Sosyal medyada saygı ve sevgiyle takip ettiğimiz bazı gazeteciler, aktivistler ve arkadaşlarımız, iktidar ittifakının sözcülerinin bazı açıklamalarında iç savaş iması gördüklerini yazıyor. Burada iki sorun birden var: Birisi, iktidar sözcülerinin bazı sözlerinin nereye çekersen oraya gidecek bir “esnekliğe” sahip olması. Fitili hemen her zaman olduğu gibi Devlet Bahçeli ateşledi. Geçen hafta meclis grup toplantısında şunları söyledi:
“Zillet İttifakı’nın Türkiye’de sorumluluk aldığı bir süreçte enkaza (ezkaza demek istiyor) Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı olduğu bir dönemde zalimlerin ve emperyalist çevrelerin bir buçuk asırlık projesi olan Kürdistan’ın kurulması için her şey tamamlanmış, ihanet kıvamına gelmiş olacaktır. Tehlike işte budur. Tehdit bu kadar ağırdır. Tezgâh bu kadar sinsidir. Türk milleti bunu asla kabul edemez. Bu zilleti çekmeye hiçbir kantar yetmez, yetemez. Milletimiz bir olur birlik olur zillete unutmayacağı dersini verir.
Türk milleti İzmir’iyle, Siirt’iyle, Eskişehir’iyle, Malatya’sı, Şırnak’ı, Kahramanmaraş’ıyla, Batman’ı, Balıkesir’i, Ağrı’sıyla, Erzurum’u, Trabzon’u, Muş’uyla, Iğdır’ı, Adana’sı, Bitlis’iyle, Van’ı, Ağrı’sı, İstanbullusuyla, doğusuyla, batısıyla, kuzeyiyle, güneyiyle ayağa kalkacak ve bu ihanete topyekûn karşı duracaktır. Teröre teslimiyeti kabul etmeyecektir ve etnik bölücülük zilletine geçit vermeyecektir."
Evet, bu açıklamalar her açıdan ağır görüşler içeriyor. Ve evet, Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı seçilirse "bir buçuk asırlık ihanet projesi tamamlanmış olacaktır" diyor Bahçeli. İhanet, kıvama gelmiş olacakmış. En ağır tehdit buymuş. Sonra işte buna geçit verilmeyecekmiş falan diye gidiyor cümleler.
Arkasından Erdoğan bir açıklama yaptı ve konuşmasında önce şunları söyledi:
"2023 seçimleri çok önemli hale gelmiştir. Karşımızdakiler de farkında. Terör örgütlerinden asırlık acılara kadar her konuyu kullananlar seçimler için muhalefete açık çek vermiş gözüküyor. Muhalefetin giderek çirkinleşen, buram buram kin ve nefret kokan üslubu 2023 için telaşlarını da ele veriyor. Yalanı ne kadar büyük söylerlerse inandırmasının da o kadar kolay olacağına telkinine öylesine inanmışlar ki freni patlamış kamyon gibi yokuş aşağı gidiyorlar."
Arkasından şunları ekliyor: “Bu çalışmayla birlikte biz istikametini kaybetmiş, avara kasnak gibi dolaşanlara bu memleketi teslim edemeyiz.”
İktidar ittifakının iki sözcüsünün açıklamaları oldukça sert. Bahçeli’nin konuşması adı anılan imalarla dolu gerçekten de. Ama bir dizi internet sitesi, Bahçeli’nin açıklamalarının akışını bulmaca birleştirir gibi birleştirerek, buradan bir iç savaş tehdidinin dile getirildiğini çıkartıyorlar.
Erdoğan’ın konuşması ise en son alıntıyla birlikte öne çıkartılıyor ve konuşma “… biz istikametini kaybetmiş, avara kasnak gibi dolaşanlara bu memleketi teslim edemeyiz.” cümlesine indirgeniyor. Böyle ele alınca her iki konuşma, iktidar ittifakı seçimi kaybederse iktidardan inmeyecek söylentilerinin tırmanmasına neden oluyor.
Seçime doğru ilerlediğimiz her bir gün “seçimi kaybetseler de iktidarı bırakmayacak bunlar” duygusunun ne kadar ağırlaştığının göstergesi bu ruh hali.
Diyelim ki durum böyle
Burada ikinci soruna geliyoruz. Eğer durum sahiden de böyleyse, seçimler, her durumda iktidarın iktidarda kalacağı bir siyasal evre olacaksa, bugün bu görüşe sahip olanlar kendini doğrulayan kehanet sahipleri olarak mı anılmak istiyorlar? Öneri nedir bu durumda? Neler yapılmalı? İktidar ittifakının seçmen tabanı yavaş yavaş ama açıkça eriyor. Seçimi kaybetmeleri kesin değil ama kuvvetle muhtemel. Bu durumda, kehanet de ortadayken, neler yapmalıyız?
Bu sorunun yanıtı şu: İktidar ittifakının muhalefeti, muhalif partileri, işçi sınıfını ve seçmenleri, gençleri seçimlerin ardından biz gidersek gerisi tufan diye korkutmaya çalışıyorlar. Tek bir amaçları var korkutmak. Sadece amaç değil, ellerinde halka, seçmenlere seslenebilecekleri tek bir enstrüman kaldı: Korku!
15 Temmuz darbe girişimi sonrası kurulan rejimin niteliği bu. Korku imparatorluğunun tuğlalarını sarmak için gündeme getirilen OHAL rejiminin kalıcılaşmasının özü bu. “Bölünüyoruz” korkusu, beka kaygısı, Türkiye Kürtleri korkusu, yeni bir darbe geliyor korkusu, üst akıl korkusu, ekonominin küresel baronları korkusu, Geziciler korkusu, Suriye’de ABD-Kürtler ilişkisinin gelişmesi korkusu, ekonomik kriz korkusu, sıradan hainler korkusu. Korkutulmadığımız tek bir saniye, tek bir tartışma yok.
Yok, çünkü AKP iktidarının hikayesi tükendi, halkla, yoksullarla kontak kurabileceği gerçek sorunlar yok. Artık AKP burjuvazinin bir kanadının doğrudan sözcüsü, o kadar ki burjuvazi bile bu ölçüde savunulmayı beklemiyordur. Sınıf mücadeleleri tarihinde bir patronlar kulübü toplantısında grevleri yasaklamakla, sınırlamakla, azaltmakla övünen siyasetçilere çok sık rastlanmaz. Siyasiler, burjuvalar, devlet görevlileri böyle gerçekleri kendi aralarında konuşup yazışabilirler, ama bunlar söylenmez. Artık söyleniyor. Özelleştirmelere karşı mücadele eden işçilerin yanında görünmek, anlatılacak bir hikayen olması demekti. Soma katliamından sonra alınan tutumlar, iktidar liderliğinin hangi toplumsal sınıfla haşır neşir olduğunu da gösteriyor.
İsmet Berkan’ın köşe yazısında dile getirdiği şu bölüm bu açıdan anlamıydı:
Demos Araştırma (www.demosarastirma.com) tarafından aylık olarak yapılan ve sadece abonelerine gönderilen PanoramaTR araştırmasından bir tablo dikkatimi çekti. Kamuoyu araştırmasına göre seçmenlerin yüzde 36.7’si Cumhurbaşkanlığı seçiminde Tayyip Erdoğan’a oy vereceğini; yüzde 50.1’i ise kesinlikle vermeyeceğini söylüyordu. (Kalanı kararsız.) Peki bu oy vereceğim-vermeyeceğim diyenler nasıl bir sosyo ekonomik gruba mensuptu? Şaşırtıcı sonuç şu: Tayyip Erdoğan’a oy vermeyeceğini söyleyenler düşük ve düşük-orta gelir grubunda (sırasıyla yüzde 57.3 ve 45.8) yoğunlaşırken, “Erdoğan’a oy vereceğim” diyenler ise yüksek ve orta-yüksek gelir grubunda (yine sırasıyla yüzde 45.9 ve 46.5) birikmişti.
Şimdi, anlatacak hikayesi olmayanlar insanları gerçeği çarpıtarak korkutma taktiğini uygulamaya koyuyorlar. Örneğin Cumhurbaşkanı, açık açık, "Parlamenter demokrasi artık bizim için, milletimiz için mazi oldu. Çünkü Türkiye çok partili sistemden huzur bulamıyor. Koalisyonlar dönemine dönmeyi milletimiz asla istemiyor" dedi. Hem mevcut sistemi başarılı bulduğunu hem de koalisyonlar döneminin sona erdiğini söyledi. Oysa ne ekonomik alanda, ne siyasal alanda ve devlet yönetme süreçlerinde, ne ekolojik alanda, ne demokrasi, özgürlükler alanında, ne yoksullar, kadınlar, Kürtler açısından bir olumlu gelişmeden söz edilebilir ne de hayvan hakları yasasının gösterdiği gibi tüm canlı yaşamı açısından bir olumluluktan.
Ama burada gerçeğe atlattırılan asıl takla, koalisyonlar döneminin sona erdiği iddiasıyla yapılıyor. Oysa parlamenter rejimin koalisyonlar döneminden çok daha ağır krizlere gebe olan bir koalisyonlar dönemi içindeyiz. AKP, bir dizi koalisyon kurarak hem devlet içinde hem de siyasal alanda iktidarını tahkim etmiyormuş ve tek koalisyon kurma çabası içinde olanlar muhalefet partileriymiş gibi davranıyor. Ama bu MHP ve başka bazı güçlerin iktidarla kurdukları ittifak gerçekliği karşısında bir anda tuz buz oluyor.
Hikâye değil siyasal perspektif de bitti
AKP’nin son kongresi, kitleleri heyecanlandıracak hiçbir iddiaya sahip değildi. Geçtiğimiz aylarda, konuşmacı olduğu toplantılarda dinleyicilerin durgunluğu bizzat Erdoğan tarafından eleştirildiğine tanık olduk. Bu, artık kalıcı bir durgunluk, gerileyen, çözülen iktidar partisinde, her çeşit mitingde kafalarına hediye çay paketleri atılan kitleler, yaşanmakta olanın liderliğinden en tabandaki üyesine kadar kolektif bir tarih yazma eylemi olmadığının farkındalar. kim nasıl meşrulaştırmaya çalışırsa çalışsın, bir sarayın üzerine, iki saray daha yaptırmanın bu kolektif eylemle hiçbir ilgisi yok. AKP tabanında yoksulların ezici bir kesimi asgari ücretle geçinen insanlar. Hayat şartlarının gerçekliğiyle ihtişamlı sarayların gerçekliği arasındaki uçurum, fedakarlık yapmak gereken büyük bir davanın ödenecek bir bedeli olarak görülmemeye başlandı uzun zamandır.
Üstelik, biten hikaye bitmiş bir siyasal perspektif anlamına geldikçe ve bu, iktidarın, siyasal tutarlılık bir prensip meselesidir gibi basit gerçeklerden uzaklaşmasıyla beraber yaşanınca, vatandaşların gözleri önünde sayısız gariplik yaşanmaya başladı. Bir iktidar hem tek tek sözcüleri aracılığıyla hem de her sözcüsünün bir diğerinden farklı ve çelişkili açıklamalarıyla 128 milyar doların nerede olduğu sorusuna verdikleri yanıtlardaki tutarsızlıklar gibi sayısız örnek birikiyor.
İktidar ittifakının çözülme süreci, ekonomik-ekolojik-pandemik krizlere eklenen Pekersel krizle birleşince sözcüler, dün ne dediklerini kelimenin tam anlamıyla unutmuş gibi davranmaya başladılar. Bildikleri tek politika yapma aracı, korku ve kaygıyı yaygınlaştırmak taktiği şimdilik bir ölçüde kullanışlı bir aparat gibi görülse de insanların sonsuza kadar korkarak yaşayamayacağı ve “gelecek” diye korkutulan birçok öcünün 20 yıllık iktidarın sonucu olduğunu bilenlerin sayısının arttığı olgusuna toslamak üzere.
Gazeteci Yıldıray Oğur, bir sosyal medya mesajında, “Seçim yaklaştıkça siyasette ideolojiler yerine matematik konuşacak. Anketlerde Cumhur İttifakı 42-45 arası, Millet İttifakı 37-40 arası görünüyor. Hedefte iki oy bloku olacak: Saadet-Gelecek-DEVA'nın yüzde 5-6'sı ve HDP'nin yüzde 11-12'si” yazdı. Bu aynı zamanda iktidarın önümüzdeki her bir Allah’ın günü karşılaşacağımız esnek politikaların nedenini de açıklıyor. Kendi partilerinin bekasını memleket bekasıyla bir ve aynı şeyden söz eder gibi davrananlar, bir yandan seçimlerden sonra da iktidarı bırakmayacakları imalarında bulunuyor bir yandan da AKP’lilerin Diyarbakır mitinginde yaptığı gibi çözüm sürecinin bitişini açıklarken barış, kardeşlik, hak, hukuk gibi kavramları yeniden kullanıma sokabiliyor.
Bu, bir siyasal dehanın ürünü olan politik esneklik değil, Kemal Can’ın son makalesinde çok iyi açıkladığı gibi değişime ayak uydurmayı imkansız kılan bir eskimişlik ve çaresizlikle karşı karşıyayız.
Şenol Karakaş