24 Haziran seçimleri, orta sınıf delilik halinden ve bu deliliğin kendisini ortaya sunuşundaki sol soslu fikirlerden bütünüyle kopmak zorunda olduğumuzu gösteriyor. Bu aynı zamanda konformizden, yalancılıktan, riyakarlıktan ve tüm bu vasıfların solculuk adına olağanlaştırılmasından da kopmak anlamına geliyor. Bir sonraki politik virajda açık bir şekilde egemen sınıfın bir kanadının ya da genel olarak karşılaştığımız gibi Kemalizmin saflarına geçip işçi sınıfına, Kürtlere, insan hakları aktivistlerine yönelik düşmanca tutum alacağı kesin olan figürlerle, gazetecilerle, “kanaat önderleriyle” aynı politik atmosferin içinde görünmeye bir son vermek gerekiyor.
Mahalle meselesi değil
Bu solun kendi mahallesini terk edip etmeyeceğinden bütünüyle bambaşka bir tartışma olmak zorundadır! Bu, mahallesini terk etmesi istenen şeyin, sol olup olmadığına dairdir ve bu şeyi sol sananlar da büyük bir yanılgı içindedir.
Küresel ya da Misak-ı Milli sınırlarında yaşanan sert politik dönemeçlerin her birinde açığa çıkan saflaşmalar kısaca hatırlandığında kopuş yaşanması gereken şeyin bir kanadında sol soslu bir Kemalizmin, diğer ucunda ise parlamenter hevesler ve tedavisi mümkün olmayan bir sekt olma duygusunun aynı anda yer aldığı görülür.
İşçi sınıfı sosyalizmi
Bu açıdan bu tartışma işçi sınıfı hareketini teorisinin ve eyleminin merkezine almaya çalışanlarla, işçi sınıfını toplumsal muhalefetin her hangi bir kesimiyle eş tutan, haydi bilemediniz kitlesel ve maddi gücüyle diğer kesimlere göre biraz daha fazla önemseyenler arasındadır. Sosyalizm, demokrasi ve özgürlükler, işçi sınıfının eyleminin ürünü olacaktır! Ne silahlı gruplar, ne parlamentoda yapılan fiyakalı açıklamalar ne kahramanlar ne de aşırı akıllı bireylerin eylemi, hareketi ve iradesi değildir aslolan!
Kopuş, saf bir devrim bekleyenlerle, devrimlerin işçi sınıfı ve ezilenlerin çağların üzerimize yapıştırdığı tortulardan arınması mücadelesi de olduğunu görenler arasında olmak zorundadır! Eşitsiz ve birleşik gelişen kapitalizm her ülkede ezilenlerin tarih sahnesine öfkeyle çıkmasına ve siyasal alana çıkarken kendine has yöntemlerle ama kitlesel patlamalar halinde siyaseti belirlemesine kapı aralamak zorundadır. Paris Komünü’nden Ekim Devrimi’ne, İspanya İç Savaşı’ndan 1968 küresel yangınına kadar ve hatta kendi birkaç bin kişilik eyleminden zaman zaman örgütlediği birkaç yüz kişilik basın açıklamasına kadar tüm bu tarihi ya da güncel önemi olan eylemlerde devrimin kendisini, kıvılcımlarını, işaretini gören ama Suriye halkının, Mısır halkının devasa eylemlerinde sadece ve sadece yayılmacı bir şeriatçı unsur gören yaklaşımla köprüler atılmak zorundadır. Katolik, Ortodoks, Budist, Yahudi, Alevi, Ateist işçilerin bir devrim yapabileceğine ama Sünni Müslüman işçilerin eyleminden çıksa çıksa kanlı bir iç savaş ve gerici bir rejim çıkacağına inanlarla yolları ayırmak zorundayız. Lenin’in “Saf bir toplumsal devrim bekleyen kimsenin ömrü bunu görmeye yetmeyecektir” sözü, Arap Baharı’na başından beri mesafeli yaklaşan, milyonlarca insanın aşağıdan, kendi eylemiyle direndiği diktatörlükleri zora sokan hareketini görmeyenlere, özellikle Suriye’de iç savaşın derinleşmesinden sonra memleketlerini terk eden mültecilere karşı da aynı mesafeyle zaman zaman düşmanca yaklaşanlara tam oturmaktadır. Esad rejimine karşı mücadeleye başlayıp, silahlı çatışmalar bu kitle eylemlerinin yerine ikame olduğunda siyaset yapacak alan bulamayan Suriyeli işçiler, yoksullar ve devrimciler ülkelerini terk edip dünyanın çeşitli yerleri gibi Türkiye’ye de sığındıklarında solun bazı kesimlerinin şüpheli bakışlarıyla karşılaştı.
Darbeye karşı çıkmadan AKP geriletilemez
Göçmenlere şüpheyle yaklaşan, her Suriyeli mültecinin doğal bir AKP’li olduğunu düşünen, göçmenlerle dayanışmayı AKP’yle dayanışmak, IŞİD’le işbirliği yapmak olarak yorumlayan ve böylece ırkçılığa taviz veren ya da ırkçılık yapan odaklarla aynı “sol” havanın içinde olmamak siyasal bir zorunluluktur.
Sosyalist İşçi, AKP iktidara geldiğinden beri, bu partinin zenginlerin ekonomik ve siyasi programına yoksulların desteğini alma becerisine sahip olduğunu ve işçi sınıfının bu partiye oy veren kesimleri kazanılmadan ne Erdoğan’ın yenilebileceğini ne de siyasal demokrasinin alanının dilediğimiz ölçüde genişleyebileceğini anlatıyor. AKP’ye oy veren yoksulların kadim zamanlardan beri bu partiye oy vermediğini ve gerçekte solun kitlesel zeminini oluşturduğunu bir türlü kavrayamayanlar, AKP liderliğini bu toplumun, kuralları bilinen siyaset geleneğinin dışında şekillenen bir yaratık gibi algılarken bu liderliği destekleyen geniş emekçi kitleleri de kazanılmasa da olur bir ‘gericiler güruhu’ olarak damgaladı.
Bu kavrayış zaman zaman AKP’ye karşı askeri darbe girişimlerine sessiz kalmaya, hayırhah yaklaşmaya ve hatta ‘olacaksa olsun şu iş’ denilerek destek olmaya kadar gitti. ‘Şeriatçı gericiliğe karşı laik ordu’ politikası, laik ordunun pek de laik olmadığı hatırlatıldığında ve görüldüğünde, şeriatçı kitlelere karşı laik bir ittifak biçimini aldı. Laikliğin, kategorik AKP ve Erdoğan düşmanlığının bir gereği olarak MHP’yle aynı seçim koalisyonu içinde yer alınabildi. Kökleri 28 Şubat darbesinin yarattığı siyasal iklimde ve bu türden “solculuğun” içinde serpildiği Kemalist aydınlanmacı küçük burjuva sınıfsal temellerde yatan bu eğilim, AKP’ye karşı yanlış bir politik mücadele hattının sol içinde azımsanmayacak bir etkiye sahip olmasına neden oldu.
Bu, öylesine akıl dışı bir anti AKP muhalefet tarzıydı ki şu iki sorun bu yaklaşımın sonucu olarak şekillendi: Birisi, AKP’ye oy veren kitlelerden yola çıkarak genel olarak kitlelere mesafelenmek, böylece işçi sınıfını AKP’nin kollarına itelemek ve darbeye karşı çıkmanın şerefini AKP’nin sahiplenmesine hizmet etmek. İkinci temel sorunu ise bu muhalefet tarzının, dünyadaki, Ortadoğu’daki ve Türkiye’deki her gelişmeyi AKP prizmasından kavramaya çalışması. Böylece bir dizi politik başlıkta sorun gerçeğin açıklanması ihtiyacından daha çok “AKP’yle aynı zeminde kalıp kalmama”ya göre ele alındı.
Göçmenlerle dayanışıp dayanışmamayı da Arap Baharı’nı kavrayışı da askeri darbe girişimlerine yaklaşımı da bu giderek işçi sınıfından duygusal olarak da mesafelenmeye neden olan bakış açısı belirledi. Bu bakış açısına sahip olanlar taktik bir sorunda farklı düşünen solcular olarak kavranamaz, zira bu bakış açısına sahip olanlar dini, işçi sınıfını, askeri darbeleri, Arap halklarının haklı isyanını, mezhep sorununu, AKP’yi ve Erdoğan’a karşı mücadeleyi kavrayış açısından solla ilişkili sayılamazlar. Erdoğan Esad’a diktatör dediği için Esad’a diktatör demekten ve Arap halklarıyla dayanışmaktan geri duran bir siyasi perspektifin sol olduğunu iddia edemeyiz.
Antiemperyalizm bırakılamaz!
Bir başka sorun ise Rojava’daki gelişmelerle birlikte başlayan ABD’nin askeri müdahalelerine yaklaşımda açığa çıktı. IŞİD’in Rojava’yı gasp etmek üzere olduğu günlerde Rojava halkının ABD’nin desteği için çağrı yapması anlaşılabilir bir durumdur. Fakat Rojava halkının IŞİD işgaline karşı ABD’nin askeri desteğini istemesi bir şey bu desteğin ürünü olarak ayakta duran rejimin sosyalizm olarak görülmesi ve giderek ABD’nin bölgedeki işgalci konumunun meşrulaştırılması başka bir şeydir.
Bu eğilimin sosyalist bir sol gelenekle hiçbir ilgisi yoktur. Türkiye’de Rojavalıların IŞİD baskısı altında ezilmelerini engelleyecek güçte ve kitlesellikte politik hamleler örgütleyemeyenlerin, Kürtlere dönüp “siz nasıl ABD’yle uzlaşırsınız?” sorusunu sorma hakkı da yoktur. Fakat, Türkiye’de ABD karşıtı politik duygunun sol saflarda giderek sönümlenmesi ölüm kalım anında siyasal olarak düşmanınla bile uzlaşmalar aramaktan farklı bir durumdur. Rojava Kürtleri böyle bir zorunlu uzlaşmaya girdiler ama bunun Türkiye işçi sınıfına seslenen bir sol hareketin inşasında kullanılan bir propaganda malzemesine dönüşmesinin bozguna uğramayı garanti altına almakla eş anlamlı olduğu çok açık. Türkiye’de daha kısa süre önce dev bir antikapitalist ve anti emperyalist hareket inşa edilmişken, bu hareketin karşısında inşa edildiği güce yönelik ‘geçiştiren’ siyasal yaklaşım savaş karşıtı kitle hareketlerinin inşa edilmesini zora soktu. Kitlesel savaş karşıtı hareketlerin inşa edilmesinde bir sorun sosyalist şovenist fikirlerin etkisi altındaki ulusalcı solun Kürt halkının demokratik eylemleriyle dayanışmaktan uzak durmasıyken bir başka nedeni de ABD’nin bölgedeki varlığına karşı çıkmanın AKP’ye karşı muhalefet açısından işlevsel olmamasıydı.
Başka bir açıdan bırakalım Rojava’yı, Amerika Birleşik Devletleri’nde bile kurulsa tek bir ülkede bir işçi iktidarının yaşama şansı yokken, Rojava’yı bir komünal toplum modeli olarak sunmak komün ve sosyalizm teorisinin kalbinden işçi sınıfının kendi eylemi ve kendi öz örgütlenmeleri olgusunu çekip almak anlamına geliyordu.
Kürt halkının özgürlüklerinden taviz verilemez!
Sol muamelesi yapılan geleneğin bazı unsurları bazı Kürt örgütlenmeleri silahlı mücadele verirken, bu mücadele yöntemine karşı çıkardı, aradan zaman geçti, Kürtler AKP döneminde iki büyük çözüm adımı attı, silahlı mücadeleye karşı çıkanlar, “AKP’yle barış mı olur?” diyerek çözüm sürecine de karşı çıktı. Kısa süren çözüm sürecinin ne kadar önemli olduğu, 2014 yılının başlarından itibaren bir kez daha görüldü. Çözüm sürecinin rafa kaldırıldığı dönem bombalamalar, çatışma, hendekler, yıkılan şehirler, Ankara Garı katliamı ve şehir merkezlerinde bir çok bombalı eylem, sokağa çıkma yasakları, 15 Temmuz darbe girişimi, OHAL uygulamaları, 1980’li yıllardan beri verilen mücadeleyle elde edilen kazanımların ellerimizden alınması sürecinin başlaması, çözüm sürecinin bir ürünü olarak çıkartılan yasaların yürürlükten kaldırılması gibi bir dizi vahim gelişmeyle tanımlandı. Abdullah Öcalan’ın haftalık basın toplantılarıyla görüşlerinin açıklandığı koşullardan Selahattin Demirtaş’ın cezaevine kapatıldığı koşullara sıçrandı.
Kürt halkının kendi kaderini belirlemesi için koşulsuz destek verilmesi yerine, Kürtlere akıl veren bir sol milliyetçi yaklaşımın sol olmadığı görülmek zorunda.
Enerjinin yoğunlaştırılması gereken nokta, batıda, Kürt halkına barış elini uzatacak kitlesel sosyalist işçi hareketinin şekillenmesi, bu hareketin hükümete basınç yaparak yeniden ve çok daha güçlü temellerde bir çözüm sürecinin başlatılması için egemen sınıf milliyetçiliği ve bu milliyetçiliğin sol görünümleriyle mücadele etmektir.
Kürt sorununun çözümü sol muhalefeti güçlendirecek ve bir sol muhalefet şekillendiği ölçüde Kürt sorunu Kürt ezilenleri ve Türkiye işçi sınıfı lehine kalıcı bir şekilde sonuçlanacaksa, Ermeni soykırımının tanınması mücadelesi de aynı şekilde siyasal demokrasinin gelişmesi ve özgürlüklerin sınırlarının genişlemesi açısından belirleyici bir mücadeledir. 24 Nisan’da öldürülen Ermenilerle ilgili anmaları basmaya çalışanların da bu anmayı düzenleyen, bu anmalara katılanların da, bu anmayı düzenleyenler ve anmayı basmaya çalışanlara eşit mesafede duranların da bir ve aynı solun parçası sayılmasına daha fazla tahammül göstermek zorunda değiliz.
Devrimci partinin inşası
Sosyalist İşçi’nin bir önceki sayısında orta sınıf çılgınlığına karşı yeteri kadar ses çıkartamadığımızı yazmıştık: “Seçim sonuçları açıklanmasın diye Kılıçdaroğlu’nun askeri bir üste tutuklu olduğunu yazan, İnce’nin Erdoğan’dan seçim gecesi 20 dakikalık telefon görüşmesinde tehdit yediğini iddia eden, CHP’nin güçlü olduğu sandıklarda uçucu mürekkeple oy kullanıldığını iddia eden ve her biri bir diğerinden saçma olan bu senaryoları ciddi ciddi mesele edinen şey, bir orta sınıf delilik hali olabilir ama asla sol olamaz!”
Öyleyse, önümüzdeki günler, yeni bir solun inşa edilmesi için kolları sıvamanın zorunlu olduğu günler olarak görülmeli. Irkçılığa karşı amasız, fakatsız bir mücadele için, Kürt sorununun barışçıl çözümü ve ABD’nin İran’a yönelik müdahalelerinin durdurulması için, ekonomik durgunluğun, yoksullaşmanın bedelinin işçilere ve yoksullara ödetilmesine karşı durmak için, seçimlerde başka bir alternatif göremediği için AKP’ye oy veren örgütlü işçi sınıfının bu partiden desteğini çekmesi için ilk adım, milliyetçi ve Kemalist olan hiçbir şeyin solla ilgisinin olmadığını savunan güçlü bir devrimci parti inşa etmektir.
Şimdi, solu ve işçi sınıfının birliğini inşa etme vaktidir. “Özgürlük işçilerle gelecek!” diyenlerin tek bir saniye bile kaybetmeye tahammülü yoktur!
Şenol Karakaş
(Sosyalist İşçi)