İki gün önce Ankara’da bir saat süreyle yağan yağmur ve dolu, şehrin çeşitli semtlerinde sel baskınlarının yaşanmasına neden oldu. Bu, bir defaya mahsus bir afet değil. Aksine, her yıl tekrarlanan sıradan bir olay. Altyapı yetersizliği ile de açıklanacak bir durum değil; bu, kapitalizmin doğaya açtığı savaşta ele geçirdiği cephelerden biri. Marmara’daki müsilaj felaketinden Borneo’da, Amazonlarda ormanların yok edilerek tarım arazilerinin açılmasına uzanan bu savaş, artık dünyadaki bütün canlılar için bir ölüm kalım mücadelesine dönüşmüş durumda.
İnsanların doğayı tahrip etmeye başlamasının tarihi, sınıflı toplumların ortaya çıkmasına kadar uzanıyor. Avcı-toplayıcıların tarım ve hayvancılık faaliyetlerine başlayarak yerleşik hayata geçmesi, yabancılaştıkları doğayı tahrip etmeye başlamalarının da kapısını açmış. Tarım yapmak için doğal bitki örtüsünün yok edilmesi, “zararlı” oldukları gerekçesiyle yaban hayvanlarının ortadan kaldırılması, “çiftlik” hayvanlarının doğayla uyumsuz bir şekilde belirli alanlarda yoğunlaştırılması, su ve besin kaynaklarının bu “üretime” yönlendirilmesi, felaketin ilk adımları olmuş.
Kapitalizmin ortaya çıkarak gelişmesi, doğanın tükenme noktasına gelmesinin en önemli nedeni. İlk buharlı makinelerden sonra fosil yakıtların kullanılarak üretimin akıl almaz boyutlara ulaşması, beraberinde tüketimin de müthiş bir şekilde artmasını getirmiş durumda. İlk hedefi daha fazla üretmek, daha fazla satmak, pazar payını büyütmek olan şirketler, bunları gerçekleştirmek için 19. yüzyılın başlarından için amansız bir rekabete girdiler. Avrupalı kapitalistler koca koca kıtaları sömürgeleştirdiler, hammadde elde etmek için sonuçlarını bir saniye düşünmeden doğayı çılgınca talan etmeye başladılar. Devasa bölgelerde, örneğin kauçuk ve pamuk gibi “endüstriyel” bitkileri yetiştirmek için, milyonlarca insanı köleleştirdiler, doğal bitki örtüsünü neredeyse geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde değiştirdiler.
Fosil yakıtların ve kimyasal maddelerin üretimde kullanılmaya başlanmasıyla birlikte, doğanın tahrip edilme süreci katlanarak hızlandı. Üretimi kolaylaştıran ve hızlandıran kimyasal maddeler, herhangi bir arıtma işlemine tabi tutulmadan denizlere, göllere, akarsulara bırakılmaya başlandı. Nükleer enerjinin keşfiyle birlikte, devasa bölgeler radyoaktif kirlenmeye maruz kaldı. Milyonlarca insan bu kirlenme sonucu öldü, çocuklar çeşitli anomalilerle dünyaya geldi, sayısız insanın hayatı kalıcı şekilde mahvoldu.
Kapitalist rekabette bir adım öne geçmek isteyen fabrikalar gece gündüz atmosfere karbon gazları salmaya başladılar. Atmosferde sera etkisi gösteren gazlar yüzünden iklim hızla değişti, mevsimler birbirine girdi, bir yandan buzullar erirken, öte yandan göller kurumaya ve muazzam büyüklükteki alanlar çölleşmeye başladı. Son elli yılda pek çok hayvan türü, iklim değişikliğine bağlı olarak yok oldu.
Türkiye de elbette bu gelişmelerden muaf kalmadı. Kapitalizmin büyümeye başlamasıyla birlikte, çevre felaketleri birbirini izlemeye başladı. Köyden kente göç ve sanayi merkezlerinde yaşanan nüfus yoğunlaşması, fabrikaların doğaya bıraktığı zehirli atıklar, muazzam hava kirliliği, ortaya çıkan konut ihtiyacının giderilmesi için akarsu yataklarının üzerinin örtülmesi ve betonlaşma hayatı tehdit eder noktaya geldi. Ankara’da da, başka pek çok yerde de, rant nedeniyle dere yataklarının üzerinin örtülerek konut ve yol yapılması, bu doğa katliamı zincirinin bir diğer halkası.
Ankara’da Kavaklıdere, İmrahor Deresi, Cevizlidere, Kirazlıdere, İncesu, Çubuk Çayı, Hatip Çayı, Ankara Çayı ve daha nice akarsu, bugün üzeri örtülmüş ve birer atık su kanalı haline dönüştürülmüş durumda. Bu, 1930’lardan günümüze uzanan ve Marmara Denizi’nin ölü bir deniz halini almasına neden olan bir süreç. Marmara Denizi’ne boşaltılan muazzam miktarlarda atığın kimyasal ve biyolojik olarak arıtılması ise her zaman “geçiştirilen” bir konu oldu. Çünkü maliyeti yüksekti ve belediyeler de, fabrikalar da bu maliyeti karşılamak niyetinde değildi. Sonuç, Marmara’nın bir ölü denize dönüşmesi oldu.
Doğanın tahribatı, “nasıl olsa bize bir şey olmaz canım, eve ekmek götüremeyen insana doğadan bahsetmek gerçekçi değildir” anlayışıyla uzun süre görmezden gelindi. Ancak artık kelimenin tam anlamıyla deniz bitmiş durumda. Bir ölüm kalım mücadelesiyle karşı karşıyayız. Ya durumun bu hale gelmesinin baş sorumlusu kapitalizmi ortadan kaldıracağız, ya da doğayla birlikte biz de yok olacağız. Bu artık ertelenebilir bir mücadele değil.
Neyse ki bu karanlık tabloyu aydınlatan bir ışık var: Başını Greta isimli bir kız çocuğunun çektiği, gençlerden oluşan bir hareket çevre felaketine karşı mücadele etmeye başladı ve dünya çapında yüz milyonlarca insanı harekete geçirdi. Bu gençler, dikkatlerin iklim değişikliği üzerine toplanmasını sağladılar. Bu hareketi büyütmek ve neden olarak kapitalizmi teşhir ederek öfkenin buraya yönelmesini sağlamak bizim elimizde. Bunu yapabiliriz ve farklı bir dünya kurabiliriz. Çünkü biz milyarlarız ve doğayı yok edenler sadece bir avuç.
Atilla Dirim