O kadar sert bir türbülansın içindeyiz ki seri yazılar yazmak neredeyse imkânsız. Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun vekilliğinin düşürülmesi ve HDP’ye kapatma davası açılmasını iki yazıyla ele almaya çalışmak artık faydasız bir çaba, zira bu arada Gergerlioğlu Melis’te direnişe geçti, Bahçeli buna katlanamayacağını söyledi, Meclis başkanı da izin verdi ve polisler sabah namazını kılmak için abdestini alan Gergerlioğlu’nu Meclis’ten dışarı çıkardılar, gözaltına aldılar. Yine öğrendik ki Gergerlioğlu hakkında milletvekili olmadığı dönemde Meclis içinde HDP milletvekillerinin attığı bir sloganlı eyleme katılmakla ilgili bir suçlama varmış.
Bitmedi, HDP’ye kapatma davasını yorumlamaya çalışırken, bir gece yarısı Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiğine, Gezi Parkı’nın ne olduğu tam belli olmayan bir vakfa devredildiğine, Merkez Bankası başkanının değiştirildiğine tanık olduk. Pazar gecesi ise Asya borsalarının açılmasıyla doların Türk lirası karşısında yeni bir yükselişine tanık olduk.
Yine de HDP’nin kapatılması girişimini yorumlamaya çalışmak önemli. Üstelik bütün bu türbülansın her bir şiddetli sarsıntısının nedeni, aynı siyasal süreç: Türk usulü başkanlık rejimi!
Rejimin mantığı
Geçen yazıda altını çizmeye çalıştığım şu bölümden devam edersek, Türk tipi tuhaf başkanlık rejimi; iktidar sopasını keyfi bir şekilde kullanmanın konforuna teslim bir devlet ittifakına, hızla bir mecburlar koalisyonuna dönüştü. Türk tipi başkanlık rejimi ilk gününden itibaren kriz merkezi haline geldi. Ekonomik kriz, ekolojik kriz, toplumsal sıkıntılar, rejimin doğası gereği hızlanmaya başladı ve özellikle pandemi bütün bu krizleri hem daha görünür kıldı hem de derinleştirdi. Krizin her bir evresi, AKP’nin tabanında bir erimeyle el ele gitti. Parlamentoda sayısal çoğunluğu kazanmak ve muhtemel bir seçimde oyların yarısından 1 fazlasını kazanmak için her geçen gün birbirine daha muhtaç hale gelen bir koalisyon haline geldi. Siyasetin yerini, “millilik” etrafında yürütülen, Mavi Vatan gibi tezlerle Türkiye’nin çıkarlarının sınırlarının ötesinde başladığını vurgulayan, militarizasyonun dozajını yükselten devlet stratejisi, bir başka açıdan siyasetsizlik anlamına geldi. İktidar açısından siyasetten kaçışla baskının dozajının artması el ele gitmeye başladı.
Fakat artık mızrağın çuvala sığmadığı bir evredeyiz: Covid-19’a karşı yeni açılma dönemi ilan edildiğinde turuncu ya da mavi olan şehirlerin renkleri, kırmızıya dönüştü. Salgının tehlikeli boyutta olmadığı bir şehir yok. Salgınla mücadelede, aşılamada ne şeffaflık var ortada ne de tutarlı bir mücadele. Salgın koşullarında, kaynakların sermayeye nasıl aktarılabileceğinden başka bir şey düşünmeyen bir ekonomik-siyasal pratikle karşı karşıyayız.
İnsanlar bunu görüyor.
Bir gece yarısı müdahalesiyle bir kaç ay önce kendilerinin atadığı Merkez Bankası başkanını tasfiye eden siyasal iktidarın bu yapbozculuğunun dolarla maaş alsın almasın yoksulları ve gerçekte tüm ekonominin işleyişini derinden sarstığı çok açık. Şimdi herkes daha çok Merkez Bankası rezervlerinin, 128 milyar doların nereye gittiğini, neden eksi 47 milyar dolara gerilediğini soruyor. Soruları soranlara verilen tek yanıt fırça atmak oluyor.
Çünkü bu rejim otoriter yönelimin hızla daha da tehlikeli maceralara doğru yönelmesinden başka bir yön tayin edemiyor. Türkiye’deki siyasal yapının özgünlüğünde en önemli etken, iktidarı liderinin ellerinde merkezîleştiren merkez sağ bir partinin koalisyon ortağı faşist parti tarafından şekillenmeye başlaması. İktidar kendi başına asla cüret edemeyeceği yöne doğru sınırlarını zorlayarak ilerlemesinde MHP’nin yönlendirmesi, cesaretlendirmesi ve bütün bu adımların atılmasında devletin gelişmelere müdahil olmayacağının güvencesini vermesi, bu güvenceyi verebilecek bir asli iktidar pozisyonunu sık sık öne sürmesi yaşanan değişimin neden göründüğünden daha tehlikeli olduğunu gösteriyor. Bu tehlike Türk usulü otoriterizmin Türk usulü faşizmden aldığı destekte düğümleniyor.
“Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” tek bir siyasi figürü öne çıkartmış gibi görünse de aslında bu sistem istenilen otoriter yönetime yavaş yavaş ayak bağı olmuş durumda. AKP, başkanlığı kazanmak için kendisinden çok daha küçük partilerin oyuna muhtaç. Bu partilerse kendi gündemleri olan ve AKP’yle şimdilik yani geçici bir uyum içinde olan partiler ve kurumlar.
Başkanlığı kazanmak ve sürdürmek için bu partilerin desteği şart. Ama bu destek AKP liderliğinin de ufkuna çok uygun olduğu kanıtlanan daha sağ, daha da sağ, daha da devletten yana politikaların uygulanmasına bağlı. Bu uygulamalar ise AKP’ye oy kaybettirmeye devam ediyor.
İktidar kendi kuyruğunu yemeye başlamış vaziyette ve artık kutuplaştırmayı derinleştirmekten başka bir çaresi yok. Attığı adımlardan geri dönüşü imkânsız. Tutarlılık adına değil! Tersine, iktidarın tutarlı olmakla hiçbir ilgisi kalmamış vaziyette. Türk usulü başkanlık rejiminin tutarlı olduğu tek şey tutarsızlık.
İnsan Hakları Eylem Planı açıklayıp, insan haklarını ayaklar altına alarak İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesinde görüldüğü gibi.
Neredeyse her ay bir maliye bakanı bir merkez bankası başkanı değiştirmesinde görüldüğü gibi.
Başkalarına yasak olan her şeyin kendisi açısından serbest olduğunu ilan etmesinde olduğu gibi.
TL bir gecede yüzde 12 değer kaybederken ekonominin uçuşta olduğunu ilan etmesinde olduğu gibi.
İnsanlara salgın nedeniyle “evde kalın” derken, on binlerce insanın katılımıyla Ayasofya açılışı yapması ya da kalabalık parti kongreleri yapmasında olduğu gibi.
İktidar koalisyonu geri dönemeyeceği kadar açılmış durumda. Fakat hedefe varamayacak kadar da yorgun.
Bu durumda bir illüzyona tüm toplumu ikna etmek zorunda: Her şey iyi gidiyor ve her şey daha da iyi olacak!
Adalet, demokrasi, insan hakları, gelir dağılımı, yargı alanındaki uygulamalar gibi tüm alanlarda, özellikle AKP tabanındaki yoksul kesimleri de etkileyen gelişmelerin görünmez olması lazım. Görünmez olması lazım ki iktidar bir seçim çoğunluğunu sağlayamasa bile küçük bir azınlığa dönüşmekten kurtulabilsin.
Bu yüzden aynı anda bir dizi adımın birden atılması gerekiyor. Maço bir kitleye göz kırpmak zorundalar, tabanın bu maço kanadını konsolide etmeleri gerekiyor. Yüzde 1 fazla oy almak için Saadet Partisi’ne göz kırpmaları gerekiyor. Bu yüzden İstanbul Sözleşmesi iyi bir araç. Kutuplaşmayı körüklemeleri gerekiyor. Kanal İstanbul, Gezi Parkı gibi tüm fırsatları kullanacaklar.
Bu hamleler burada kalmayacak. En başta seçim yasası, partiler yasası gibi düzenlemeleri yaparak, oy çoğunluğu olmadan seçimleri kazanmanın yollarını yaratmaya çalışacak ve kazanılmış, elde kalan tüm haklara meydan okuyacaklar.
Gergerlioğlu ve HDP’ye dönük yasaklama süreçlerinin nedeni budur.
Gergerlioğlu bizzat AKP tabanına da seslenme şansı olan bir demokrat olduğu için susturulmalıydı.
HDP ise 6,5 milyonluk oy desteğinin blok halinde iktidar karşıtı bir zeminde değerlendirilmemesi için paralize edilmeliydi. Yaklaşık 700 HDP üyesinin, önde gelen aktivistinin siyaseten yasaklı hale getirilmek istenmesinin nedeni budur.
Sonraki ve son yazıda, muhalefet dediğimiz “şeyin” niteliği ve rolü üzerine kısa bir tartışma yapmaya çalışacağım.
Şenol Karakaş
(Sosyalist İşçi)