İmamoğlu’nun mazbatayı alması şimdilik seçim tartışmalarını sonlandırmış gibi görünse de YSK’nın nihai açıklamasına kadar rahat etmeyeceğiz. Bu yüzden bu satırları kısmi bir belirsizliğe; mahkemenin İstanbul belediye başkanının verileri kopyalamasını engellediğini, İmamoğlu’nun Demirtaş’tan övgüyle bahsettiğini, azınlıkların bayramını kutladığını bilerek ve Erdoğan’ın bir cenaze töreninde İmamoğlu’yla tokalaşmadığını ve Gebze cezaevi önünde açlık grevindeki çocuklarıyla dayanışmak isterken polis tarafından tartaklanan Kürt anneleri görerek yazıyorum. Zira bir tartışmayı yapmak giderek daha elzem bir hâl alıyor...
Seçimler, bileğinin hakkıyla kazandığı mazbatası İmamoğlu’na teslim edildiğinde, nihayet sona ermiş oldu. “Muhalefeti” büyük bir sevinç dalgası sardı. Kadir Topbaş’ın yerine atanan başkan, devir teslim töreniyle görevi İmamoğlu’na teslim etti. Şimdi, AKP liderliği boş kalan ellerini nereye koyacağını bilemeyen iflas etmiş yeni zengin gibi, şaşkınlık yaşıyor. 17 Nisan’da İmamoğlu’nun mazbatayı almasıyla birlikte, AKP, her ne kadar Türkiye genelinde aldığı oylarla birinci parti olduğunu iddia etse de, 31 Mart seçimlerinin en büyük kaybedeni olarak, 17 gün sonra bir kez daha tescil edildi.
Üstelik sadece seçimi kaybetmekle kalmadı. Abdurrahman Dilipak gibi en garip argümanlarla hükümeti destekleyen Akit yazarına şunları söyleten bir İstanbul sayım süreci yaşattı: "XYZ kuşağına, bir gecede bütün Türkiye’yi sayıp, 2 ilçedeki oyları 19 gün gece gündüz çalışıp nasıl sayamadığınızı anlatamazsınız. Aslında bunu ne yaşlısına, ne gencine, ne kadınına, ne erkeğine, ne yerlisine, ne de yabancısına anlatabilirsiniz."
Dilipak devam ederek, “Bu seçimden, özellikle İstanbul ve Ankara’da, eğer bu milli irade gasıpları hakkında bir darbe girişimi gibi sonuçta yüzlerce görevden alma ve hakkında adli işlem yapılan sanık görmeyeceksek, ben bu tartışmalar ülkeye zaman kaybettirmek için yapıldı diyeceğim” diyerek, AKP liderliğinin Büyükçekmece diyerek başlayıp Maltepe’ye sıçrattığı ve İstanbul büyükşehir belediyesi için dillendirdiği “sandık darbesi” lafını da sorguluyor. Kuşkusuz şunda yanılıyor: Bu adımlar ülkeye zaman kaybettirmek için değil, “muhalefeti” yormak, demokrasi yorgunu hâline getirmek ve atı alıp Üsküdar’ı hızla geçmek için yapıldı. Başka ülkelerde, özellikle diktatörlüklerle yönetilen ülkelerde seçimlerden sonra oy sayım sürecini beğenmeyen AKP’liler, kendilerini şu adamın şu açıklamasında kristalize olan utanç verici bir siyasal durumda buldular: “Hiçbir şey olmasa bile biz diyoruz ki kesinlikle bir şeyler oldu. Kabul edelim, bizim de cumhurbaşkanımız da açıkladılar. Bence bir parça kusurumuz vardı. Fakat ortada kanunun dışına çıkan, bizim kesinlikle fark edemeyeceğimiz, seçimden önce fark edemeyeceğimiz, seçim günü fark edemeyeceğim bir takım kanunsuz işlemler yapıldı. Bu kadar net. Organize usulsüzlük yapıldı.” (https://www.cnnturk.com/turkiye/son-dakika-ak-parti-genel-baskan-yardimcisi-yavuz-konusuyor)
AKP büyük kaybetti!
AKP hâlâ en çok belediye kazanan parti olabilir ama durumu 16 Nisan referandumunu andıran bir hâl aldı. 2014 seçimlerinde AKP 800 belediyeye sahipti, 31 Mart seçimlerinde bu belediyelerin azımsanmayacak bir bölümünü kaybetti ama daha önemlisi büyükşehir belediyelerinde tam bir çöküş yaşadı. AKP 16 ilde belediye başkanlıklarını kaybetti.
15 Temmuz darbesinin ardından hızlanarak pekiştirilen yerli-milli politik hat, AKP’nin hem CHP’ye hem de ittifak ortağı MHP’ye doğru kaybettiğini gösteriyor. Özetle AKP, bölgede üç belediyeyi HDP’den geri almayı başarırken, aralarında İstanbul, Ankara ve Antalya gibi dev şehirlerin olduğu 16 belediyeyi CHP ve MHP’ye kaybetti! Başka bir ifadeyle, 2014 verilerine bakıldığında Ankara, Antalya, İstanbul gibi illeri kaybederek, AKP, artık Gayri Safi Milli Hasıla’nın belediyeler bazında sadece %30'unu elinde tutuyor, bu oran önceden %75’ti.
AKP tabanı ne yaptı?
Bekir Ağırdır’ın seçimden sonra yaptığı analiz, bizim seçimden sonra yaptığımız basın açıklamasıyla bütünüyle uyuşuyor: “Yerel meclis oylarında Cumhur İttifakı’nın toplamda 24 Haziran oylarından 5,1 puan oy kaybettiği hesaplanıyor. Fakat buna karşılık kaybedilen bu oyların Millet İttifakı’na yönelmediği, Millet İttifakı’nın 24 Haziran oylarını yalnızca 0,9 puan artırdığı anlaşılıyor. Azalan oyların yarıya yakını sandığa gitmemiş, diğer yarısı da diğer partilere gitmiş. Aynı hesaplamayı belediye başkanlıkları oyları ile 24 Haziran milletvekilliği oylarını karşılaştırarak yaptığımızda Cumhur İttifakı oylarında 5,8 puan kayıp olduğunu görüyoruz. Bu tablodan tespit etmemiz gereken üçüncü önemli dinamik ise iktidar bloku seçmeninin rahatsız olduğu, partilerini sorgulamaya başladığı, sıkıntısını sandığa gitmeyerek gösterdiği ama hâlâ muhalefet blokuna geçmekte tereddütlü olduğunu gösteriyor.” (https://t24.com.tr/yazarlar/bekir-agirdir/iktidar-bloku-secmeni-rahatsiz-ve-partilerini-sorgulamaya-basladi,22193)
Seçimden önce yaptığımız uyarı
Seçimden önce şu uyarıyı yapmıştık: “Seçim sonuçları ne olursa olsun, 31 Mart yerel seçimler kampanyası, sadece Türkiye’de değil muhtemelen dünyada gelmiş geçmiş en rezil, en sağcı, en pespaye, en ırkçı, en pazarlıkçı, seçim dönemi olarak tarihe yazılacak (…) İstanbul, Ankara gibi büyükşehirler ve Kürt illerinde seçim sonuçları ne olursa olsun AKP’nin oylarının düştüğü koşullara tanık olacağız. Beka kaygısını sürekli derinleştirme çabalarının çarptığı bir duvar var: Açlık, yoksulluk, kuyruklar, işsizlik, hayat pahalılığı! AKP’nin oyları düşmüş ama tabanda dikkatli kulakların duyabildiği homurdanma artmış olacak.”
Ne yazık ki zafer çığlıkları, bu gerçeğin görülmesini engelliyor. Yine Bekir Ağırdır’ın analizine dönersek, “Ak Parti siyaseti tek başına domine edebilir ve yüzde 50 üzerinde iken şimdi MHP ile beraber ancak 50’nin biraz üzerine gerilemiş durumda. Seçime katılma oranları düştüğünde Ak Parti oyunun gerilemesi esas itibariyle Ak Parti seçmeninin muhalefet blokuna geçmekten daha çok sandığa gitmeyerek tepkisini gösterdiği anlaşılıyor.” (https://t24.com.tr/yazarlar/bekir-agirdir/iktidar-bloku-secmeni-rahatsiz-ve-partilerini-sorgulamaya-basladi,22193)
Seçimlerden hemen bir gün sonra yapılan hesaplamaya göre, “seçime katılım yüzde 83,7 oldu, AKP-MHP ittifakı yüzde 51,7 oy aldı. Seçmen sayısının 730 bin arttığını da göz önüne alırsak, bu seçimlere, bir önceki seçimlere katılan 2,4 milyon seçmen katılmadı. AKP-MHP ittifakının Türkiye genelindeki oy sayısı, yurt dışı oyları hariç tutarsak, 26 milyondan 23,8 milyona indi. İttifak 2,2 milyon oy kaybetti. İstanbul’da 24 Haziran seçimlerinde 4,65 milyon oy alan AKP-MHP ittifakı, bu seçimlerde 4,15 milyon oy alabildi, kaybı yaklaşık yarım milyon oy. Aynı şekilde Ankara’da 300 bin, Adana’da 89 bin, Antalya’da 17 bin, Mersin’de 34 bin, Gaziantep’te 157 bin, Kahramanmaraş’ta 63 bin, Kocaeli’de 96 bin, Bursa’da 176 bin, Kayseri’de 109 bin, Sakarya’da 61 bin, Trabzon’da 42 bin oy kaybetti. Büyük şehirlerde toplamda 2,14 milyon oy kaybetti.”
“Bu seçmenlerin bir kısmı muhalefet partilerine oy verdi, büyük çoğunluğu ise sandığa gitmedi. Oy kaybettiği yerler sanayinin veya hizmet sektörlerinin gelişkin olduğu, işçi sınıfının yoğun olduğu kentler. Örneğin ittifak İstanbul’da işçi sınıfının yoğun olduğu iki ilçeyi, Küçükçekmece ve Esenyurt’u kaybetti.”
AKP kaybetti diye sevinmek mi CHP-İP kazandı diye sevinmek mi?
Bu sorunun yanıtı, olağan koşullarda 2023’te gerçekleşecek cumhurbaşkanlığı ve meclis seçimlerine kadar nasıl bir mücadele perspektifine sahip olacağımızı da belirleyecek. Seçimlerden hemen sonra, sosyal medyada, “Şu sayım işleri bitip mazbatayı alsın da biz de İmamoğlu’na neden ilk olarak Anıtkabir’e gittiğini ve Alpaslan Türkeş’i sevgiyle yad ettiğini sorabilelim” demiş ve eklemiştim: “AKP kaybetti diye sevinmeyle CHP kazandı diye sevinme arasındaki ince çizgiye şerh düşmek bu yüzden ayıp değildi!”
Gerçekten de ağır bir baskı koşulu ve esas olarak hukuk alanında hüküm süren, insanları kaygan bir zeminde her an düşecekmiş duygusuna hapseden bir keyfilik, Haziran ayından beri derinleşerek süren ekonomik krizin sonuçlarıyla birleşerek büyük bir öfkeye neden oldu. Siyaset, yargı, medya, kültür alanında benzersiz bir lümpenleşme, keyfileşmiş bir hukuksal baskıyla el ele gitti. Bu lümpenleşme, oluşan haksızlıkların ağırlığını örtmek için kullanılmaya başlandı. Bir çete lideri, kamuya açık bir şekilde, aydınların oluk oluk kanını akıtabileceğinden söz edebildi, devlet izin verdiğinde sokağa çıkabileceğinden söz edebildi; 31 Mart seçimlerinde İstanbul’da organize bir hukuksuzluk olduğunu ve işin içinde bir örgüt olduğunu açık açık yazıp, hiçbir delil sunmadan insanları suçlayan “gazeteci türü” yeni çıkmadı ortaya. KHK’lıların seçme hakkının olmaması gerektiğini söyleyen AKP sözcüleri de yeni bir modanın takipçileri değil, keyfilik tarafından korunan ve kime ne kadar hakaret ederse etsin, kime ne kadar çamur atarsa atsın dokunulmaz olduğunu düşünen bir lümpenlik, siyasetten ekonomiye kadar insanları boğan bir girdap etkisi yarattı. 31 Mart seçimlerinde oluşan sevinç duygusunun, kadiri mutlak hükümetin yenilebileceği psikolojisinin verdiği moral üstünlüğün ötesinde, bir nedeni daha vardı: milyonlarca insanda bu girdaptan çıkmanın, bu keyfilik rejiminden kurtulmanın tek yolunun büyükşehirlerde AKP-MHP koalisyonundan belediyeleri almak olduğu düşüncesinin yaygınlaşmasıydı.
Bu düşünce o kadar hızla yaygınlaştı ki, seçimlere bir hafta kala sağcılara karşı sağcı adaylara oy vermeyeceğini, kirli ittifaklara prim verilmemesi gerektiğini, bu seçim sürecinde her iki blokta da faşistlerin, ırkçıların olağanlaştırıldığını söyleyenlere, hiç beklenmedik yerlerden saldırılar geldi. Araya “hatırlar” girdi, bölgede oy kayıpları, MHP ve İP’in olağanlaşması, sıradanlaşması, bir yandan değişim gerçekleşirken öte yandan ırkçılığın olağanlaşmasının yaratacağı göçmen düşmanlığının tehlikeleri gibi uyarılar önemsizleşti, hatta sinir bozucu ilan edildi.
Hava öyle bir şenlendi ki, eğer İstanbul’da sandığa gitmeyen AKP’li seçmenler olmasa, AKP’nin elinden büyükşehir belediyesini almanın mümkün olmadığı görülemiyor. Ağırdır’ın şu hesaplaması bu gerçeğin altını çiziyor: “Kısaca söylemek gerekirse 5,9 puanlık İstanbul seçmeni belediye başkanlığı için, 6,4 puanlık İstanbul seçmeni meclis oyları için bu kez hesaplamalara dahil değil. Bu kez sandığa gitmeyen seçmenlerin “gidememek” değil “bilinçli olarak gitmeyerek” bir siyasi tavır geliştirdiklerini söylemek gerek (…) Cumhur İttifakı’nın İlçe Meclis oyları 24 Haziran Milletvekilliği Seçimi oylarına göre 5,9 puan, Cumhurbaşkanlığı oylarına göre Belediye Başkanlığı oylarında 4,1 puan azalmış durumda. Bir bakıma sandığa gitmeyen seçmenlerin çok büyük bir kısmının Cumhur İttifakı seçmenleri olduğunu söylemek mümkün.”
Bu seçmenin, beka kaygısı anlatısını yutmayan, yerli-milli hamaset dolu propagandaya inanmayan, bir alternatif göremediği için sandığa gitmeyen, bilinçli bir şekilde tutum alan, homurdanan eski AKP seçmeni olduğu çok açık.
Yeni sol alternatifi inşa etmek
AKP liderliği içindeki çelişkiler, AKP içindeki çeşitli gruplaşmalar arasındaki çelişkiler, AKP’nin kurduğu ve 15 Temmuz’dan sonra bütünüyle belirginleşen yerli-milli koalisyonun kendi arasındaki çelişkiler, ekonomik sarsıntının yaratacağı çelişkiler, AKP liderliğinin 31 Mart seçimlerinden sonra moral üstünlüğü yitirmesinin yaratacağı çelişkiler, S-400 gibi başlıklarda hem NATO’dan yana hem NATO’ya karşı, hem AB’den yana hem AB’ye karşı açıklamaların depreştireceği uluslararası ilişkiler alanında yaşanacak çelişkiler ve bütün bu çelişkilerin ortasında AKP liderliğiyle AKP tabanı arasında derinleşeceği çok açık ve temel sorun olan çelişkiler, önümüzdeki dönemin siyasal çatlaklarının bir alanını oluşturacak.
İşçi sınıfının AKP’den umut besleyen kesimleri, bu partiden kopmaya başladı. Erdoğan tüm seçim kampanyası boyunca çok ilginç bir tutum takındı: Gezi döneminden beri toplumun muhalefet saflarında, kendi karşısında gördüğü kesimlerini sadece aşağılayarak sadece kendi tabanına, yüzde 50’lik kesime sesleniyordu. 31 Mart seçim kampanyasında ise kitlelere çay, çanta dağıtmak gibi işleri bir kenara bırakırsak, bu kez kendi tabanının da sadece bir kesimine seslenmeye başladı, hatta kampanyanın bazı aşamalarında kendi tabanının bazı kesimleriyle kavga etti. Yoksulların bir kesimi kendisiyle yüksek sesle konuşulmasından, sadece hakaret duymaktan, ekonomik krizin etkilerinden, hızlı fakirleşmeden, üç simit üç çaylık insanlar ilan edilmekten, zengin ve fakir arasındaki uçurumun derinleşmesinden ve daha birçok nedenle ama esas olarak adaletsizliklerin göze çarpma hızını tayin eden ekonomik krizin belirleyici etkisiyle AKP’den kopmaya başladı.
Bugünün devrimci sorunu, işçi sınıfının politik bir kesimini oluşturan bu kitlelerle buluşmanın, antikapitalist bir solu birlikte inşa etmenin nasıl sağlanacağıdır.
AKP-MHP koalisyonu arasındaki çatlakları görünür kılacak olan, çatlakları büyütecek olan, AKP’den kopan yoksulların siyasal tercihinin farklılaşmasıdır.
Tırnak içinde muhalefetin 31 Mart seçimlerinden bir duygu birliği olarak coşkuyla çıkmasının, bu soruna verilecek yanıt açısından hiçbir anlamı yoktur. İmamoğlu mazbatasını aldığında Saraçhane’den yükselen sloganlar içinde, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganı öne çıkıyordu. İmamoğlu, seçimin hemen ardından Anıtkabir’e gitti, sık sık kurucu değerlere bağlı olduğunu söylüyor, Türkeş’in ölüm yıldönümünde başsağlığı diledi, şimdiye kadar karşılaştığımız en kibar biçimiyle de olsa Suriyelilerin evlerine dönmesi gerektiğini söyledi. İmamoğlu’nun 31 Mart gecesinden beri sergilediği performans bunlardan ibaret değil kuşkusuz. Hem sağın merkezine seslenecek bir politika hem de zaman zaman sol Kemalist kadrolar tarafından yönlendirildiği için sol Kemalist yaklaşımlar sergileyen bir çizgi izliyor. Fakat 2015 yılından itibaren dozu artan öyle sağ bir politik iklimi soluyoruz ki, sola benzeyen her şey insanların umutlanmasına neden oluyor. Büyükşehir Belediyesi’nin ilk kez Yahudilerin bayramını kutlaması sarsıcı bir etki yaratıyor. Demirtaş’ın İmamoğlu tarafından takdir edilmesi de benzer bir ruh hâlini tırmandırıyor. Ama sonuç değişmiyor: Kurucu değerler, İP’le ittifak, ırkçılığı ve milliyetçiliği politik malzeme olarak kullananlarla beraber mazbata almaya gidişler, HDP’nin alarm zilleri çaldırmaya yetecek oy kayıpları, bölgede bazı büyükşehir belediyelerinin AKP’ye kaybedilmesi, mazbatası verilmeyen KHK’lı belediye başkanlarının durumu, annelerin cezaevi önünde tartaklanması, eriyen karların altından sınırı geçmeye çalışan göçmenlerin cesetlerinin çıkmaya başlaması, her geçen gün daha da sıkıştıran ekonomik basınç… Bu her düzeyde çelişkili dönemi, bir yandan yapay kutuplaşmaları aşıp öte yandan antikapitalist temelde bir sınıf kutuplaşması inşa ederek göğüslemek için, bağırlara taş basarak başlayan CHP-İP’e oy verme düzeyinden, İmamoğlu’ndan aranan solcu, kapsayıcı lideri çıkartma ısrarına, coşkusuna ve kararlılığına sıçrayarak göğüslemek mümkün değil. Şimdiden olağan koşullarda 2023’te Erdoğan’ın karşısına çıkacak tüm muhalefetin adayı olarak İmamoğlu’ndan söz edilmeye başlandı.
Oysa en çok grev yasaklayan ve özellikle OHAL döneminde grev yasaklarıyla övünen, grev yasakladıkça istikrar ve huzurun hakim hâle geldiğini vurgulayan Erdoğan, sendikaların toplantılarına gitmeye ve mücadelenin tam merkezinden işçi sınıfını kutuplaştırmaya başladı bile. Mücadelenin tam merkezinden, işçi sınıfının kutuplaştırmaya karşı çıkan, ekonomik krizin faturasını patronlara ve sorumlularına yükleyecek, ırkçılığı ve milliyetçiliği durduracak, göçmenlerle ve Kürt halkıyla dayanışmayı hedefleyecek ve işçi sınıfının tüm kesimlerini birleştirmeyi hedefleyecek kitlesel bir sol seslenişe ve örgütlenmeye ihtiyacımız var. Bu sesleniş ve örgütlenme, ne sol ya da sağ Kemalistleri ne de burjuvazinin herhangi bir kanadını kapsamalı; hele hele 28 Şubat’ın içişleri bakanlarını, ırkçıları, apaçık göçmen düşmanlarını, birlikte iş yapması teklif dahi edilemeyecek kadar uzağında tutmalıdır. Birilerimiz, aktif siyaset yaparken Demirtaş’ın çizgisini beğendiğini söyleyen İmamoğlu’na, Demirtaş’ın aktif siyaset yapamamasının sorumlularından birisinin dokunulmazlıkların kaldırılmasında en az sınır ötesi harekatlâra destek verdiğinde sergilediği iş bitiriciliği gösteren CHP olduğunu hatırlatarak işe başlamalıdır!
Şenol Karakaş