Çözümü konuşmaktan korkmak

08.12.2018 - 09:30
Hakan Tahmaz
Haberi paylaş

Herhangi bir toplumsal sorunun çözümüne katkı sunulmasından, çözüm yolu aranmasından veya bu doğrultuda yürütülen çalışmalara destek verilmesinden insan neden imtina eder ya da korkar? Bunun iki yanıtı olabilir. Birincisi sorunu bilmemek, tanımamak olabilir. İkincisi ise, sorunun varlığından elde ettiği avantajların sorunun çözümüyle birlikte ortadan kalkacak olması olabilir. Birinci şıkta bilgisizlik, ikinci şıkta sahip olunan sosyal, kültürel, siyasal değerler ve düşünceler etkendir.

Sorunun bilinmiyor, tanımlanamıyor olması durumu, çok yönlü ve çok boyutlu toplumsal yüzleşme çalışmalarının bir sonucu olarak, ikinci gerekçeye göre çok daha kolay ve hızlı aşılabilir.

Sorun toplumun sırtında her gün ağırlığını hissettiren tarihsel bir meseleyse de, çözümü çoğu kez çok daha zor ve içinde çıkılmaz bir hâl alıyor. Bugün Kürt meselesinde yaşadığımız budur.

MHP lideri Devlet Bahçeli gibi hayali düşmanlarla mücadele etmeyi siyaset yapmak sanan bol sayıda siyasetçinin, sivil, asker bürokratın, teknokratın neredeyse bütün kurumları ele geçirdiği ve akademiye, medyaya hakim olduğu bir memlekette Kürt sorununun çözümü nasıl zor olmasın ki!

MHP lideri, dün Meclis grup toplantısındaki konuşmasında büyük bir telaş ve hiddetle, çözüm sürecinin konuşulmasına tahammülsüzlüğünü sergiledi:

“Yeni bir çözüm süreci için kendini akil sanan zeka özürlüler, bu kış kıyamette niye Oslo’ya giderler? Kandil’e gitseler kendilerini yormazlardı. Yine bildik isimler sahnededir. Yarım akıllı çürük akiller, Türkçe konuşuyorum, kulak verin; çözüm süreci gömüleli çok olmuştur, şansınızı fazla zorlamayın. İsterseniz PKK’ya katılın ama Türk milletinin sabrını zorlamayın. Milletin şamarını yerseniz Oslo’yu da İmralı’ya görür kendinizi dağda bulursunuz. Akıllı olun, çözüm çığlığı atmayın, MHP’nin gözü üzerinizdedir.” (Devlet Bahçeli 4 Aralık 2018)

http://www.mhp.org.tr/htmldocs/mhp/4485/mhp/Milliyetci_Hareket_Partisi_Genel_Baskani_Sayin_Devlet_BAHCELI__nin_TBMM_Grup_Toplantisinda_yapmis_olduklari_konusma_metni_4_A.html

Bu derece büyük öfkenin nedenini sadece ideolojik varoluşla izah etmeye çalışmak yeterli değil. Devlet Bahçeli, bunu ilk kez yapmadığı gibi, bu yaklaşıma sahip tek siyasetçi de değil.

Hatırlamakta yarar var. Bahçeli ne zaman tarihsel sorunlarımızın çözümüne dair bir yol arayışı gündeme gelse, ne zaman çözüm ve diyalogdan söz edilse hep aynı refleksi gösteriyor. Dönemin AK Parti hükümetinin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın Ankara’da Polis Kolejinde 03.08.2009 tarihinde yaptığı “Kürt Meselesinin Çözümü: Türkiye Modeline Doğru” başlıklı Çalıştay’a  katılan 12 gazeteci ve akademisyene "12 Kötü Adam" ismini takarak başladığı salvolarını bulduğu her fırsatta sürdürüyor. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/devlet-bahceli-nin-12-kotu-adami-12200273

 Bahçeli’nin gücü

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin dünden bugüne gelen tutum ve tavırlarındaki tek farklılık, bugün kendisini daha bir muktedir konumda görmesidir. Bugün kendisinden daha emin bir vaziyettedir. Bunun nedeni ise Cumhur İttifakı'na ve dolayısıyla MHP'ye mahkûm olan ve beka meselesi konusunda MHP’yle bir ve aynı bakış açısını, bir ve aynı dış politik yaklaşımları savunan iktidar partisidir. İktidar partisinin bu yaklaşımı, Bahçeli’nin AK Parti adına siyaset üreten, Türkiye’ye yönlendirme kudretini kendinde bulan bir lider edasıyla herkese çıkışmasında temel belirleyicidir. Bu açıdan bir anlamda bugün Bahçeli’yi Bahçeli yapan, AK Parti liderliğinin Cumhur İttifakı’na muhtaç olma hâlidir. Bunu her birimiz başka başka adlandırabiliriz. Bu çok da önemli değil. Burada esas önemli olan, Türk siyasetinin sürüklenmiş olduğu bu durumun kendisi. Tüm toplumun bu girdaba sürüklenmesinden sorumlu iktidar, kendi bekasını bunun sürmesine bağlamış konumda.

 Bahçeli yalnız değil

Sorun MHP ile veya Devlet Bahçeli ile sınırlı olsaydı, şimdiye kadar Türkiye çözüm yolunda çok daha fazla mesafe almış olurdu. Ne yazık ki, siyasal ve toplumsal alanın çok büyük kısmını farklı farklı gerekçelerle veya bahaneyle de olsa aynı korku ve bu korkunun yarattığı öfke teslim almış durumda.

Son üç yıldır ne zaman çözümden, barıştan söz açılsa veya çözüm/barış arayışına dair bir toplantı gündeme gelse, binbir gerekçe ve bahaneyle aynı sorular, aynı korkular, benzer tepkilerle barış arayışların önü alınmaya çalışılıyor.

Her defasında Türk milliyetçilerinden MHP liderine benzer tepkiler yükselirken, AK Parti muhalifleri ise “Oslo’da, çözüm süresinde yaşananlardan hiç ders çıkarmadınız mı, bu koşullarda, bu iktidarla çözüm olur mu?” gibi tepkiler ve yaklaşımlarla barış arayışlarını etkisizleştiriyor, toplumda barış fikrinin zayıflamasına katkıda bulunuluyor.

Bu fikirlere sahip olanlar birbirinden çok farklı gerekçe ve nedenlerle harekete geçmekte. Büyük bir kesiminin, yüreklerini Devlet Bahçeli’nin milliyetçi çıkışlarıyla soğuttuğunu söyleyebiliriz. Daha küçük bir toplumsal kesim ise iktidar partisinin siyasal kimliğine duyduğu öfkeyle veya iktidar partisine güvensizlikle hareket ederek, farkında olarak veya olmayarak Türk milliyetçilerinin değirmenine su taşımaya devam ediyor. Cumhuriyetçi, liberal, sosyalist, sol kesimlerin ciddiye alınması gereken bir bölümünün bu tutumda olması, çözümü konuşmanın önünde hacimlerinden çok daha büyük bir engel oluşturmaktadır.

Birbirinden bağımsız, farklı mecralarda çeşitli “barışa, çözüme” yönelik hazırlık ve arayışlar, mevcut siyasal ortamda “yeniden, bir öncekinin aynısı, hatta devamı ya da benzeri olan çözüm süreci hazırlığı” algısı yaratma çalışması olarak takdim edilerek etkisiz kılınmaya çalışılıyor. Bu etkisiz kılma çabasının, barışı ve diyaloğu savunmasını beklediğimiz çevrelerce büyük bir siyasal başarı sanılması ise inanılır gibi değil.

Farkında olarak ya da olmayarak, bu çalışmaları aynı zamanda iktidar partisini zorlamanın bir zemini olarak kavramaktan kaçınmak gibi bir alana kendilerini hapsediyorlar.

Çözüm sürecinden bahsetmek, çözüm istemek veya barış istemek, siyasi iktidar ve Cumhur İttifakı için ne derece suç unsuru ise, bu kesimler için de bir tür ayıp bir şey olarak kodlanıyor. En son 22-24 Kasım 2018 tarihlerinde Oslo’da Demokratik Gelişim Enstitüsü'nün (DPI) Akil İnsanlar Heyeti üyelerinin katılımıyla düzenlediği toplantıya, milliyetçi kesimlerin gösterdiği tepkiye fazlasıyla benzeyen yaklaşım gösterilmesinin başka bir izahı olamaz.

Yazıyı uzatmamak için HDP temsilcilerinin yapmış olduğu açıklamaları bir kenara bırakarak, sözü edilen toplantıyla ilgili muhalif mecralarda çıkan haberlere baktığımızda, bunların barış ve çözüm karşıtlarının yazıp çizdiklerini hiç de aratmadığını görmek mümkün.

Bir örnek

Muhalif kimliği ile tanınan, Radikal gazetesinin kapatılması sonrasında büyük iddia ile yola çıkan ve birçok değerli, demokrat yazar ve çalışana sahip Diken.com.tr sitesinde 20.11.2018 tarihinde Minez Bayülgen imzasıyla Ufuk Uras röportajının “büyük bir gazetecilik marifetiyle” yayınlanması çok tipik bir örnek olsa gerek. http://www.diken.com.tr/uras-barzani-gorusmesi-federasyon-incelemesi-ve-oslo-toplantisi-tesaduf-degil/

Bir iki örnek vererek bu konuyu kapatacağım. Bu röportajda yapılan ile aynı konuda Yeni Çağ gazetesi yazarı Ahmet Takan’ın veya Yeni Akit gazetesi, Aydınlık gazetesi çizgisindeki yazarların yaklaşımı arasındaki fark nedir Allah aşkına? Bu röportajın ODA TV’de manşetten verilmesi, tesadüf olmasa gerek.

Ufuk Uras’la bir gün sonra (https://marksist.org/icerik/Haber/10939/Baris-uzerine-roportaj-Ufuk-Uras,-Dikenin-yazamadiklarini-anlatiyor) yayınlan röportaj veya Mİnez Bayülgen’in “Akil İnsanlar şimdi yeniden harekete geçtiğine göre yine aynı sonuç yaşanabilir. Kamuoyunu böyle oyalıyormuş gibi görünmekten, Kürtleri ‘yine bir seçim menfaati’ olarak kullanmış olmaktan çekinmiyor musunuz?” veya “Yerel seçimlerde yine en kritik seçmen grubu Kürtler. Sizlerin bu açıklamaları, AKP’ye oy vermeyen Kürtlerin oyunu AKP’ye çekmek ve HDP’den uzaklaştırmak için bir hamle olabilir mi?” gibi soruları, durumu yeteri kadar gözler önüne seriyor.

Dün Selahattin Demirtaş ve İdris Baluken kararıyla iktidar, Türk milliyetçilerine, ulusalcılara, bölünme korkusu yaşayan cumhuriyetçilere, bu kararı desteklemesine rağmen kendini solcu sananlara selam çaktı. Çözüm sürecinin üzerine beton döktüğünü kanıtladı. Bırakın da artık barışa yeni bir yol açılsın. Aksi hâlde bugünü de arar hâle gelineceği çok açık değil mi?

 Çözümsüzlük çözülmeyi getiriyor

Türkiye zor bir süreçten geçiyor. Bu süreci zora sokan temel sorunlarımızdan birisi de Kürt meselesi. Bunu hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir noktadayız. 40 yıldır yaşananlardan, çekilen acılardan hiçbir sonuç çıkarmayı becerememenin ya da bu süreçle yüzleşmekten kaçınmakta ısrar etmenin Türkiye’yi nasıl bir noktaya getirdiği ortada. Konuşmaktan imtina etmenin, konuşmayı yasaklamanın sonucunun toplumsal çözülme olduğunu son iki yıldır yaşadıklarımızla gördük. Çözümü ertelemek, süreci uzatmak, çözümün avcumuzun içinden kaçmasına yol açan gelişmeleri önemsemek, Kürt sorununu Türkiye’de içinde bulunduğumuz koşullara sürükleyen etmenlerden birisi. Bir senedir Suriye konusunda ABD, Rusya, İran, Irak merkezli diplomatik gelişmelerde bu altını çizmeye çalıştığım eğilim açığa çıktı.

Başka bir ifadeyle, biz kendi sorunumuzu çözmeyi, kendi barışımızı inşa etmeyi beceremediğimizde ya da buna cesaret edemediğimizde, “başkaları” bizim için bizim istediğimiz gibi bir barış yapmaz, sorunumuzu çözmez. Unutmayalım ki, 21. yüzyılın dünyası ne 19. yüzyılın dünyasına ne 20. yüzyılın dünyasına benziyor. Dünya küçüldü. Her sorun hızla herkesin sorunu olmaya, her hamle çözümün veya çözümsüzlüğün parçası olmaya başladı. Çözülen veya çözülmeyen her sorun, yeni ve farklı sorunlar üretiyor. Bu alanda geç kalanların ise kendisinin çözüleceği kesin gibi gözüküyor.

Bu anlamda sorunumuzun çözümü için ya kendimiz yeni bir yol bulacağız, ya da tarihin akışı gösteriyor ki yeni bir yolu birileri “bulacak”. Karar bizim. Çözüm, çözümü konuşmaktan kaçmamakta ve korkmamakta, barışa kulaç salmakta ısrar etmekte.

Hakan Tahmaz

(hakantahmaz.com)

05.12.2018

Bültene kayıt ol