisini harekete geçiren şey işçi sınıfının kolektif eyleminin derinliğidir. Hareket ne kadar yaygınsa, öncü işçilerin hareketi ileri çekmek için bulacağı örgütlenme ve propaganda, tartışma alanları o kadar açılır.
Lenin’den devam edersek, işçi sınıfı hareketini zamanlamak mümkün değildir diyen Lenin, “Bir grevin zamanını saptamak mümkün olabilir mi?” diye soruyor ve “Evet mümkündür, her grev sosyal ilişkilerdeki devrimlerin sonucu olmasına rağmen. Grev anı ne zaman saptanabilir? Bu grevi çağıran örgüt veya grubun söz konusu işçi kitleleri arasında etkinliği varsa ve işçilerin huzursuzluk ve kızgınlıklarının yükseldiği anı doğru tespit edebiliyorsa" yanıtını veriyor. Kuşkusuz, şu anda sol, sosyalist anlamda böyle bir örgütsel ağırlık yok işçi hareketinin örgütlenmeleri içinde. Ama, işçi sınıfının sendikaları var. Sosyalistler, temas halinde oldukları tüm işçi aktivistlerle ve işçi ağları içinde sendika liderliklerini grev kararı almaya zorlamak için tartışma ve örgütlenme başlatabilirler. Bir grev dalgasının örgütlenmesi bir süreç olmak zorundadır. Bu süreçte; fikrin ortaya atılması, işyerlerinde tartışılması, tek tek işyerlerinde toplantılar, basın açıklamaları yapılması, sendika liderliklerine işyerlerinin basıncının uygun bir dille aktarılması, birleşik işçi direnişinin öneminin altının çizilmesi, egemenler tarafından tetiklenen ve derinleştirilen aşırı yoksullaşmanın faturasının krizin sorumlularına yıkılması konusunda tüm işçi sınıfında ortak bir tartışma birliğinin sağlanması gibi adımların atılması gerekir.
Bu tartışma sürecinde başarı kazanılırsa, bölgesel işçi mitingleri düzenlenebilir. Tüm sendikaların birleştiği ve bir genel grev örgütlemeye, genel grev çağrısının yapıldığı platformlara dönüştürülmek üzere 1990’lı yılların Emek Platformu'na benzer bir örgütlenmeyle yüzbinlerce insanı kapsayan bir hareket inşa edilebilir.
Önce her işyerinde basın açıklamalarıyla böyle mitinglerin aciliyetini vurgulayabiliriz. Bu mitingler tek bir mitinge doğru evrilebilir. İşçi sınıfının ne kadar büyük bir kavgaya hazır olduğu ya da hazır olup olmadığı bu sırada açığa çıkar. Genel grev gerçekten mümkün mü bu sırada anlaşılır. İşçi sınıfının eylem kapasitesinden umudu kesenler sınıf mücadelesinde her daim ağrılığa sahip olageldiler ne yazık ki. Böylelerine, genel grev vaazı vermekle genel grev örgütlenemeyeceğini, hırpalanan, tırpanlanan işçi sınıfının kimsenin beklemediği bir anda harekete geçebileceğini ve bir genel direnişin tek bir gününün hareket içindeki tek tek işçilerin eylem kapasitesini ve mücadeleye duyduğu güveni sıçramalı bir şekilde geliştirebileceğini anlatmaya devam etmek lazım.
OHAL koşullarından çıkmak için milyonların hep birlikte örgütleyeceği bir harekete duyduğumuz ihtiyaca vurgu yaptığımızı yukarıda belirtmiştim. Sedat Peker’in ifşalarının yarattığı öfkenin örgütlenmesi için şunların altını çizmeye çalışmıştım:
Bu yüzden bize gereken, gelişmelere işçi sınıfının dahil edilmesidir. Tek tek kahramanların sosyal medyada ne kadar beğenileceği değil mesele, mesele emek örgütlerini harekete geçmeye ikna edecek koalisyonları kurmak. Birleşik bir kitle mücadelesi için zemin yaratmak. Bin kişi, sendika, sendikal konfederasyon başkanlarının, çürümeden bezmiş sanatçıların, gazetecilerin aralarında olduğu, yıllardır en militan mücadeleleri veren kadın örgütlerinin, her türlü bölünmüşlüğü aşacak bir siyasi yelpazeden insanların çağrıcı olacağı, için OHAL koşullarına, bu koşullara direnerek haklarını savunanların, işten atılanların, tren kazalarında, maden kazalarında ölenlerin yakınlarının ve Boğaziçi’nde olduğu gibi en temel demokratik hakları için direnenlerin de olduğu, “Çürümeye karşı temiz bir nefes” için bir araya gelerek tüm kurumları gezecek ve asli amacı birleşik bir miting inşa etmek olan bir girişim lazım. Her bir adımı şeffaf örgütlenecek, amacı belli olan, adı geçen siyasilerin istifasını ve haklarında tahkikatın hemen başlamasını ve adı geçen mafyatik tiplerin, derin yapılanmaların şeflerinin ve “elemanlarının” hemen yargılanması ve siyaset-mafya-devlet mekanizmasının dağıtılmasını talep eden, temel derdi “Temiz bir toplum” olan bir miting. Bize böyle bir miting lazım. Kimse bir tripod bir kamerayla hiçbir yere gitmeyecek. Kimse tek kişilik eylemlerle hiçbir yere gitmeyecek. Kimse, “aman şimdi bir şey yapmayalım, bunlar kendi kendilerine eriyecekler” diye düşünenlerin sandığı gibi buhar olup uçmayacak, beş sol örgüt bir araya geldi diye de kimse bir yere gitmeyecek. Özgürlük, adalet, eşitlik ve temizlik, hakları için harekete geçen kadın erkek milyonların, milyonlarca işçinin eyleminde!
Kara Salı’dan hemen sonra 25 Kasım kadın eyleminde, TTB’nin Ankara’ya yaptığı yürüyüşte, DİSK’in birçok şehirde yaptığı basın açıklamalarında, krize karşı sokağa çıkan örgütlere verilen halk desteğinde, en azından tencere tavalı desteklerde bütün mücadelelerin birbirine ilham verme yeteneği ortaya çıkmakla kalmıyor sadece. Kursağımızdan zorla yemeklerimizi çalmaya çalışanlara karşı, yeni döneme uygun birleşik bir işçi mücadelesinin örgütlenmesi yaşamsal bir önemde. Zira bir kez daha altını çizmek gerekirse, yerli-milli iktidar ittifakının, aslında bir büyük işçi dalgasını, bir büyük mücadele dalgasını engelleme şansı yok. Böyle bir mücadelenin taleplerini yok sayma yeteneği de yok.
Şenol Karakaş