"Cumhuriyet döneminde feminizm tarihine baktığımızda, 1930–1950 arası büyük bir boşluk bulunmaktadır. Cumhuriyetin ilanı ile “tüm haklar size verildi, şimdi hayır işleriyle ilgilenin” denilen kadın hareketi susturulmuştur."
Çoğu zaman herhangi bir konuda teyitli bilgiye ulaşmak istediğimizde tarihsel belgeleri araştırıyoruz. Tarih yazdıysa gerçektir algısıyla ilerliyoruz. Peki ya tarih yazmadıysa? Olayları yazarken objektif değerlendirmediyse?
Feminist tarihçi Serpil Çakır “Osmanlı Kadın Hareketi” kitabına bu konuyu anlatarak başlıyor: “Tarih disiplini, uzun süre, iktidarı paylaşan Batılı, beyaz, soylu, burjuva erkeklerin oluşturduğu grubun içinde biçimlendi. Bu özelliklerin dışında olanlar; yani tüm altta kalanlar, kadınlar, köleler, köylüler, siyahlar, işçiler tarihin dışına itildiler.”
Tarihin belirli bir ayrıcalığa sahip olanlar tarafından yazıldığını göz önünde bulundurursak, kadınlar olarak tarihimize, hele ki eğitim hakkına ne kadar geç ulaştığımıza baktığımızda, tarihimizin öznesi erkek olan geleneksel tarih yazıcılığıyla doğru aktarıldığından nasıl emin olabiliriz? Olamayız.
Bu nedenle feminist tarihçiler Osmanlı’daki kadın hareketini araştırmaya başladılar. O dönemlerde çıkarılan kadın dergilerini, yaşam öykülerini incelediler. 90’larda bu konu hakkında birçok tez ve kitap yazıldı. Amaç elbette kadın hareketi tarihini aydınlatmak ve kadınlara oy verme hakkı dâhil olmak üzere bir çok hakkın Cumhuriyet ile “bahşedildiği” algısını sorgulamaktı.
Feminist tarih okumlamasıyla Osmanlı kadın hareketine bakmaya ne dersiniz?
1908, II. Meşrutiyet’in başladığı dönem, Osmanlı’da birçok alanda modernleşme dönemiydi. Toplumdaki yeri eve hapsolmuş olarak konumlanan kadınlar için bu modernleşme süreci bir sorgulama ve toplumda kendilerini yeniden konumlandırma üzerine ilerledi.
Kadınlar kendi aralarında toplantılar düzenleyerek kadın hakları tartışmaları başlattılar. Kadınların toplumdaki yerinin sertçe sorgulandığı bu toplantılardan biri olan “Beyaz Konferanslar”ın birinde, Fatma Nesibe Hanım şu cümlelerle öfkesini dile getirmişti: “Hilkat bana da demir bir pençe, sert bir kalp verseydi, yapacağım ilk iş birçok erkeğin kafasını paralamak olurdu.”
Bu dönemde gerçekleşen toplantılar sonucu 30’a yakın kadın derneği ve 40’a yakın kadın dergisi kuruldu. Her ne kadar dergilerin çoğu erkekler tarafından kurulmuş olsa da, dergilerin ana konusu her zaman kadın hakları oldu. Dergilerde Avrupa’da yayılmakta olan feminist dalga hakkında bilgilendirilmeler ve Osmanlı kadınlarının hak arayışını yönlendiren makaleler yer aldı. Hatta “Erkekler Dünyası” adında bir dergi de çıkartılarak erkeklere kadın haklarını anlatma konusunda bilgilendirici makaleler yayınlandı.
Örneğin günümüzde feminizm kelimesi hâlâ bir “cadı ideolojisi” olarak görüldüğünden birçok kadın kendini feminist olarak tanımlamaktan kaçınadursun, “Kadınlar Dünyası” dergisinde yayınlanan makalelerde feminizm kelimesi sıkça kullanılmıştır. Hatta günümüzde de olduğu gibi feminizmin ne olmadığını anlatma derdi mevcuttur: “Feminizm ‘aile düşmanlığı, ahlaksızlık’ değildir. Feminizm var olan ahlaksızlıkları, adaletsizlikleri ortadan kaldıracak bir harekettir.”
Kadın hareketinin gerek dergiler, gerek dernekler aracılığıyla oluşturduğu kamuoyu sayesinde Meşrutiyet döneminde kız çocukları için ilk öğretim zorunlu hale getirildi, kadınlar için farklı eğitim kurumları açıldı, kadınların öğretmen olabilmeleri için meslek eğitimleri oluşturuldu, hatta 1914 yılında ilk kadın üniversitesi açıldı. Dergilerde yayınlanan yol gösterici yazılar ile iş kurmak isteyen kadınların girişimci olabilmeleri adına teşvik sağlandı.
Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte, Osmanlı’da örgütlenmiş olan kadınlar, parti kurmak için hazırlıklara başladılar. Burada Nezihe Muhiddin’den bahsetmeden, bastırılmış kadın hareketini anlatmak mümkün değil. 1923 yılında Kadın Halk Fırkasını kuran Nezihe Muhiddin’in amacı sadece kadınlardan oluşan bir parti ile mecliste yer almak, kadınların siyasi ve sosyal haklarını kazanmak, siyasi temsiliyet ile kadın haklarını savunabilmekti. Ancak aynı dönemde Cumhuriyet Halk Fırkası kurulmakta olduğu için, Kadın Halk Fırkası girişimi bölücülükle suçlanmış, “kadınların hayır işleriyle ilgilenmesinin daha iyi olacağı” söylenmiş ve siyasi partiye dönüşmesine izin verilmemiştir. Mücadelesinde yılmayan Nezihe Muhiddin, siyasi hak talebini parti tüzüğünden çıkararak, 1924 yılında Türk Kadınlar Birliği’ni kurdu. TKB kapsamında yapılan kongrelerden birinde Nezihe Muhiddin şunları söylemiştir: “Maksadımız kadını yalnız hayırkâr bir kadın bırakmak değildir. Ona bir vatandaşa ait bütün vazife ve hakları da vermektir.” 1925 yılında TKB mebus adayı göstermek istese de anayasada “her Türk erkek seçme ve seçilme hakkına sahiptir” gerekçesi gösterilerek adaylık başvuruları reddedildi. TKB’nin siyasal hakları yeniden gündeme getirmesiyle TKB’ye “yolsuzluk” iddialarıyla soruşturma açılmış ve Nezihe Mühiddin birlikten ihraç edilmiştir. 5 Ocak 1934’de kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasından hemen sonra Mayıs 1935’de “Türk kadınına Türk erkeği kadar hak verildiği ve TKB’nin etkinliğine devam etmesine gerek kalmadığı” gerekçesiyle TKB kendini feshetmek durumunda bırakılmıştır.
Peki, hakkında davalar açılan, partisinden ihraç edilen ve yalnızlaştırılan Nezihe Muhiddin’e ne olduğunu biliyor musunuz? 10 Şubat 1958’de bir akıl hastanesinde tek başına öldü. Aynen kendini ilk feminist aktivist Ermeni kadın olarak tanımlayan Hayganuş Mark gibi. Hayganuş Mark 14 yıl boyunca Hay Gin (Ermeni Kadını) dergisini çıkartmıştır. “Hay Gin dergisi bir bayrak altında yaşayacaksa bu sadece kadınlık bayrağı olabilir” diyen Hayganuş Mark’ın dergisi 1933 yılında devlet tarafından kapatılmıştır. Kendisi 1966 yılında bir akıl hastanesinde ölmüştür.
Cumhuriyet döneminde feminizm tarihine baktığımızda, bu nedenlerle 1930 – 1950 arası büyük bir boşluk bulunmaktadır. Cumhuriyetin ilanı ile “tüm haklar size verildi, şimdi hayır işleriyle ilgilenin” denilen kadın hareketi susturulmuştur. Tek parti dönemi her ne kadar modernleşmeci bir tutum izlese de, kadın hareketinin bağımsız değil, ulusal ve devletin bir mekanizması olarak ilerlemesi öngörmüştür. Erkek egemen algı “modernleşirken” de hep aynıdır, makul olmayan, yönetemeyeceği kadınları hep sistem dışında bırakır. Kadın hareketi ancak 1970’lerin sonunda tekrardan hareketlenebilmiş ve görünürlülük kazanmaya başlamıştır.
Geçtiğimiz Aralık ayında, Türkiye’de kadınların seçme ve seçilme hakkının yasallaşmasının 81. Yıldönümünde bu yukarıda bahsettiğim tarihsel bilgileri paylaşmak adına bir yazı yayınlamıştım. Osmanlı ve Türkiye tarihinde kadınların siyasi haklarını kazanabilmek adına verdikleri muhteşem mücadeleyi kaleme almıştım. II. Meşrutiyet dönemindeki kadını sadece aile içinde var sayan algının aynısını AKP politikalarında da gördüğümüzü yazımda belirtmeme ve eleştirmeme rağmen, AKP’li olmakla; sosyalist olmama rağmen liberal olmakla; laik ve ateist olmama rağmen İslamcı Cumhuriyet düşmanı olmakla itham edilmiştim. Sosyal medya nefretinden bir güzel nasibimi almıştım.
İşin sanal şiddet ve kadınlığım üzerinden yapılan DAİŞ’e satılmam gerektiği, orospu olduğum hakaretlerini bir kenara bırakacak olursam beni sanıyorum ki en çok üzen nokta Osmanlı’daki kadınları kocaman bir hiç olarak gören bakış açısıydı. Geleneksel tarih aslında tam olarak da böyle yazılmış bir şey. Kadın her zaman kurtarılmaya muhtaç ve erkek/din/kapitalizm kaynaklı şiddetin nesnesi. Üzgünüm ama sırf çarşaflı diye, bir erkeğin 4. eşi diye, eğitim almadı diye ya da eril bakışla yaratılan başka küçümseyici bahanelerden ötürü bir kadının fikir sahibi olamayacağını, direnemeyeceğini ve örgütlenemeyeceğini iddia etmek, o kadını tamamen yok saymak demektir!
Osmanlı döneminde baskı altında yaşıyor olmalarına rağmen ayaklanan, örgütlenen, sistemi sorgulayan şahane kadınlar vardı. Bu kadınların varlığını ve mücadelelerini sorgulamak, hele ki bu kadınları yok saymak bilin bakalım hangi zihniyetin ürünü?
Dilara Gürcü
Kaynakça:
Aynur Demirdirek – Osmanlı Kadınlarının Hayat Hakkı Arayışının Hikâyesi
Serpil Çakır – Osmanlı Kadın Hareketi
Yaprak Zihnioğlu – Kadınsız İnkılap, Kadınlar Halk Fırkası, Kadın Birliği