Cayır cayır yanıyor Türkiye. Son açıklamaya göre 101 yangınla yüzleşiyoruz. Ağaçlar devriliyor, böcekler kaçamıyor, orman canlıları küle dönüşüyor, yangını söndürmeye çalışan orman işçileri, vatandaşlar, yangını söndürmeye çalışanlara su götürmeye çalışan gençler ölüyor. Bir yanda insanların dayanışması, bu felakete karşı çözümün nerede olduğunu gösteriyor, öte yandan devletin tam bir acz içerisinde olduğu açığa çıkıyor.
Komplocular, “iç savaşçılar”, yalancılar ise böyle zamanlarda kolayca devreye girebiliyor. Canı yanan insanlar yangınla sürekli bir mücadele halindeyken, sosyal medyada sayısız yalan, şişirme haber devreye giriyor. Yangınla mücadeledeki telaşın yerini zaman zaman sosyal medyada öne sürülen iddiaların yarattığı korku, çekingenlik ve öfke alıyor.
Yalanlar, orman yangınları için “bu kadarı da tesadüf olamaz” diyen gazetelerin ve yorumcuların merkezi sloganı gibi oldu. “Tesadüf olamaz” dediklerinde, Kürtlerden, Kürt düşmanlığı kesmeyenler CHP’den, yerel kötülük unsularını yeterli görmeyenler de Yunanistan’dan söz ediyor. Böylece insanların ve canlıların yaşadıkları, büyüdükleri, tatillerini yaptıkları, bir parçası oldukları orman alanları imha olurken birileri nefret tohumları ekmek için gerçekleri çarpıtıyor. Hürriyet gazetesinden Fatih Portakal’a, Cübbeli vatandaştan Perinçek’e, AKP trollerinden komplo peşinde koşan derin yapılanmalara dahil oldukları apaçık ortada olan hesaplara kadar yangınları iç ya da dış güçlere bağlayan yayınlar yapıldı. Bu yayınlar, yangınlardan önce memleketin merkezi gündemi olan göçmen düşmanlığıyla, fırtınasının tortularıyla birleşip birkaç ilçede Kürtlere yönelik saldırganlık biçimini aldı.
Yalana dayalı propaganda yapanların tek tek her biri, ellerinde hiçbir delil olmadan Yunanistan’ı ya da Kürtleri yangınların sorumlusu olarak gösterenlerin her biri hem yangınla mücadelenin aksamasından, dikkatlerin dağıtılmasından, yangında yaşanan felaketin katlanmasından hem de linç girişimlerinden sorumludur.
İklim krizini gizliyorlar
2005 yılında, iklim değişimini durdurmak için sokakta mücadeleyi örgütlemek için kolları sıvadığımızda, karşımızda bilgisizlikten kaynaklanan kibirli bir inkârcılar güruhu vardı. Küresel ısınmayı Bush’un gündem değiştiren icadı olarak ele alanından, kömürün toprakta bırakılması kampanyalarına temiz kömürü savunarak karşı çıkan demokrat görünümlüsüne kadar, uluslararası fosil yakıt şirketleri tarafından satın alınmış iklim inkârcılarının arasına gönüllü bir şekilde katılan çokça aklı evvel vardı. Oysa, hafta içleri her sabah 08.00’de yarım saat Açık Radyo dinleseler akılları başlarına gelebilirdi. İklim krizinin bildiğimiz yaşamın sonunu getirecek bir evreye hızla ulaşacağını ve filmlerde görülen felaket senaryolarının daha 2005’te yaşanmaya başladığını anlatıyorduk.
İklim krizinin; aynı anda seller, aynı anda yangınlar, aynı anda gıda krizi, aynı anda iklim göçmenleri, aynı anda aşırı hava olayları, aynı anda denizlerin yükselmesi, aynı anda buzulların erimesi, aynı anda ekolojik dengenin imhası anlamına geldiğini anlatıp, durduk.
Greta Thunberg, 2019 yılında İngiltere'nin başkenti Londra'da bir haftadan fazla devam eden Yokoluş İsyanı gösterilerinde, Britanyalı milletvekillerini iklim değişikliğinde ülkelerinin oynadığı rol konusunda yalan söylemekle suçlamıştı. Bütün ülkelerde milletvekilleri aynı şeyi yaptı. Devletler yalan söyledi. Bir avuç fosil yakıt şirketi, fosil yakıta bağlı bir sistem olarak kapitalizmin sermaye birikim hırsına hizmet ettiler ve iklim krizini durdurmak için hemen hiçbir şey yapmadılar.
Bu yüzden Türkiye’de yangınlar başlar başlamaz “tesadüf olamaz” diyenler arasında bilgisizliklerinden söyleyenler dışında (insan neden hiçbir bilgisinin olmadığı böyle konularda bağıra çağıra yalan söyler ya da gazete manşetleri neden bu bilgisizliği slogan haline getirir ayrı bir konu) değilse bu fosil yakıt şirketlerinin açık yandaşları olarak davranıyorlar demektir. Yangınların içinde şekillendiği iklim krizini görmezden gelmeleri, gerçekten de tesadüf olamaz çünkü!
Yangınların başlangıcında yaptığımız basın açıklamasında “Sadece Türkiye’de ormanlar yanmıyor; tüm dünya yanıyor. 2018’den beri şiddeti, sıklığı ve süresi artan, dünyanın bir kısmının kavurucu sıcak dalgaları, bir kısmının da güçlü fırtınalar ve sel felaketleri olarak tecrübe ettiği iklim felaketlerine tanık oluyoruz. Isınan bir dünyada aşırı hava koşullarını yaşamaya başlayacağımızı biliyorduk. Sıcak hava dalgalarının giderek daha yakıcı olmaya başlayacağını, yaşandığı bölgelerin sayısının artacağını da biliyorduk. Isınmanın yıkıcı kasırga ve tayfunlara, kontrol edilemeyen yangınlara, şiddetli kuraklıklara ve sellere sebep olacağını da uzun yıllardır biliyorduk” demiştik.
Konuyla en başından beri ilgilenen ve iklim krizini durdurmak için birlikte kampanyalar örgütlediğimiz Ümit Şahin ise şunları yazmıştı: “Orman yangınlarının aynı anda çok sayıda yerde birden çıkması iklim krizinin tipik özelliğidir. 2019-2020'de Avustralya'da böyle oldu, 2020'de Sibirya'da böyle oldu, 2018'de İsveç'te böyle oldu, Kaliforniya'da, Oregon'da, her sene hep böyle oluyor. 2010'da büyük Rusya orman yangınlarında bir hafta aynı anda 600'den fazla orman yanıyordu. Her yerde patern aynı ve tipik: Önce bir bölgede kış ve bahar ayları aşırı kurak geçer, ardından haftalar hatta aylar süren aşırı sıcaklar başlar, otlar ve ağaçlar çıraya döner, sonra o bölgenin her yerinde bir anda sanki birisi çakmağı çakmış gibi bütün ormanlar aynı anda yanmaya başlar. İşte buna iklim krizi diyoruz. Bu kadar korkutucu, sıra dışı ve insanı çaresiz hissettiren düzeyde olmasaydı zaten kriz demezdik.”
Bu açıklamalara iki açıklama daha eklemek lazım. Birisi Orman Genel Müdürlüğü 2013-2020 yılları arasında çıkan orman yangınlarının çıkış nedenleriyle ilgili istatistikleri. Buna göre 1353 orman yangınının sebebi bilinmiyor, 314’ü doğal sebeplerden çıkmış, 239’unun çıkış nedeni kaza, 231’ininki anız yakılması, 142’si sigaradan, 74’ü piknikten, 41’i çöplüklerden çıkmış. Kundaklama 77, diğer kasıt ise 54.
Diğer açıklama ise bizzat Süleyman Soylu tarafından geçen sene yapılmıştı: “Bir örtü yangını netice itibarıyla. Bunu, bir terör örgütünün kampanyasına döndürmek isteyenler de var. Buna gelinmemesini, bu tahrike kapılınmamasını istiyoruz, istirham ediyoruz. Nedeni de şu; 1 Ocak'tan bugüne kadar, terör örgütünün çeşitli adlar altında üstlendiği, 'Ateşin Çocukları' da dahil olmak üzere yaklaşık 850 olay var. Bu olayların 400'ü hiç yok. Hiç baki olmamış. Neden? Bunlar da bir çeşit terör propagandasıdır. Bu olayların 300'ünün tüm adli araştırmalar sonucu kontaktan, elektrikten, herhangi bir ihmalden kaynaklandığı savcılıklarımızca tespit edilmiş. Yaklaşık 90'ının soruşturması devam ediyor. 22'sinin PKK terör örgütüyle irtibatlı olabileceği konusunda hem savcılıklarımızın hem güvenlik birimlerimizin tespiti söz konusu.”
Her iki açıklama, birilerinin, sistemli bir şekilde yalan söylediğini ve arkasında iklim krizinin sorumlularının gizlenebileceği bir kargaşa körüklemek istediklerini kanıtlıyor.
Yönetememe sanatı
Devlet yönetiminin bir sanat olduğu söylenir ama genellikle tersi doğrudur. Devletler esas olarak halkın tepkisini, eylemlerini, gücünü, öfkesini bastırmada becerikli ama felaketlerde halka yardımcı olma konusunda berbattır. 1999 yılında Gölcük depreminde, devletin uzun süre ortalıkta görülmediğini ama sonra ‘Mezarda Emeklilik Yasası”nda depremi fırsata çevirmek üzere sahneye çıktığını hatırlayanlar olacaktır. Önce Gölcük, ardından Düzce depreminde, aslolan halkın dayanışmasıydı. Bugün de öyle.
Önce Karadeniz’in en doğusunda Rize ve Arhavi’de sel felaketleri yaşandı. Devlet halka elini uzatmadı, halk kendi kendisini korumaya çalıştı. Dayanışma örgütledi, can güvenliğini, hayvanların hayatını, evlerini kendi dayanışmalarıyla korumaya çalıştı insanlar. Devlet devreye çay paketleri atarak girdi.
Evet, cumhurbaşkanlığı merkezi karar alıcıları, selde evlerini, canlarını kaybetmiş insanların kafasına çay paketleri atarak afet bölgesi ziyaretlerine bambaşka bir boyut katmış vaziyette.
Çay paketi atma etkinliğinde ilk dikkati çeken, felaket yaşayan insanlara çay paketi vermekteki derin anlamsızlık. Eviniz sular altına kalmış, ahırınızdaki hayvanların hepsi ölmüş, can dostunuz köpeğiniz selde boğulmuş, komşunuzun annesi evden kaçamadığı için hayatını kaybetmiş ama olsun, siz şu çay paketini alın hele!
Çay olayında ikinci sorun ise insanlara doğru fırlatılması. Kime gelirse, neresine gelirse. Cumhurbaşkanı, garip bir tarzda çayları atıyor. Her şeye rağmen, haydi felaket bölgesindeki insanlara bir hediye vermek iyidir diyecek olanlara, bu, eğer, cumhurbaşkanı tek tek her vatandaşla el sıkışarak, acın acımdır diyerek yapsaydı, affedilebilecek bir hata olurdu. Ama öyle değil, insanların kafasına fırlatılıyor, videolardan birisinde, cumhurbaşkanın hareket halindeki otobüslerden fırlattığı çay paketi kafasına gelmesin diye bir polisin eğilmek zorunda kaldığını gösteriyor.
Fakat sorun çay paketi sorunu değil. Sorun genel olarak devletlerin genel olarak felaketler karşısında içine düştüğü acziyet de değil. Ağustos 2005’te ABD’de New Orlenas’ı vuran Katrina Kasırgası’na devletin tepkisi, yoksulların ve zor durumda kalanların kaderlerine terk edilmesini hatırlayabiliriz. Demokrasiden, demokratik mekanizmalardan hiç nasibini almamış olan ve asıl olarak bir OHAL rejimini kurumsallaştırma mücadelesi içinde olan mevcut devlet yapısı ise ayrıca bir yönetememe durumuyla karşı karşıya. Bu yönetememe durumu, bir yandan, neden felaket yaşayan insanların kafasına çay paketi atıldığını, neden yangınla mücadele eden araçların trafikte bekletilmesine neden olan, onlarca araçlık bir cumhurbaşkanlığı konvoyuyla Marmaris’e giriş yapıldığını açıklıyor. Acı içindeki insanlara yönelik bu gösterişli tutum, yönetim krizinin bir göstergesi.
Ama çay paketleri, sadece yönetme krizini değil, ek olarak, yöneticilerin, bu “yönetme tarzı”nda ısrarcı olacağını, felaket yaşayan insanların kafasına çay atarak, bildiği yoldan şaşmayacağını, bir güç gösterisiyle ifade etmeleri anlamına geliyor. Bir yandan “başına ne gelirse gelsin elimden gelen budur” derken, o çay paketleri, “başına ne gelirse gelsin, yapacağım da budur, güç bende, bu gücü böyle kullanacağım” demiş oluyorlar.
Hep beraber düşünelim: yaşadığımız yer yanıyor, devletten ne uçak desteği, ne de helikopter desteği var, geçmişiniz, bugününüz ve muhtemelen yarınınız tüm doğasıyla beraber cayır cayır yanarken, kafanıza doğru uçmakta olan bir “çevre dostu poşet içinde” çay paketi görüyorsunuz!
Ağır yönetim krizini gösteren iki örnekten söz edebiliriz. Birisi, Erdoğan’ın, yangın söndürme uçaklarıyla ilgili söyledikleri. Yangınların başladığı ilk andan beri yangın söndürme uçaklarının neden kullanılmadığını soranlara, Erdoğan, ““Türk Hava Kurumu’nun (THK) şu anda elinde buralarda rahatlıkla kullanılabilecek uçak yok” yanıtını verdi. Bu yanıtta iki sorun birden var: Sorunlardan birisi, Erdoğan’ın onursal başkanı olduğu THK’ye bağlı THK Gökçen Havacılık’ın resmi sitesi, THK’nin filosunda, 11 adet M-18 Dromader ve 9 adet CL-215 Bombardier tipi yangın söndürme uçakları bulunduğu ve ayrıca yangın bölgelerinde konuşlandırılmış 11 adet de döner kanat helikopteri bulunduğu bilgisini veriyor.
Türk Hava Kurumu’na Ekim 2019’da kayyum atandı, AKP’li bir kayyum, yangın uçaklarının kiralanması ihalelerine garip bir gerekçeyle katılamadıklarını ama hangarda bekleyen altı adet uçağın bakımı yapılırsa birisinin hemen, üçünün bir ay içerisinden uçabileceğini söylüyor.
Erdoğan’ın açıklamasındaki ikinci sorun ise “yangın uçakları neden kullanılmıyor” sorusunu soran insanlara, “THK'nin elinde buralarda rahat kullanılabilecek uçak falan yok. Bunlar uyduruyorlar” yanıtının yeterli olacağını düşünmeleri. Ardından, “Bugün itibarıyla uçak sayımız 5-6'ya çıktı. Rusya'dan Ukrayna'dan aldığımız uçaklar var. Azerbaycan da amfibik uçağını gönderecek. Bununla birlikte 6-7 uçak olacak. En verimli olanlar bu uçaklar” dese de, uçakların olduğunu düşünen kamuoyunun, şiddetli bir iklim krizini neden görmezden geldiniz, neden çok önceden uçakları hazır etmediniz sorularına kapıyı sonuna kadar açıyor olması. Orman Genel Müdürlüğü, her sene şiddeti artan bir yangın silsilesiyle yüzleştiğimizi istatistiklerle gösterirken üstelik!
Bu konudaki son acıklı örnek, HaberTürk kanalında THK başkanı Cenap Aşçı’nın katıldığı bir program. Haber spikeri, canlı yayında THK başkanına, hangardaki yangın söndürme uçaklarının bakımının sorumluluğunun kimde olduğunu soruyor. Başkan, ilginç bir yanıt veriyor. Diyalog şöyle:
-Spiker: Bakım yapma sorumluluğu kimdedir Cenap bey, niye bakım yapılmıyor?
-Cenap Aşçı: Uçakların bakım sorumluluğu THK’nın kendisindedir.
-Spiker: Affedin.
-Cenap Aşçı: Türk Hava Kurumu’ndadır bu uçakların bakım yapma yetkisi.
-Spiker: Peki ben Türk Hava Kurumu Başkanı olduğunuz için soruyorum, neden bakım yapılmamış?
-Cenap Aşçı:…eee…sorunuz için teşekkür ediyorum, şunu düzeltelim, ben Türk Hava Kurumu Kayyum heyeti başkanıyım.
-Spiker: Yani sorumluluk sizde, öyle değil mi?
Bu konuşma, OHAL rejiminin, kayyum politikasının, vurdumduymazlığın, sadece yönetememe krizinin değil yönetmeye tenezzül bile etmeme sorununun nişanesi olarak tarihe geçmiş vaziyette. Aynı kurum başkanının, yangınlar ilk başladığında bir nikâha gittiği de açığa çıkmıştı. Çoğunlukmuş gibi davranan, tüm olanakları seçim kazanmak için seferber eden ama azınlık olduğu artık gizlenemez olan iktidar ittifakının felaketle “mücadelesinde” insanları öfkelendiren vurdumduymazlığın sayısız örneği var.
Yazı zaten sınırları aştığı için burada son vermekte fayda var. Sonraki yazıda, TOKİ’nin yangın sırasında yanan yerlerde yapacağı evlerin reklamlarından, yangınla mücadelede yaşamını kaybedenlere, iklim krizini durdurma mücadelesinin aciliyetinden, yönetemeyen iktidarın karşısında muhalefetin yer yer ırkçı, yer yer komplocu muhalefetine ve antikapitalist dev bir hareketin, iklim krizine karşı hareketlerin hareketini inşa etmenin aciliyetine kadar bir dizi başlığı tartışmaya çalışacağım.
Şenol Karakaş