'Akşener beni kurtlar sofrasına attı'

02.05.2022 - 08:36
Haberi paylaş

Diken'den Şule Türker'in HDP milletvekili Garo Paylan ile yaptığı kapsamlı röportaj:

Çocukluğunuz, gençlik yıllarınız nasıl geçti? Nasıl bir ailede büyüdünüz?

Ailem Malatya’dan İstanbul’a göç etmiş, ondan bir yıl sonra ablam, iki yıl sonra da ben dünyaya gelmişim. İstanbul doğumluyum ama hep “Malatyalıyım” diyorum; İstanbul’u -kendimce- memleketim olarak saymıyorum, esas memleketim olarak Malatya’yı görüyorum. Hep de öyle gördüm, çünkü ata toprağım Malatya.

Doğduğum evde babaannem, annem, babam ve kardeşlerim vardı; beş kişilik bir aileyiz. Babam esnaftı, ayakkabıcı. Kuşaklardır olduğu gibi zanaatkar bir ailenin çocuğuyuz, aynı mesleği devam ettirdi babam ömrünün sonuna kadar. Annem ev kadınıydı. Pek çok da akrabamız vardı Malatya’dan İstanbul’a göç etmiş.

Biz Hıristiyan Ermeniler olarak hep birbirine ve kilisemize yakın yerlerde yaşarız. Malatya’daki kilisemiz kapatıldıktan sonra ibadet etme şansımız kalmamış. İstanbul’da da kiliselerimize, okullarımıza yakın yerlerde yaşadık. Biz aile olarak önce Kurtuluş’ta sonra Yeşilköy’de oturduk; beş yaşına kadar Kurtuluş’daydım, daha sonra Yeşilköy’de. Sonra akrabalarım eksildi, onu hatırlıyorum. 70’li yıllarda çok daha fazla kuzenim, amcam, halam, teyzem varken -yani geniş ailem çok daha kalabalıkken- bir anda eksilmeler başladı.

Neden oldu bu eksilmeler?

70’li yıllarda Kıbrıs meselesi, azınlıklara karşı ayrımcı uygulamalar, nefret söylemleri, sonra gelen tehditler nedeniyle akrabalarımın yüzde 80’i yeniden göç etti. Bu aslında hayatımızı yeniden eksiltti.

Babam yastığının altında silahla yatıyordu

Nereye gittiler?

Türkiye’de yaşayamaz hale gelince yurtdışına gittiler. Ermeni halkının ‘büyük felaketi’nden -ben soykırım diyorum- adını ne koyarsak koyalım, geride kalan, sistemin ‘kılıç artığı’ dediği insanlar ki bunların sayısı 200 bin kişiydi. 2.5 milyondan 200 bin kişiye düştüler. Bu 200 bin kişiyi bile aslında bugüne taşısak herhalde en az 2 milyon Ermeni olması lazımdı memlekette ama bu sayı bugün 50 bine düştü. Demek ki geride kalanların yüzde 80’i, hatta 90’ı, yurt dışına göç etmek zorunda kaldı. Bunlar ayrımcı, nefret politikalarının bir sonucuydu. Bir baktım her gün bir akrabayı uğurluyoruz; havalimanına götürüyor babam, hoşçakalın yemekleri yapılıyor.

Babama da çok ciddi tehditler vardı, tehdit mektupları bütün Ermenilere geliyordu; ‘Birkaç hafta içinde memleketi terk edin, yoksa başınıza şu gelecek, bu gelecek’ diye. Hatırlıyorum babam ev basılacak kaygısı yüzünden yastığının altında silahla yatıyordu. Sonra o da gitti ama ancak bir ay kalabildi, “Ben buralarda yapamam” deyip geri döndü.

Babanız nereye gitmişti?

Kanada’ya gitmişti. Bir ay yaşadı; “Ne yemeği yiyebileceğim yemek, ne kültürü yaşayabileceğim bir kültür, dilini bilmem, yolunu bilmem” deyip geri geldi. Diğer akrabalar da çok zorlandı ama babam çok daha fazla buralı, çok daha buraya ait bir insandı. Her şeye rağmen burada kaldı.

Bütün o olan bitenden sonra memlekette olumlu rüzgarlar esmeye başladı, 90’lı yıllardan sonra özellikle. O keskin milliyetçi politikalar biraz hafiflemeye başladı.

Evde Garo, dışarda Kaya’ydım

Babanız ve akrabalarınızın tehdit aldığı dönemlerde siz çocuktunuz, nasıl etkilendiniz?

Şöyle bir durum vardı; bir evdeki kimliğimiz vardı, bir de kamusal alanda kullandığımız isimlerimiz. Mesela ben evde Garo’ydum, kamusal alana gittiğimizde ise adım Kaya’ydı.

Anneme evde ‘mama’ derdik ama kamusal alanda ‘anne’ dememiz gerektiğini öğrenmiştik. Onun ‘kod adı’ Serpil’di. Sirarpi idi adı, “Serpil diye bilin, benim adım orada bu” derdi.

Bu sizi nasıl etkiliyordu, ne düşünüyordunuz?

Daha parmak kadar çocuğum, ‘Biz farklıyız’ diye hissettiriyordu düzen. Bu farkındalık bir kabulle; ‘Böyle bir hayata doğdum demek ki, biz ayrıyız, ötekiyiz, kendimizi gizlememiz gerekiyor’ duygusu yaşatıyordu ve tabii ki kötü bir duyguydu.

Mahallemiz korunaklıydı, çok sayıda Ermeni arkadaşımız vardı, gerçek ismimizi kullanıyorduk ama mahallemizden çıktığımız anda kendimizi gizlememiz salık verilirdi. Beş yaşımda beni işyerine -dükkana- götürdüğünde orada babamın adının Avedis değil, Halis olduğunu öğrendim. ‘Halis bey’ diyorlardı, o da bir ‘kod adı’ kullanıyordu, kendini gizlemek durumunda hissediyordu. Öyle bir yaşam.

Evde babaannem vardı, çok sessizdi, Siranuş’tu adı, bir abisi dışında kimsesi yoktu; anne, baba, akraba hiç bahsetmezdi. Ben çok sonra -halamdan- babaannemin 1915’teki o ‘büyük felaket’in mağdurlarından birisi olduğunu öğrendim.  Ama hiç konuşmazdı, yalnızca “O günler bir daha geri gelmesin” derdi. Olan bitenin canlı şahidiydi… Biz yalnızca evde Ermeni’ydik aslında; dertlerimizi evde konuşabiliyorduk, kamusal alanda konuşmamız tehlikeliydi, 80 yıl boyunca da bu böyle devam etti.

Agos ve Dink ile başka bir evreye geçtik

Burada kalan Ermeniler yaşadıkları acıyı konuşamıyordu, eşit ve adil bir gelecek için taleplerini söyleyemiyorlardı. Mesela okullarına, kiliselerine pek çok ayrımcı uygulama olmasına rağmen, bunlar konuşulamıyordu. Bunların konuşulmasının miladı biraz Agos gazetesinin kuruluşuyla, biraz Hrant Dink’in kamusal alana çıkmasıyla, daha çok da mevcut iklimin rahatlamasıyla oldu. Tabii hala sert bir dönemdi ama nispeten rahatlamanın başladığı bir dönemdi. Hrant Dink çıkıp Ermeni halkının hem geçmişle yüzleşme taleplerini hem eşitlik taleplerini hem de sorunlarını anlatma iddiasını ortaya koydu. Bu bizim için başka bir evreye geçmek demekti. Benim hayatımın ilk 25 yılı bambaşka bir hayattı; kapalı, kendini ifade edemeyen, konuşamayan, susan, tıpkı babaannemin yaptığı gibi, tıpkı babamın yaptığı gibi. Hayatımın ikinci yarısında ise Hrant abimiz ve demokrasi mücadelesi sonucu kendini ifade edebilen bir Garo oldu.

Bana iş yerinde Kaya denirdi, hatta ilk kartım ‘Kaya Paylan’ diyeydi. 98’de babam ölünce bir gün “Niye ben Kaya olmaya devam edeyim ki? Konuşmaya, kendimizi ifade etmeye başladık” dedim ve o kartımı attım, ‘Garo Paylan’ diye kart bastırdım.

Anladığım kadarıyla bir süre babanızın yanında çalıştınız…

Bir yandan okuyordum, bir yandan da hafta sonları, yaz tatillerinde işyerinde babama yardımcı oluyordum. Çıraklık, kalfalık yaptım; dükkanı temizleme, tezgahtarlık, çay getir götür, çocukken ilk işlerim onlardı. Babam akciğer kanserine yakalanınca bir süre -ben askerdeydim o sıralar- ablam işi götürmeye çalıştı. Gelince ben işi devralmak durumunda kaldım. Ta ki Hrant Dink öldürülünceye kadar. O zamana kadar bir iş insanı olarak elimden geldiğince ailemin geçimini sağlamaya çalıştım. Mütevazı bir işyeriydi bizimkisi, zaten öyle büyük hayaller kuramazlardı Ermeniler o yıllarda. Babam çok başarılı bir iş insanıydı ama mütevazı bir yaşam sürmeyi tercih etti. Bir ara ayakkabı fabrikası kurma düşünceleri oldu ama sonra dikkat çekeriz, göze batarız diyerek çekindi. Ermeniler hep zanaatkar kalmış, büyütememişler işlerini, bence her an başlarına bir iş gelir kaygısıyla, göze batarız duygusu yüzünden bu gelişimi sağlayamadılar. Başka ihtirasları olanlar ise bu topraklardan göçtü.

Hrant Dink’in ölümünden sonra ne oldu, işi tamamen bıraktınız mı?

Ben bir taraftan da insan hakları aktivisti olarak gördüm kendimi; Ermeni kurumlarında çalıştım. Yeşilköy’deki Ermeni ilköğretim okulunda ve diğer okullarda yöneticilik, koordinatörlük yaptım, kilisede çalıştım. Oralarda bizim vakıfların dertlerini öğrendim, bu dertleri Hrant Dink’le paylaşıyorduk. El konulan araziler, mezarlıklar, mal mülk meseleleri, aslında demokrasi meseleleri. Ermeni okullarında yöneticiyken, bu okullarda kimin okuyacağına devletin karar verdiğini gördüm. ‘Soy kodu’ diye ırkçı, saçma bir şey vardı. Kimin Ermeni olacağına devlet karar veriyordu, oysa yüz binlerce Müslümanlaşmış Ermeni vardı. Bunlar bizim okulumuzda okuyamıyordu. Veya müdür yardımcısı devlet tarafından gönderiliyordu. Vergi vermemize rağmen bu okullara bütçe ayrılmıyordu. Bu okulların bir statüsünün olmaması meselesi vardı. Tüm bunlarla mücadele ettik. Hrant Dink bunları yazıyordu. Vaktimin yarısını işyerinde geçiriyor, yarısında Ermeni toplumunun meseleleri, sivil toplum meseleleri, başka halklara yönelik ihlallere karşı aktivizm yürütüyordum.

Hrant Dink’in katledildiği haberi gelince, “Adalet sağlanmadan bu ülkede çalışmanın, para kazanmanın bir anlamı yok, benim artık hayattaki amacım adalet mücadelesi olacak” dedim ve işyerinden çıktım. Çıkış o çıkış oldu. O günden sonra başka bir hayat yaşadım. Normal bir işinsanı olarak yaşarken, Dink öldürülünce kendimi tamamen bu adalet mücadelesine verdim. Aylarca Agos’un emektarı oldum. Hrant’ın Arkadaşları diye bir grup oluşturduk, Hrant’la ilgili adalet mücadeleleri için…

Hayatımın en mutlu günü

Aktif siyasete girmeniz nasıl oldu?

O ara başka kesimlerle tanıştım, mesela seçim döneminde HDP “Bütün halkların partisini kuralım, çok kimlikli, çok kültürlü bir parti oluşturalım” diye önerdi. O dönemde Ermeni toplumuyla da görüşmeleri oldu. Temsilci olarak ben seçildim ve Halkların Demokratik Kongresi’ni yaptık 2011’de. Sonra da partinin kurucularından birisi oldum. Her zaman politik bir insandım, her zaman hak mücadelelerinin içinde oldum ama fiili olarak siyasetin içinde olmam bu şekilde gelişti.

TBMM tarihinde 54 yıl sonra Meclis’e giren ilk Ermeni vekil oldunuz. Geride bıraktığımız yedi yılda bir fark yaratabildiniz mi?

1915 yılında yaşadığımız ‘büyük felaket’ten sonra 95 yılına kadar zaten bir ‘sessizlik’ dönemiydi, bir kayıp, yıkım döneminin devamıydı. Sessiz kalmaya mahkum edildiğimiz bir dönemdi. 1995 ile 2007 arası bir sürü şeyi konuştuğumuz -Dink’i kaybettiğimiz- süreçti, 2007’den 2015’e kadar her şeyin her gün daha iyiye gittiği bir dönemdi. Taksim Meydanı’nda binlerce kişi, devletin himayesinde Ermeni Soykırımı Anması yapabildiğimiz, konferanslar düzenleyebildiğimiz, herkese en azından -soykırım biraz netameli bir kelime, bunu demesek bile- çok kötü bir şey olduğu duygusunu anlatabildik; “Anadolu çok kültürlü, çok kimlikli bir coğrafyayken, bir zihniyet burayı çoraklaştırmaya, tekleştirmeye çalıştı. Bunun sonucu yıkımlar yaşandı.  Ermeni halkı en büyük zararı gördü ama hepimiz kaybettik” dedik. Ve bununla yüzleşmenin hepimize iyi geleceğini anlattık. 2015 yılına kadar böyle bir dönem vardı.

7 Haziran 2015 günü -hayatımın en mutlu günüydü- kurucusu olduğum parti yüzde 13 oy almış, Erdoğan iktidardan düşmüştü. Artık bundan sonra artık tekçiliğin değil, çoğulculuğun hegemonyası olacak, faşizmin değil demokrasinin hegemonyası olacak diye düşünürken -Erdoğan bir hafta bir sessizlik dönemi yaşadı o zaman- büyük bir karanlık üzerimize çöktü. Her yerde bombalar patlamaya başladı; Ankara Garı katliamı oldu, Suruç’ta arkadaşlarımız katledildi, Ceylanpınar’da iki polis öldürüldü, bir anda provokasyonlar silsilesi, çatışmalı bir süreç söz konusu oldu. Sonra demokratik siyaset rafa kaldırıldı. Bu ülkede -darbe dinamiği olarak tanımlıyordum ben bunu- darbe girişimi oldu, ne mutlu ki bertaraf edildi ama ders çıkarılmadı maalesef. Sonra sivil bir darbeyle karşı karşıya kaldık.

Yaşadığımız son yedi yıl aslında; 20 yılda biriktirdiğimiz her şeyin kaybedildiği bir dönem oldu. 1995 ile 2015 dönemini Türkiye’nin demokratikleşme parantezi olarak sayarsak, Hrant’la bunu kapatma niyetlerini ortaya koydular, bence bu son günlerde yaşadığımız majör şeylerle artık o parantezin kapandığını, yani her şeyin konuşulup tartışılabildiği, demokrasi taleplerinin dillendirilebildiği dönem bitti, müesses nizamın sahipleri olduğunu söyleyen kişiler diyorlar ki “O parantez kapandı artık.” Yeniden eski Türkiye var.  Ben karanlık eski Türkiye’yi de gördüm, ara dönemi de gördüm. Şimdi büyük bir karanlık dönemi yeniden yaşıyoruz ve yeniden ülkeyi bu karanlık dönemden çıkarmak için mücadele veriyoruz. 

Doğal bir felaketle değil, bir devlet kararıyla yok olduk

Geride bıraktığımız hafta ‘Ermeni soykırımının tanınmasına ilişkin kanun teklifi’ sundunuz. TBMM Başkanı Mustafa Şentop teklifinizi işleme koymayarak iade etti. Meral Akşener sert ifadelerle sizi eleştirdi, Ömer Çelik, hukuki takibat yapacaklarını söyledi. “Yedi yıldır aynı teklifi veriyorum, böyle bir linçe maruz kalmadım” dediniz. Bu tepkiler bahsettiğiniz ‘karanlık dönem’in göstergesi mi?

Ben iflah olmayan bir iyimserim; öyle de bilinirim. Hep her şey daha iyi olacak diye düşünürüm… 

Yedi yıldır aynı teklifi vermenizin bir nedeni de bu ‘iflah olmaz’ iyimserliğiniz mi?

Ben daha önce tepki görmedim ki… Ortada bir suç, büyük bir günah, felaket ve kapalı kalmış bir kara kutu var.  Bu kutuyu açmayı öneriyoruz. Müesses nizam diyor ki “1915’te yaşananlar karşılıklı oldu.” Eskiden tamamen inkar ediliyordu, artık şöyle diyenler var; “Hak etti Ermeniler, isyan ettiler.” Ben de diyorum ki öyle olmadı tam olarak. O dönem siyasi bir karar alındı; ülkeyi yöneten cuntaydı, biz de Osmanlı vatandaşlarıydık, Anadolu’nun her yerinde vardık, Osmanlı’da yaşayan her beş kişiden biri Ermeni’ydi. Bugün hepimizi toplasanız bir futbol stadyumunu dolduramıyoruz. Aynı nüfus devam etse 15-20 milyon Ermeni olacaktı bu ülkede. Bu duruma geldiysek, başımıza büyük bir felaket geldiği için. Erdoğan, “Ben size taziye diliyorum” diyor. İnanın bu çok önemliydi ilk yıllarda, çok anlamlıydı bir cumhurbaşkanının taziye dilemesi. Ama şimdi tonu değişti, diyor ki “Bu savaş şartlarında oldu, unutalım”. Ben de diyorum ki Ermeni halkı bir depremle, selle, bir doğal felaketle yok olmuş olsaydı, taziye dilemeniz gerçekten yüreğimizi soğuturdu ve çok önemli bulurduk ama biz doğal bir felaketle yok olmadık, bir devlet kararıyla yok olduk.

Yedi yıldır verdiğiniz önergeyle siz ne diyorsunuz?

Gelin bu suçun adını koyalım diyorum. ‘1915 olayları’ diyorlar. Bu ne demek? 1915’te Türkiye o dönemin cuntası tarafından savaşa sokuldu, başka bin tane olay oldu ama 1915’te olan olayların hepsini bir çuvala koyup bütün acıları eşleştirmeye kalkarsanız, bu sorunlu olur. Hiçbir acı birbiriyle eşleştirilemez. ‘Ermeni de acı çekti, Müslüman da acı çekti, gel ödeşelim’ denilemez. Çünkü öyle adalet sağlanmaz, o zaman kısasa kısas olur.

Bu yüzden önerge veriyorum. Erdoğan diyor ki, “Ermeniler acı çekti, bunu unutalım”, ben de diyorum ki öyle değil. Ailenizden birinin başına bir iş gelse faillerini ararsınız ve ceza almasını istersiniz, adalet böyle sağlanır ve yas tutarsınız. Biz diyoruz ki topyekün bir halk sürüldü, büyük acılar yaşandı, gelin bu acıya bakalım. Ne için oldu, öyle oldu, böyle oldu meselesini ayrıca tartışalım.

Babaannemin ailesinin evini bir gün zaptiyeler basıyor, erkekleri alıp götürüyorlar, şehrin hemen dışında katledildikleri haberi geliyor. Babaannemin annesine de -Malatya’da kalan bütün Ermeni kadın ve çocuklara olduğu gibi- “Gideceksiniz” diyorlar. Babaannemin annesi beş çocuğunu komşusuna vermeye çalışıyor, komşusu “Yalnızca ikisini alabilirim” diyor, yaşı yedi ve sekiz olan. Babaannemin annesi üç bebeği yanına alıp göç yoluna gidiyor, gidiş o gidiş. Anadolu’da geride kalan Ermenilerin tamamının hikayesi üç aşağı beş yukarı böyledir. Bu suçun, günahın, büyük felaketin -adına ne dersek diyelim- adı nedir ve faili kimdir, bunu araştıralım diye önerge veriyorum.

İlk vekil olduğum zamanlarda daha kolaydı bu önergeleri vermek, çünkü kimse itiraz etmiyordu. Hatta açıkça söyleyeyim, iktidar cenahından şöyle deniyordu bana; “Türkiye’de ifade özgürlüğü yok diyene, ‘Garo Paylan Meclis’te soykırım diyor, önerge veriyor’ diyerek seni örnek veriyoruz.”

Bu yıl bir anda hezeyan oldu

2015’te vekil oldum. Her yıl bu konuyla ilgili ya bir araştırma önergesi ya bir kanun teklife verdim. Üstelik aynı ifadelerle. Kanun teklifi verirken tabii ki bir ad koymanız gerekiyor. Ben bunu ‘soykırım‘ olarak tanımlıyorum ama metinde bir bölüm var; diyorum ki bunun adını koyalım. Soykırım kelimesine takılıyorsanız, buraya takılmayın, mesele yaşananı idrak etmek. Fail kim, adalet nasıl sağlanır? Anadolulu Ermeniler, Fransız parlamentosunda, ABD Kongresi’nde adalet aramasın. Onlar bu toprakların insanları. Bu uluslararası bir mesele değil, ulusal bir mesele olmalı, Türkiye parlamentosunda konuşulmalı. Bunu diyorum, bunun için önerge veriyorum. Bu meseleyi ait olduğu yere Türkiye’ye, konuşulması gereken tek yere TBMM’ye taşıyalım diyorum.

Bu yıla kadar bununla ilgili bir tepki yoktu -bir iki faşist siyasetçiden geldi sadece- ama bu yıl bir anda bir hezeyan hali söz konusu oldu.

Neden sizce?

Bu yıl Meral Akşener topa girdi. Ben kanun teklifini -23 Nisan hassasiyeti olduğu için- 22 Nisan Cuma günü verdim. Öğlen basına geçildi, teklife ilişkin haberler çıktı. Cumartesi akşama kadar tek bir tepki gelmedi. Saat 19:00’da Meral Akşener bir tweet yazdı, bence işaret fişeğini atmış oldu.

Diğerleri de bu milliyetçilik yarışında geri kalmayalım diye. Hükümet Sözcüsü Ömer Çelik, ardından bakanlar açıklamalar yaptı. Ben daha milliyetçiyim, sen daha milliyetçisin yarışı yapıldı. Oysa bundan yalnızca yedi yıl önce kim daha demokrat yarışı yapılırdı. Şimdi ise yalnızca önerimin başlığını esas alıp içeriğine hiç bakmayıp eleştirdiler.

Yeniden 1914 iklimindeyiz

Bu noktada şu soru da akla geliyor;  ‘soykırım’ kelimesine hassasiyetin farkındasınız, buna rağmen neden teklifin adını böyle koydunuz?

Çerkezlerin 150 yıl önce Kafkaslar’dan sürülmesine ‘Çerkez soykırımı’ diyoruz. Boşnakların yaşadıklarına ‘Boşnak soykırımı’ diyoruz. Ruanda soykırımı, Yahudi soykırımı diyoruz. Pek çok olaya soykırım deniliyor. İnsanlık tarihi demiş ki bir sosyal kesimi sırf kimliğinden dolayı bir yerden bir yere sürüyorsanız, bunun adı soykırımdır. Ben muhakemesini yaptığımda, yaşadığımız şeyin adının soykırım olduğunu düşünüyorum. Bu benim düşüncem. Bir başkası diyebilir ki buna soykırım demeyelim, büyük felaket diyelim.

Her ulus devletin kuruluş sürecinde böyle acılar yaşanmış, hiçbir ulusun tarihi tertemiz değil, “Hiçbir suç işlemedik” diyemez hiçbir ulus. İspanya, İtalya, İngiltere yapmış, yüzleşme sayfaları var. Eğer 1915’ten sonra Meclis toplansaydı, bir acı yaşandı, tamam. Biz de deseydik ki bakıyoruz, araştırıyoruz ve buna da ‘büyük felaket’ diyoruz, kurbanlara taziye diliyoruz, failleri de bunlardır, bu olayla yüzleşiyoruz demiş olsaydık, emin olun insanlık tarihine Türkiye bu tip olayların adını ‘büyük felaket’ olarak geçirtirdi.

Uluslararası toplum, insan hakları mücadelesi, bu meselenin adını soykırım olarak koymuş. Yine söylüyorum, illa bu olsun demiyorum ama benim düşüncem bu.

Bazı vekiller diyor ki “Biz bunu yaptık, yine yaparız, hak ettiler.” Bu, yüzleşilmeyen suçların tekrarlayacağını gösteriyor. Ben bunu niye gündeme taşıyorum; yeniden benzen bir iklimde olduğumuzu düşünüyorum. Yeniden 1914 ikliminde olduğumuzu düşünüyorum.

Biz artık bir avucuz; 40-50 bin Ermeni kalmışız, yok hükmündeyiz, ben bunun 84 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için daha önemli olduğunu düşünüyorum. İki sebepten dolayı…

Bir, benzer acıların bir daha yaşanmaması ve yaşatılmaması için. Toplumlar geçmişten ders çıkarır, benzer acıları yaşatmaz, yaşamaz. Bu sadece Ermeniler için de geçerli değil. Bakın bugünlerde mülteciler için de nefret söylemleri var ve ben bunun nefret suçlarına dönüşebileceğini düşünüyorum. Bunun önüne geçmenin yolu, bu tip siyasetin, politikaların cezalandırılması, yargılanmasıdır.

İkinci gerekçem de bütün dünyada şu söyleniyor, ben buna çok ciddi anlamda karşı çıkıyorum, “Türkler soykırım yaptı.” Ben diyorum ki Türklere soykırımcı diyemezsiniz. Soykırımcılık zihniyetle ilgilidir, mesela tüm Almanlar soykırım yaptı diyebilir misiniz, diyemezsiniz, Naziler soykırım yaptı dersiniz ve Alman toplumu da o dönemi mahkum etmiştir. Biz de 1915’teki cunta bu ülkede büyük bir suça imza attı der, bu suçun adını koyarsak, onları mahkum edersek, Türkiye ve Türkler, Türk kimlikli olanlar soykırımcı yaftasından kurtulmuş olur. Bunu söylüyorum.

Akşener, ‘Kahrolsun istibdad‘ diyor ama…

Tepkilerden en çok hangisi sizi üzdü, şaşırttı?

Ben romantik bir siyasetçiyim, bu parantezin kapatıldığını kimse bana söylememişti. Daha geçen yıl aynı teklifi verdim, hiç böyle bir tepki olmadı… Bu yıl Meral Akşener’in bu işi başlatması beni çok şaşırttı. Ülke faşizan bir noktaya gidiyor. AKP-MHP birlikteliği, ‘Hiçbir şey konuşamazsınız, konuşanı tweet atanı hapse atarım, şimdi de Ermeni meselesini konuşanı sustururum’ diyor. Böyle bir gidişat var. Bunun panzeri nedir, demokrasi vaadidir, yani ifade özgürlüğüdür. Muhalefetin iddiası demokrasi ise Meral Akşener, “Kahrolsun istibdad” diyor ama bu noktada bir milletvekilinin kendini ifade etmesine ilk saldırıyı Meral Akşener yaptı. Tabii ki her teklif gibi bu teklif de eleştirilebilir ama bir kurtlar sofrasına attı beni. Yedi yıldır böyle bir tepki yokken, şimdi niye oldu diye baktığımda ben bunun Meral Akşener’in başlatması sebebiyle olduğunu düşünüyorum maalesef.

Linç olarak adlandırdığınız tepkiler, açıklamalar sonrasında size gelen tehditler oldu mu?

Tehdit dediğiniz şey bir iklimden doğar. Siz bir insana ‘hain’ diyorsanız -vatan haini diyorlar- bu koroya birçok siyasetçi katılıyorsa, şunu bilecekler: Hrant Dink’e karşı yapılan linç sonuçta bir ifadesinden dolayıydı, onu hedefe koydular, ‘vatan haini’ dediler, bir iklim oluştu ona karşı, bunun sonucunda Dink katledildi. Böyle bir iklim, başlı başına bir tehdittir. ‘Garo Paylan hain’ manşetini attığınızda, bunu dillendirdiğinizde bir azınlık olan bir kişinin hedef olmamasını beklemek mümkün değil. Ben ne yaşadığımın da ne yaşayabileceğimin de farkındayım. Onlar da bence ne yaşattıklarının ve ne yaşatabileceklerinin farkında, farkında olarak bunu yapıyorlar. Bunların hepsini hepimiz yaşadık. Herkes ne olduğunu biliyor, ne olabileceğini de biliyor. Ben bilinçli yaptıklarını düşünüyorum. Ama bazılarının da bilinçsiz olarak bu ırkçı, linççi koroya katıldığını düşünüyorum.

Peki aldığınız tehditler yaşam biçiminizi kısıtlatıyor mu?

Ben yedi yıldır hep halkımın arasında oldum, hiçbir zaman da çekinmedim. Elbette başka tehditler de söz konusuydu. Bırakın korumayı, normal yaşayan, toplu taşımaya binen, çarşı pazarda bulunan bir kişiydim. Ama artık şunun farkındayım; ülkenin cumhurbaşkanı, iktidar ortağı, bakanları sana ‘hain’ demişse, bundan sonra belli odakların harekete geçirilmesiyle her an başıma her türlü provokasyon gelebilir. Bu işler hep böyle olmuş; birileri hedef göstermiş, sonucunda her türlü provokasyon söz konusu olabilmiş. Ben de maalesef böyle bir iklimin öznesi oldum.

Bültene kayıt ol