“Kadınların ezici bir çoğunluğu üretime çekilirken, bir yandan da 'kadınlık rolleri' üzerindeki vurgu artıyor.”
İnsanları sınıflara bölen sömürü sistemini bütünlüklü bir biçimde açıklamak için insanların bir kısmını ırklarına ve cinsiyetlerine göre baskıcı, sömürücü ilişkilere mahkûm eden ırkçılığı ve erkek egemenliğini de anlamak zorundayız. Bu, sınıf analizine cinsiyet analizini ekleme veya bunların neden kesiştiğini gösterme meselesi değil; cinsiyet kavramını kullanarak sınıfı daha derin, daha tarihsel ve daha kapsamlı bir biçimde açıklamak ve dolayısıyla da cinsiyetçiliği de bütünsel bir sistem içinde yerli yerine oturtma çabasıdır. Çünkü egemenlik ilişkileri sınıfın ötesine geçmekle birlikte sınıftan bağımsız değildir.
Marksizm, bir üretim tarzının tanımlanmasında üretici güçlerle üretim ilişkilerinin karşılıklı etkileşimine bakar. Bu noktada insanları bir arada tutan işbirliği tarzı ve güç dengeleri-ilişkileri bizzat üretim tarzının belirleyicileridir. Üretim ilişkileri ise üretim alanının sınırlarından çok daha geniş bir çerçevede, toplumun topyekûn statükosunu sağlayan ve aynı zamanda çatışma zeminini de yaratan güç ve zor ilişkileriyle birlikte var olur.
Güç ilişkilerine, bunların içerdiği çelişkilere ve insan etkinliğinin bu çelişkileri değerlendirerek güç ilişkilerini nasıl değiştirdiğine vurgu yapan bir teori, kadınların ezilmişliğinin biyolojik olarak belirlendiğini veya sınıf sömürüsünün basit bir türevi olduğunu iddia edenlerin çıkmaz sokağını yıkar ve maddi kökenleri olan, diğer baskı biçimleriyle içice geçen cinsiyetçiliğe karşı mücadeleye bir yol açar.
Sosyalist gelenek kadının ezilmesi konusunda zengin teorik ve mücadeleler tarihine sahip. Alman sosyalist devrimci Clara Zetkin Dünya Emekçi Kadınlar Günü olması gerektiğini söyleyen ilk kişiydi. Ve 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün tarihi New York, Doğu Yakası’nda tekstilde çalışan oy hakkı, yaşama koşullarının iyileşmesi ve ücret artışı için mücadele eden kadın işçilere atıfta bulunarak belirlenmişti. Diğer yandan Alexandra Kollontai hayatını çalışan kadının kurtuluşu ve yeni bir cinsel ahlakın temellerinin yaratılmasına adamış bir devrimci kadın olarak, çocuk yuvalarının kurulması, kürtajın ve kürtajdan sonra on günlük tatilin yasallaşması, evliliğin iki cins arasındaki tek meşru birliktelik biçimi olmaktan çıkarılması ve bütün doğumevlerinin anne ve çocuk bakımının parasız yapıldığı merkezlere dönüştürülmesi üzerine çalışmalar yapmıştır.
Marks ve Engels, kadınların ezilmesinin sınıflı toplumların oluşmasıyla ve özellikle de bu toplumda oluşan ailedeki rolleriyle şekillendiğini belirtmişlerdi. Erkek egemenliğinin belli tarihsel koşullarda geliştiğini ve kadınların ezilmişliğinin değişmesinin hem mümkün hem de insanlığın kurtuluşu için gerekli olduğunu yazmışlardı. (Engels - Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni)
Kadının ezilmesini aileyle birlikte şekillendiğini görmek ezilmelerinin kökenini kadınların doğurma gibi biyolojik yeteneklerinden dolayı olduğuna inanmak demek değildir. Daha önceleri kadınların özgürlüklerinin doğurmamaktan geçtiğini savunanlar da vardı. Kadının ezilmesi biyolojik değil toplumun aile içindeki üreme etrafında şekillenmesiyle alakalıdır. Ailenin birçok değişime uğramasına rağmen hâlâ toplumsal ve ideolojik fonksiyonu vardır; kapitalist toplumun maddi ekonomik can damarıdır.
Kapitalizm ve kadın emeği
Marksistler kadının ezilmesinde sınıfa vurgu yaparken sadece işçi sınıfı kadınlarının ya da fakir kadının daha fazla mağdur olduğunu kast etmemektedirler. Sınıf Marksist olmayan birçokları tarafından da ekonomik eşitsizlikte bir gösterge olarak ele alınmaktadır. Marksistler içinse sınıf sadece bir mağdurluk konumu değil kolektif bir güçtür. Kadınlar günümüzde her zamankinden çok daha fazla işçi sınıfının bir parçası konumundadırlar. Bu konum kadına daha fazla yük yüklemekle birlikte sistemdeki merkezi rolünü de güçlendirmektedir aynı zamanda. Marks işçileri, sistemi kesin olarak ortadan kaldırma potansiyeline sahip konumlarına vurgu yaparak kapitalizmin “mezar kazıcıları” olarak tanımlamıştı; kadınların konumu tam da bu konumdur. Bu bakış tarzı popüler yani ana akım bakışa uymamaktadır. Popüler bakışa göre sınıf ya hayat tarzıdır ya da en fazla erkek mavi yakalılardır.
Zengin ve güç sahibi kadınlar da günümüz toplumlarında cinsiyetçilikle karşı karşıya kalıyor. İşyerlerinde belirli sorumluluklar alan kadınlar aynı sorumluluktaki erkek çalışanlardan daha az ücret alabiliyor ve işyerlerinde tacize uğrayabiliyorlar. Bunun yanında “kariyer de yapan, çocuk da doğuran” kadınların zamanlarını kariyerlerine ayırmasına sağlayan kadınlar ise çoğunlukla kendi yaşamlarını geride bırakıp gelen kadınlar oluyor (Türkiye örneğinde, şu anda evde yaşlı bakan ya da ev işleri yapan kadınlar genellikle Türkiye dışında başka ülkelerde yaşayan ve ailelerine para gönderen kadınlar).
Kadınların ezici bir çoğunluğu üretime çekilirken bir yandan da “kadınlık rolleri” üzerindeki vurgu artıyor. Günümüzde kapitalist sistem, kadınların ucuz ve bol emeğinden (üretimde) yararlanırken, yeniden üretim alanındaki sosyal maliyeti de olabildiği kadar kadınların sırtına yıkarak düşürmenin peşinde. Neo-liberal kapitalizm, sermayeyi tüm yükümlülüklerden kurtararak sonsuz-sınırsız bir serbestliğe kavuşturuyor; işçilerin, emekçilerin mücadeleleri sonucu kendi payına yüklenmiş sosyal sorumlulukları yeniden topluma (dolayısıyla da bu konuda geleneksel olarak yükümlendirilmiş kadınlara) iade etmeye çalışıyor. Sosyal güvencelerin budanması, sağlık, eğitim gibi temel hizmetlerin piyasanın eline geçmesi, kamusal harcamaların kısılması... bunların her biri, emekçileri, ama en çok da kadınları vuran gelişmeler. Devlet, sermaye eliyle bu yükümlülüklerinden soyundukça, bu görevler kadınların sırtına yıkılıyor.
Devlet, kanunilik ve kanun dışılık, kayıt altında olma ile kayıt dışılık arasındaki çizgileri yeniden biçimlendiriyor, üretiyor. Bu özellikleriyle neo liberal devlet günümüzde daha fazla kriminal, kanundışı ve kayıt dışı hale geliyor. Bu kanun dışılığın artması iktisadi alanda kayıt dışı sektörün genişlemesinde uluslar arası ve iç göçün hızlanmasında kendini gösteriyor. Kadınlar bu alanların hepsinin merkezinde yer alıyorlar. Kayıt dışı sektörde emeğin ucuzlaması, özellikle kadın emeğinin ucuzlatılmasıyla elde edilen rant, devletin bu alanlardaki hak ihlallerine göz yummasına neden oluyor Bu o derece ki kadınların yarattığı değer ülkelerin temel gelir kaynağı haline gelebiliyor. Örneğin Çin mucizesi denen fenomene yol açan faktörlerden biri özel ekonomik bölgeler denen ihracata dönük üretim alanlarında kadın emeğinin sömürülmesidir.
Hayatım Roman! İmgeler ve gerçekler
“Batı’da tasarlandı, Batman’da üretildi, Sortie’de tanıtıldı, Mudo’da satılıyor” , UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı) kapsamında GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı tarafından 2009 yılında yürütülen bir projenin başarısını müjdeleyen bir slogan. İsveç Uluslar arası Kalkınma İşbirliği Ajansı’nın finansal desteğiyle gerçekleştirilen proje Batman ve Mardin’den toplam 143 kadının istihdamını sağlamak üzere, ünlü tasarımcılar tarafından geliştirilmiş bir proje. Bu ilişki aslında geçmiş 30 yılın kaba bir özeti olabilir. Emekçiler açısından tamamen sermayenin dolaysız sömürüsüne küresel düzeyde koşulsuz olarak açık hale getirilmiş olmayı anlatmaktadır. Örneğin Dünya Bankası’nın Toplumsal Cinsiyet Eylem Planı, şu sözle başlamakta; “Çin’i, Hindistan’ı ve interneti unutun; ekonomik büyümeyi kadınlar sağlamaktadır.” Yoksulluğu azaltma stratejilerinin bir parçası olan mikrokredi programları, temel ihtiyaçlara erişimi birer kredi talebine dönüştürecek kadar güçlü bir piyasa fetişizmini temsil etmektedir. Esası yoksulları mali sermayenin küresel pazarı haline getirmeye ve kadınlar aracılığıyla bu pazarı disipline etmeye dayanan bir programdır. Piyasa fetişizminin üzerinde yükseldiği biricik dayanak ise yoktan var eden, çalışkan, borcuna sadık, çocukları için kendisini feda etmeye hazır, erkeklerin aksine kazandığı her kuruşu ailesine harcayan ‘ideal’ kadın imgesidir. Bu imge açıkça, kadınların ancak bir aile içinde ve tamamen onlar adına varolduklarını vaaz etmektedir.
HSBC Bankası’nın ‘Hayatım Roman’ web sayfasında büyük eziyetler çekmiş fakat çocukları için ya da ailesi için ne gerekiyorsa yapmaya hazır azim dolu ‘iyi eşler ve iyi anneler’ övgüsüyle doludur. Bir tanesinin mutlu sonu şöyle ifade ediliyor; ‘ Evde boş oturamayacak kadar çalışkan bir kadın o; yavrularının eğitim ve geleceği için daha çok kazanç elde etmek isteyen bilinçli bir anne çünkü.’ Böylece yoksullar nelerden yoksun olduğuyla değil nelere sahip olduğuyla ya da ‘kapasitesi’ ve ‘yapabilirliğiyle’ ele alınıyor, ücretli-ücretsiz emeği, tapulu-tapusuz gecekondusu, dantel-oya işleme becerisi, komşuluk ilişkileriyle birlikte ‘karmaşık varlıklar portföyünün yöneticisi’ olarak kabul ediliyor. Bu durum depolitize edilmiş bir ezilmişlik fikrinin sağladığı olanaklardan güç alıyor. Bu yolla toplumsal, ekonomik ve politik ilişkilerin tümü aktif bir biçimde söz konusu ‘uyum’ temelinde yeniden yapılandırılmaktadır. Bir zamanlar emek sömürüsü olarak değerlendirilen yapısal eşitsizlikler ‘etkinlik ve üretkenlik’ alanı olarak tanımlanıyor, kadınların kendi yakın çevresiyle bağlar geliştirmeye dönük yatkınlıklarının geniş toplumsal alandan dışlanmışlık emaresi olmaktan çıkıp küçük işletmecilik için birer girişimcilik zeminine dönüşüyor ve bunu toplumsal varlığımızın doğal ve kaçınılmaz bir zemini olarak piyasa varsayımına borçlu oluyoruz.
Böylece acil çözümler bekleyen somut sorunlar için ‘mücadele’ ya da ‘direniş’ yerine ‘katılımcılık’ ve ‘güçlendirme’ den söz etmek sermayenin küresel taleplerine ‘uyum’ göstermek ve işbirlikleri geliştirmek siyasetin ekseninde bir kaymaya neden oluyor.
Kadınların otonomisinden ve ekonomik bağımsızlığından yana olmak vazgeçilemeyecek bir taleptir. Sorun daha çok, çalışma hakkının bütünüyle gasp edildiği koşullarda bu talebi nasıl yükseltebileceğimizle ilgilidir. Çünkü çalışma hakkı, yaşayabilmek ücretli olmaktan geçtiği sürece, emekçi sınıfların kendilerini sermaye karşısında birleşik bir güç olarak konumlandırabilme, yani üretim araçlarının kontrolü etrafında örgütlenebilme eğilimin tarihsel bir ifadesidir. Bu eğilim, hem çalışmanın kendisini hem de ücreti piyasaya bağımlılıktan nispeten kurtarabilmeyi temsil eder.
Kapitalizm bizi birbirimizden ayırır ve başka alternatif olmadığını düşündürtür. Ama bizim sistemi değiştirebilme ve beraberinde kadının ezilmesinin can damarını kesme gücümüz hâlâ bu sistemin işleyebilmesi için bizi bir sınıf olarak bir arada tutmak zorunda olmasında yatıyor. Bu 21.yüzyılda dahi kapitalizmin kaçamadığı bir çelişki. Clara Zetkin’in dediği gibi; “Bize dayanıyorsun, bizi eziyorsun ve bu yarattığının nasıl karaya oturduğunu göreceksin.”
Sibel Erduman
Yaralanılan Kaynaklar:
Marxism and Women’s Liberation; Judith Orr
Türkiye’de Neo Liberal Devleti Yeniden Düşünmek; Mine Eder, Toplum ve Bilim, sayı 108
Türkiye’de Neo Liberal Devlet ve Kadınlar, Yelda Yücel