2020 yılından çıkarken, özellikle yargısal alanda kendini gösteren iktidar uygulamalarına ilişkin örnekler ve bu hamlelerin siyasal arka planı hakkındaki üçüncü ve son yazı bu. İktidar ittifakının sözcü ve danışmanları “reform” adımlarından daha sık söz eder oldular ve ne yazık ki onlar reformdan söz ettikçe “kişi hak ve hürriyetleri”nin korunması alanında olumsuz örneklerin sayısı arttı. Son olarak bütün bu yargılama adımlarıyla ilgili, Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş ile ilgili de gelişmeler oldu. AİHM’in Demirtaş hakkında aldığı karar, iktidar tarafından yine “bizi bağlamaz” argümanıyla karşılandı. Daha ileri giderek, AİHM’in bir “sürpriz temyiz mahkemesi” olmadığını söyleyenler oldu. Tersine, yılın son günü Demirtaş ve bir kısmı tutuklu 108 kişinin yargılandığı Kobane davasının iddianamesi hazırlandı.
Anayasa Mahkemesi ise Genel Kurulu’nda Osman Kavala’nın başvurusunu ele aldı. Osman Kavala, "tutuklamanın hukuki olmaması nedeniyle 'kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı'nın ihlal edildiği" iddiasıyla Anayasa Mahkemesi'ne başvurmuştu. AYM, Osman Kavala'nın bireysel başvurusunda, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edilmediğine karar verdi.
İnanılmaz bir karardı. Hemen hemen aynı cümlelerle yazılmış üç ayrı davadan yargılansa da AYM bir hak ihlali görmüyor. Osman Kavala, 11 Ekim 2019 tarihinde 15 Temmuz darbe girişimiyle ilişkilendirildiği “anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme” suçundan resen tahliye edildi, hepimizin bildiği gibi. Kavala 18 Şubat 2020 tarihinde ise Gezi Parkı davasından beraat etti, ama cezaevinden çıkamadı, zira 15 Temmuz darbe girişimiyle ilişkilendirildiği davadan gözaltına alındı. 19 Şubat 2020’de ise İstanbul 8. Sulh Ceza Hâkimliği Kavala’yı daha önce tahliye edildiği dosyadan yeniden tutukladı.
Osman Kavala 20 Mart 2020 tarihinde “anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme” suçundan bir kez daha resen tahliye edildi. Ancak İstanbul 3. Sulh Ceza Hâkimliği, Kavala’nın tutukluluğunun devamına hükmetti. Özetle, AYM, iki kez beraat ettiği “anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme” suçundan bir kez daha yargılanan Kavala’nın, 'kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı'nın ihlal edilmediğine karar verdi!
Özgürlük ve eşitlik isteyenlere gözdağı
Ama biz artık biliyoruz ki Demirtaş ile ilgili dava çözüm sürecinin bütününe ilişkin, o süreçte Türkiye’de elde edilen bütün demokratik kazanımlara ilişkin bir davaya dönüştürülmüş şekilde ve bütün bu hukuki olarak içinden geçmekte olduğumuz debdebeli dönemde önemli bir köşe taşı olarak duruyor. Çözüm sürecinin hayaletlerine bile tahammül edemeyen bir anlayış, Demirtaş ile ilgili AİHM kararına uygun tutum alınmasına da engel koyuyor.
Çözüm süreci, kuşkusuz cumhuriyet tarihinin en önemli demokratik hamlelerinden birisiydi. Kürt sorunu tüm başlıklarıyla kamuoyunun gözü önünde, daha da önemlisi kamuoyunun katılımıyla tartışılmaya başlanmış ve muazzam önemde bir adım atılarak, silahlar susturulmuştu. Bu sürece, o günlerde kimlerin neden karşı çıktığını ayrıca tartıştık ve önümüzdeki dönemde de tartışmaya devam edebiliriz, ama sürecin dinamiklerinin HDP’nin oluşumundaki katkısı ve barışçıl iklimin HDP’nin 7 Haziran seçimlerinde yaşadığı oy patlamasındaki belirleyici katkısının üzerinden atlanamaz.
Şimdi, Demirtaş davası, Kürt sorununa ilişkin çözüm sürecinin bütün kazanımlarının sökülüp atılması anlamına geliyor. Tıpkı bunun gibi Osman Kavala davası da sivil toplum, bireysel özgürlükler, kültürel çalışmalar, halklar arasında diyalog, eşitlik, barış, kardeşlik gibi konularda sivil toplum faaliyetine yönelik bir gözdağı olarak ele alınmalı. Bu açıdan bu iki dava sadece Osman Kavala ve Demirtaş’ı alakadar eden davalar olmaktan çoktandır çıkmış vaziyette. Demokratikleşme sürecinin kaderini belirleyecek ya da yol haritasını çizmeye yarayacak, bu konularda kapı aralayacak simgesel davalar haline gelmiş durumda.
Siyasetin ekseni sağa kayarken
24 Haziran 2018 seçim değerlendirmesinde, sonuçların Türkiye’de siyasetin sağa kaydığını gösterdiğinin altını çizmiştik. Öncelikle, o seçimlerden iki sene sonra gerçekleşen 15 Temmuz darbe girişimi, “Türkiye Devleti’nin varlığına kast eden dış güçler ve bu dış güçlerin piyonu olanlar” iddialarının daha gür sesle çıkmasına neden olmuştu. Bu perspektifle girişilen Afrin ve Kandil askeri harekâtları ile Menbiç için ABD’yle yaşanan tartışmaların milliyetçi bir dip dalgası haline dönüşeceğinin öngörülmesi beklenirdi. MHP’nin yüzde 5’lerde gezineceği koşullarda AKP-MHP ittifakının meclis çoğunluğunu kazanması mümkün değilken, beka kaygısının sürekli işlendiği siyasal koşullar milliyetçi bir tepkinin güçlenmesine neden oldu ve çözüldüğü düşünülen MHP, özellikle AKP’den de çaldığı oylarla 49 milletvekili çıkartmıştı.
Siyasetin ekseni sadece AKP-MHP oylarının iktidar çoğunluğunu sağlaması nedeniyle sağa kaymış değildi. Bu eğilimin bir başka göstergesi, kuruluşunun üzerinden daha bir yıl geçmeden İyi Parti’nin yüzde 10 oy almış olmasıydı. Ana faşist partinin içinden çıkan, geçmiş yıllarda faşist eylemliliklerin örgütçüsü olan, faşist geleneğin yerleşmesinde rol oynayan kadrolara sahip İyi Parti’nin yüzde 10 oy alması, sağcı politik ortamın göstergelerinden bir diğeriydi. Bu sağcılaşmanın bir diğer göstergesi ise AKP-MHP’de odaklanan sağ iktidara karşı önerilen alternatifin de sağcı olmasıydı. Solun geniş kesimleri bu alternatife can-ı gönülden destek verdiler.
İki sene önce, Trump’ın seçilmesinin bildiğimiz dünyanın sonu anlamına gelmesi gibi, 24 Haziran seçimleriyle birlikte bildiğimiz Türkiye’nin de sonuna geldiğimizi vurgulamıştık. O seçimlerin hemen ardından patronlar örgütü TÜSİAD hemen Erdoğan’ı kutlamış ve reform talep etmişti. Hükümet de kısa sürede IMF’siz bir IMF programını, yani daha fazla borç alabilmenin karşılığında, krizin bütün faturasını yoksullara ödetmeyi hedefleyen bir ekonomik programı kabul etmişti.
O seçimin en belirgin sonucunu ise şöyle özetlemiştik: “MHP 24 Haziran seçimlerinin en büyük kazananı oldu. Bu, Erdoğan ve AKP’nin MHP’nin basıncı altında kalması anlamına gelecek. Bu durum, bir yandan daha sağ politikaların uygulanmasına kapı aralayacak ama bir yandan da sürekli bir siyasal istikrasızlığın Demokles'in kılıcı gibi hükümetin üzerinde sallanıp durmasına yol açacak.”
Tam olarak öyle oldu, bir yandan MHP’nin iktidar üzerindeki etkisi giderek arttı, bir yandan Bahçeli “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin” kapısını aralayan kritik hamleyi yaptı. Fakat bir yandan da kurulan rejimin daha birinci yılında tıkanmaya başladığını gördük. Birinci yılın ardından bu hükümet biçiminin, ekonomi alanında fakirden alıp zengine veren ve ekonominin bütün yükünü fakirlerin sırtına yıkan bir rejim olduğu açığa çıktı ve yoksulluk giderek derinleşti. Ekonomi yönetiminde istifalar ve görevden almalar arka arkaya yaşandı.
Aynı zamanda bu yönetimin bölgesel güç olma çabalarının, sermayeye doğal alanları açma temposunun ve ne yazık ki Covid-19 sorununu ele alış biçiminin, ekonomik krizle birleşen kriz alanları yarattığı açığa çıktı.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, 80 küsur milyonluk bir yerin deneme yanılma yöntemiyle yönetilmeye çalışıldığı, dikiş tutmayan bir “tek adam” yapılanması. Tek bir kişinin elinde muazzam bir iktidar gücünü biriktiriyor. Bir daha hiçbir seçimin yapılmayacağı bir sistem olsa, elinde güç biriken açısından her şey güllük gülistanlık olabilirdi. Ama öyle değil: Türkiye’de halk oylaması iktidarların kaderinde belirleyici oluyor. Halk ise Covid-19 salgınıyla birlikte bu hükümet sisteminden açıkça bezmiş vaziyette.
İşleri yoluna koymak için çıkartılan Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin yarattığı kargaşayı düzeltmek için ortaya atılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri rejimi, hemen her konuda kriz üretmeye meyilli.
2020 yılından çıkarken, hemen hiç kimse ilk bakışta hoş hatıralara sahip olmadığı bir yıl olarak görse de hem Türkiye’de iktidar ittifakının gerilediği, hem de dünyada otoriter rejimlerin gerilediği bir yıl oldu. 2020 bir yandan krizler ve pandemiyle hatırlanacak belki ama bir yandan da lümpen ve ırkçı Trump’ın seçimleri kaybetmesi ve Siyahların Hayatı Önemlidir eylemleriyle hatırlanacak.
Bütün otoriter liderler, Trump’ın seçim yenilgisinde kendi geleceklerinin bir kısa çekimini gördüler. Öyleyse, 2021 yılında neler yapmamız gerektiği çok açık. Cazip bir tanım olan, siyasetin mimarisinde kasvetli tasarımı yırtıp atacak, sağcı siyasal eksene prim vermeyecek, yeni bir eksen, yeni bir sol çıkış, yeni bir sol meydan okumayı inşa etmeliyiz.
Tahminlerimizden daha güçlüyüz!
Sandıkları kadar güçlü olmadıklarının, sandığımız kadar güçsüz olmadığımızın farkına varmalıyız.
Çalışma Bakanı Selçuk Türkiye’de yoksulluk sorun olmaktan çıktı derken belki de yoksulluk değil Türkiye’de açlık çok ciddi bir sorun halinde demek istemiş olabilir. Çalışanların %43’ü asgari ücret alıyor. Ortalama ücretler de asgari ücrete çok yakın şu anda. Çalışanların eline ortalama ayda 2500-3000 TL para geçiyor. 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 2500 TL. Yoksulluk sınırı ise 8000 TL civarında. Yani bir evde iki kişi çalışsa bile yoksulluk sınırını geçemiyor. Bu açıdan da çalışan nüfusun %43’ünün aldığı ücretin belirlenmesinde asgari ücret tespit komisyonu sendikaların istediğine yakın bir meblağı gündeme getirmek zorundaydı.
Türk-iş’in, DİSK’in ve Hak-İş’in simgesel de görünse, asgari ücret tartışmalarında ortak tepki göstermesi, asgari ücret komisyonuna taleplerini bildirmesi, Türk-İş’in en az 3000 TL’nin işçileri mutlu edeceğini söylemesi, her ne kadar 3 bin liranın işçileri mutlu etmesi ihtimali yoksa da en azından sendikaların ortak bir talep etrafında bir araya gelip birlikte basın açıklamaları yapmış olmaları çok önemli gelişmeler. Simgesel ve gecikmiş de olsa böylesi adımlar birçoğumuzun çok uzun zamandır altını çizdiği, çalışanlarda, işçi sınıfında, yoksullarda, ezilenlerde o aşağıdan mayalanan biriken öfkenin ortak kanallarını yaratmak konusunda, bütün kurumların ve sendikal liderliklerin yan yana gelmesini zorunlu kılıyor. Bunu gözden kaçırmamak zorundayız.
Bu sendikaların yan yana gelmesi konusundaki ivmeye, aşağıdan öncü işçilerin işçi aktivistlerin ciddi bir basınçla destek vermesi, bu eylemi kalıcı bir birliğin, 1990’lı yılların büyük birleşik emek örgütleri eylemlerini hazırlayan o formlarına ulaşmak için değerlendirmeliyiz. Türkiye’de öfke değil eksik olan, aslolan işçi sınıfının eylem kapasitesinin açığa çıkmasının engellenmesinde. Hem yukarıdan aşağıya egemen sınıf örgütleri aracılığıyla, hem de işçilerin kendi örgütlerinin durgunluğu ve liderliklerinin (kibarca söylemek gerekirse) durağanlığının bunu engellemesinde. O yüzden, bu mevcut olduğunu bildiğimiz, hepimizin bir ölçüde yaşadığı, hissettiği, tanık olduğu öfkenin bütün ezilen kesimlerin ortak öfkesine dönüşmesi için, emek örgütlerinin birliğini önemsemek ve çok daha büyük bir mücadeleci birleşik işçi zemininin yaratılmasında bir manivela olarak görmek gerekiyor. Bu mücadele zemini; kadınların, LGBTİ+’ların, göçmenlerin, ırkçılık karşıtlarının, hemen şimdi özgürlük isteyenlerin, açların, öfkelilerin eylemlerinden ilham alabilir, bu eylemlerle birleşebilir.
Siyasetin eksenini sola kaydırmak için; siyasetin mimarisindeki anlaşmaya bir son vermek, MHP AKP’yi belirlerken bir başka “eski faşistler partisi” İyi Parti’nin de solu belirlemesini engellemek zorundayız. Bu oyunu oynamak zorunda değiliz. 2021 yılı, sağa ve sağa karşı bir başka burjuva alternatifini güçlendirme çabalarına karşı antikapitalist bir meydan okumanın yılı olmalı.
Son olarak, işçi sınıfından umudunu kesenlere, onun gücünü sorgulayanlara; işçi sınıfı, bu toplumda oynadığı merkezi rolü, salgınla mücadelede sağlık çalışanlarının ilham veren her günkü kahramanlığında kanıtlıyor. Türkiye’de pandemi nedeniyle ölen sağlık çalışanı sayısı 300’ü aştı. Covid-19 tanısı konanların yüzde 6’sı, yani yaklaşık 130 bin kişi sağlık çalışanı! Dünyada da Eylül ayı itibarıyla Covid-19’dan ölenler arasında 7 bin kişi sağlık çalışanı.
Anıları 2021 yılında mücadelenin her bir gününde yaşayacak!
2020 bir yandan sadece korkunun, ıstırabın ve sıkıntıların yılı olmadı, aynı zamanda milyonların küresel intifadaya kaldığı yerden devam ettiği bir umut yılı da oldu.
İngiltere’den bir yoldaşımızın dediği gibi, salgın sona erene kadar maskeleri takacağız, mesafeyi koruyacağız ve kapitalizmi yıkmak için mücadeleye devam edeceğiz.
Şenol Karakaş