Gezi davasının ilk duruşması Silivri'de görülüyor. Tutuklu yargılanan Osman Kavala savunmasını yaptı.
"Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs'' ve ''Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs'' suçlamalarıyla tutuklanan Kavala, müebbet hapis istemiyle yargılanıyor.
20 aydır tecritte tutulan Osman Kavala'nın savunmasının tam metni:
Yirmi aydır tutuklu bulunmama neden olan suçlama olgusal temele oturmayan, mantığa aykırı bir dizi iddiaya ve delillerle desteklenmemiş varsayımlara dayanmaktadır. Somut olgular tahrif edilerek, fantastik bir kurgu üretilmiştir.
İddianamede, Gezi Olayları’nın Hükümet’i devirmeye yönelik bir kalkışma olarak George Soros tarafından planlandığı, Gezi eylemlerinin bu plan uyarınca yine Soros tarafından finanse edildiği; benim de bu planlama sürecine katıldığım, Soros kaynaklı finansmanı Gezi Olayları’na aktardığım, Gezi Olayları’nın yöneticisi ve organizatörü olduğum tespitlerinde bulunulmuş.
Şöyle deniyor: “Mehmet Osman Kavala’nın ülkemizde önderliğini ve koordinesini yaptığı yapının… illegal yapılara ve silahlı terör örgütlerine eylemde bulunmaları maksadıyla ortam hazırladığı, bu ortam ve dış ülkelerin baskısıyla T.C. Hükümeti’ni istifaya zorlamak gayesi güdüldüğü; bunun gerçekleşmemesi halinde ise silah kullanımı ve iç savaş senaryolarına uygun ortamı hazırlamak gibi gizli silahları da hazırda beklettiği anlaşılmıştır”. Bu son derece haysiyet kırıcı bir suçlamadır.
Komşularımız Irak ve Suriye’de görüldüğü gibi, farklı toplumsal kesimlerin birbirlerini düşman olarak gördükleri ve korkunç insanlık suçlarının işlendiği iç savaşlar bir ülkenin başına gelebilecek en büyük felakettir. Ben 70’li yılların sonunda ülkemizde de iç savaşı andıran olaylara şahit oldum ve bunları hiçbir zaman aklımdan çıkarmadım. Aynı şekilde, 12 Eylül 1980 darbesini, askeri yönetim dönemindeki baskıyı, zulmü ve işkence uygulamalarını da unutmam mümkün değildir.
Hayatımın hiçbir safhasında özgür seçimler dışında bir yöntemle Hükümet değişikliği düşüncesine yakın olmadım. 1980’lerin başından itibaren aktif olduğum iş hayatında, önemli olduklarına inandığım projeleri ve yatırımları gerçekleştirirken, ülkemizin demokrasi kültürüne ve kültürel birikimine katkıda bulunmaya gayret ettim. Çeşitli yayın organlarının, Ana Britannica gibi bilimsel eserlerin yayınlanmasına destek verdim.
Çeşitli sivil toplum örgütlerinin kuruluşlarında ve yönetim kurullarında yer aldım. İddianamede adı geçen Açık Toplum Vakfı’nın Yönetim Kurulu üyesi olmadan ve Anadolu Kültür kurulmadan önce Türk-Yunan Dostluk Derneği’nin, Güneydoğu Avrupa’da toplumlar arasında barışa ve iş birliğine katkıda bulunmak için Selanik’te kurulan Demokrasi ve Uzlaşma Merkezi’nin (Center for Democracy and Reconciliation in the Southeast Europe) ve benzer amaçlarla ülkemizde kurulan Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin kurucuları arasına katıldım. Bu kuruluşlar bünyesinde, toplumsal kesimler arasında barışa, diyalog ve uzlaşmaya hizmet edecek projelere destek olmaya gayret ettim. Kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi’nin hukuk ve demokrasi normlarının ülkemizde eksiksiz uygulanmasını, içselleştirilmesini, Avrupa Birliği ile bütünleşmeyi savundum. Sivil toplum alanından ve akademi çevrelerinden aynı duyarlılığı paylaştığım kişilerle birlikte, bu süreci zora sokan olumsuz gelişmeler, özellikle yargıdaki sorunlu uygulamalar ile ilgili basın bildirileriyle uyarıcılık görevini yerine getirmeye çalıştım.
Ergenekon ve Balyoz davalarındaki hukuksuzlukları eleştiren yazılar kaleme aldım. Sivil toplum alanında faaliyetlerde bulunan bir iş insanı olarak sosyal ve siyasi konularda görüşlerimi şeffaf biçimde kamuoyu ile paylaştım.
40 yıla yakın bir süre boyunca yürüttüğüm faaliyetlerle ilgili kamuoyuna yaptığım tüm açıklamalarda, gerçekleri çarpıtmadan, olduğu gibi aktarma ilkesine riayet ettim. Hiçbir zaman gizli bir planım, faaliyetim, bir örgütle, cemaat yapısıyla gizli bir ilişkim olmadı.
İddianamede de görüldüğü gibi benim hiçbir konuşmamda ve faaliyetimde gizlilik unsuru bulunmamaktadır; üstü kapalı, gizli bir plana veya teşebbüse yönelik olarak şifreli konuştuğumu ima eden, anlaşılması zor hiçbir ifadem yoktur. Tüm konuşmalarım aynı cep telefonundan, tüm yazışmalarım aynı mail adreslerinden yapılmıştır; bilgisayarımda önemli bilgiler içeren silinmiş hiçbir dosya yoktur. Takdir edersiniz ki bu durum, gizli bir kalkışma planını gerçekleştirmek için çalışan, gizli bir şebekeyi yöneten birisinin davranış biçimine uygun değildir. İddia makamının hangi faaliyetimden, eylemimden, düşüncemden ötürü darbeye ortam hazırlamaya, hatta iç savaş çıkarmaya yönelik böylesine sinsice bir planı yürüttüğüm hükmüne varmış olduğunu anlamak mümkün değildir.
20 ay önce Emniyet’te yapılan sorgumda, iddianamede yer alan finansman aktarımı ve örgüt ilişkileriyle ilgili iddialar bana sorulmadı, dolayısıyla bunlarla ilgili açıklama yapma imkanı verilmedi. Sorgumda, Gezi Olayları ile ilgili konu edilen tek bulgu, Gezi Olayları’ndan 3 ay sonra Brüksel’de açılan fotoğraf sergisi olmuştu. Savcı, iddianamede yer alan kurguyu hazırlamadan önce beni sorgulamaya gerek duymadı. Suçlu olduğuma dair kanaatin gözaltına alınmamdan önce kesinleştiğine ve somut olgulardan kopuk bir sabit fikir haline dönüştüğüne inanıyorum.
Gezi eylemleri’nin hazırlık aşamasında üstlendiğim iddia edilen rol
Emniyetteki sorgumdan telefon görüşmelerimin dinlenmesine 30 Temmuz 2012 tarihinden itibaren başlandığı anlaşılıyor. Ancak Gezi Olayları’yla ilgili kanıt olarak sunulan konuşmaların tamamı Gezi protestoları başladıktan, çeşitli şehirlere yayıldıktan, kitlesel katılımlı gösteriler gerçekleştikten sonraki tarihlere ait. İddianamede bir kalkışma planı hazırladığıma, böyle bir plandan bilgi sahibi olduğuma dair hiçbir kanıt, bulgu, işaret mevcut değildir. Gezi Olayları’nın hazırlık aşamasında etkin olduğu iddia edilen OTPOR / CANVAS örgütlerinden hiç kimseyle tanışmıyorum, yine hazırlık aşamasında yer aldığı iddia edilen Memet Ali Alabora ile tek temasım, Gezi Olayları başladıktan sonra yapılan iki telefon konuşmasından ibarettir.
İddianamedeki Haziran - Temmuz 2012 tarihleri arasındaki dış seyahatlerimin Gezi Olayları’nın hazırlığı amacıyla yapıldığı iddiası da temelsizdir. Bu seyahatlere, hangi toplantılar ve ne amaçlarla gitmiş olduğum gizli değildir.
Hangi örgüt?
İddianamede, benim bu gizli planı icra etmek için Soros’un finansmanını Yönetim Kurulu Üyesi olduğum Açık Toplum Vakfı ve Yönetim Kurulu Başkanı olduğum Anadolu Kültür vasıtasıyla Gezi Olayları’na aktardığım iddia ediliyor.
Ancak, iddia edilen kalkışma planını ve eylemini hangi örgüt aracılığı ile yürüttüğüm belirsiz. Ne bu kuruluşlar ne de iddianamede adı geçen diğerleri, Hükümeti devirme eyleminin yürütücüsü olarak nitelendirilmiş değiller, böyle suçlanmıyorlar. Hükümeti devirme ve iç savaşa yönelik kaos ve kargaşa çıkarma planının, çeşitli örgütlere yerleştirilmiş, benim, dolayısıyla Soros’un talimatları uyarınca bu örgütleri yönlendiren kişilerden oluşan gizli bir yapı tarafından yürütülmüş olduğu iddia ediliyor. Bu davada yargılananlar da bu gizli yapının üyeleri olmakla suçlanıyorlar. Farklı kuruluşlarda, farklı faaliyetlere katılmış olan bu insanların, aynı amaç için ortak bir irade gösterdiklerine, birbirleriyle sistematik bir ilişki içerisinde olduklarına, benden talimat aldıklarına, bu talimatlar doğrultusunda eylemde bulunduklarına dair hiçbir kanıt, bulgu, işaret mevcut değildir.
Yapmış olduğum konuşmaların hiçbirinde eylem talimatı olarak anlaşılacak bir ifade yoktur. Birkaç kişiden oluşan bir gizli örgütün, 80 ilde, milyonlarca kişinin katıldığı protesto eylemlerini yönlendirmiş olması, oldukça fantastik bir iddiadır. Bu iddianın içerdiği orantısızlık, iddianamedeki kurgunun mantıki temelden de yoksun olduğunu göstermektedir.
Bu davada yargılananların bir kısmını Anadolu Kültür’de birlikte gerçekleştirdiğimiz projelerden dolayı tanıyorum. Bazılarıyla farklı sivil toplum faaliyetleri sırasında tanışmıştım. Şahsen tanışmadığım, ancak ortak arkadaşlarımız olması nedeniyle haklarında bilgi sahibi olduklarım da var. Bu insanların benim ya da başkasının talimatıyla gösterilere katılmaları, gösteri düzenlemeleri söz konusu olamaz. Bu iddia temelsiz, mantıksız, aynı zamanda son derece yakışıksız bir suçlamadır.
İddianamedeki kurgu
Gezi Olayları’nın Hükümet’i devirmek amacıyla kaos, kargaşa, iç savaş çıkarmaya yönelik bir tertip olduğu, bu tertibin farklı kuruluşlarda faaliyet gösteren kişilerden oluşan bir yapı tarafından yürütüldüğü iddiaları Ergenekon davasındaki kurguyu akla getirmektedir. Bu durum şaşırtıcı değildir, zira iddianamenin tamamına yakın bölümü FETÖ/PDY üyeliğinden suçlanan Savcı’nın ve Emniyet Müdürü’nün hazırlamış oldukları soruşturma dosyasından alınmıştır. Bu savcı hakkında ‘’kurgu yoluyla kişiler arasında irtibat kurma, iddia edilen suçlara ait herhangi bir unsur veya hukuki veri içermeyen bilgi ve bulgularla hareket etme’’ iddiaları mevcuttur.
İddianamenin sonunda, kullanılan bilgilerin alındığı soruşturma dosyasının “FETÖ/PDY militanı oldukları tespit edilmiş olan şahıslar tarafından başlatılmış ve yönlendirilmiş olduğu” ifade edilmiş, ancak tüm delillerin ve tapelerin “yeniden kıymetlendirildikleri” belirtilmiş.
Ancak, iddianamenin eklerini incelediğimizde ortaya çıkan, sadece delil olarak kullanılan malzemenin, tapelerin değil iddianamenin temel kurgusunun da bu şahıslar tarafından hazırlanmış dosyadan alınmış olduğudur.
Bu gerçeği FETÖ/PDY mensubu olarak suçlanıp tutuklanmış olan Eski KOM Daire Başkanı’nın 15 Haziran 2013 tarihinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne yollamış olduğu ‘Analiz Raporu’ndan anlıyoruz. Gezi Olayları’nın planlı bir senaryonun ürünü olduğu, Occupy Turkey hareketinin, OTPOR / CANVAS örgütlerinin, Memet Ali Alabora ve arkadaşlarının olayların hazırlık aşamasında yer aldıklarına dair iddialar kelimesi kelimesine bu rapordan alınmadır.
Aynı Analiz Raporu’nda internette bulunduğu söylenen, kimin yazdığı belirsiz, benimle ilgili bir yazı kaynak gösterilerek hiçbir somut delil olmaksızın, “organizatör şahıs ve finansör” olduğum, Alabora ve arkadaşlarının direktiflerim doğrultusunda olayların örgütlenmesini gerçekleştirdikleri, George Soros ve Ivan Marovic’le bir sacayağı oluşturup aynı yönde faaliyet gösterdiğim iddia edilmektedir. Malum olduğu gibi, gazete yazılarını kullanarak emniyet raporları hazırlamak ve bu raporlar temelinde somut delillere gerek duymadan iddianameler hazırlamak Fethullah Gülen yapılanmasının emniyette ve yargıda etkin olduğu dönemde sık rastlanan bir uygulamaydı.
İddia makamı da bu kurguyu ve yöntemi benimsemiş, somut delil aramaya, beni sorgulamaya gerek duymadan, benim Gezi Olayları’na Soros’un kaynaklarını aktardığım iddiasında bulunmuştur. Anlaşılan, benim Açık Toplum Vakfı Yönetim Kurulu üyesi olmam George Soros’la birlikte Gezi Olayları’nı planladığım ve finanse ettiğim iddiası için yeterli görülmüş olmalı.
İddianamede Gezi Olayları’na aktarmış olduğum iddia edilen Soros finansmanı, suçu işlemenin temel aracı, yani, hakkımdaki suçlamanın maddi temeli haline getirilmiştir. Ancak bu durum, suçlama ile ilgili kanıt yokluğunu gidermemektedir. Aksine, daha çarpıcı hale getirmektedir. Açıktır ki, bu iddianın ciddiye alınabilmesi için maddi kanıtların mevcut olması gerekir. Böylesi bir finansman aktarımının iz bırakmadan gerçekleştirilmiş olması mümkün değildir.
Gezi olaylarına finansman aktarımı iddiası
İddianamede yer alan tüm mali bilgilerden ve MASAK Raporu’ndan da anlaşılacağı gibi benim aracılığım ile Gezi Olayları’na aktarılmış olan herhangi bir maddi kaynak mevcut değildir. Yönetim Kurulu Başkanı olduğum Anadolu Kültür’ün, Açık Toplum Vakfı’ndan almış olduğu tüm fonlar mahkemenize sunacağımız 2013 yılı faaliyet raporunda da görüleceği gibi, kültür sanat çalışmaları, sergi hazırlıkları ve benzer projelerin kısmi finansmanı için kullanılmıştır. Bu fonların hangi projeler ve proje kalemleri için, nasıl kullanılmış oldukları Anadolu Kültür A.Ş’nin kayıtlarında açıkça görülmektedir.
Anadolu Kültür’ün tüm hesapları da denetimden geçmiştir. Hesaplarla ilgili mali müşavir raporu daha önce mahkemenize sunulmuştur. 2013 yılında Açık Toplum Vakfı ile Anadolu Kültür A.Ş arasındaki hesap hareketlerinde daha önceki yıllara göre herhangi bir olağanüstü durum söz konusu değildir.
Farklı kaynaklardan alınmış olup, 2013 yılında Anadolu Kültür’den proje destekleri olarak çıkan toplam 2.009.230 TL’nin hangi projeler için kimlere aktarıldığı da bellidir. Bunların hiçbiri Gezi ile ilgili değildir.
Ben Açık Toplum Vakfı’nın yönetim kurulunda, diğer üyelerden hiçbir farkı olmayan bir statüde görev yaptım, hiçbir zaman fon yönetecek, para transferleri yapacak özel bir yetkim olmadı.
Savcılığın benimle ilgili suçlamasının maddi temelini oluşturan George Soros’un benim üzerimden Gezi Olayları’nı finanse etmiş olduğu iddiası, benimle ya da Yönetim Kurulu Başkanı olduğum Anadolu Kültür ile ilgili herhangi bir mali bulguya dayanmamaktadır. Benim üzerimden Gezi Olayları’na finansman aktarıldığına dair hiçbir kanıt mevcut değildir.
MASAK Raporu’nu açıklayan 6 Mart 2018 tarihli Savcılığa gönderilen Emniyet yazısında “para transferlerinde adı geçen şahıslar arasında, soruşturma kapsamındaki şüphelilerin adına ve soruşturma konusu olaylarda şüpheli olarak hakkında adli işlem yapılan şahısların adına rastlanılmamış olduğu” tespiti net bir şekilde yer almaktadır.
Anadolu Kültür A.Ş’den Gezi Olayları’yla ilgili kişilere yönelik bir fon aktarımının olmadığına dair MASAK Raporu 18.01.2018 tarihinde soruşturma dosyasına konulduktan ve suçlamanın maddi temelden yoksun olduğu ortaya çıktıktan sonra dahi, iddianamedeki kurguda ısrar edilmesi ve “delil durumunda bir değişiklik olmadığı” gerekçesiyle tahliye taleplerimin reddedilmesi vahim bir hukuk ihlalidir. Hakkımdaki suçlamanın temelinde Gezi Olayları’na finansman aktardığım iddiası olduğuna göre, bu konudaki mali kayıtlar ve MASAK raporundan daha önemli delil ne olabilir? Tutuklanmamdan önce ya da sonra ortaya çıkarılmış hangi delil MASAK raporu sonuçlarını önemsiz hale getirmektedir? Açıktır ki iddianamedeki kurgu olgusal bir temele oturmamaktadır; delillerle desteklenmeyen varsayımlar üzerine inşa edilmiştir.
İddianamedeki tahrifatlar
İddianamede aktarılan somut olguların, suçlamayla ilgili kurguya uydurulmak için nasıl tahrif edildiklerini gösteren iki örneği dikkatinize sunmak istiyorum. 26 Haziran 2013 tarihinde Diyalog ve Uzlaşma Derneği’nin kuruluş bildirimini yapmış olan Hanzade Hikmet Germiyanoğlu bu bildirimden birkaç gün önce 21 Haziran 2013 tarihinde beni arayarak gerçekleştirmeyi düşündüğü faaliyetlerden söz ediyor. Kendisinin Gezi ile ilgili yapılan forum toplantılarına katıldığını söylüyor. “… biraz bu hareketi toparlamak, genişletmek, derinleştirmek için ne yapabiliriz diye daha geniş bir kitleyle buluşalım diye aynı ekiple konuştuk… sizi de mutlaka bu ekibin içerisinde görmek istiyoruz” diyor.
Hem yapmış oldukları toplantılarla ilgili bilgi vermek hem de gerçekleştirmeyi düşündükleri bazı projelerle ilgili danışmak için benimle görüşmeyi talep ediyor.
Germiyanoğlu görüşmeden sonra Yiğit Aksakoğlu ile konuşmasında benim “somut bir şeyler söylemediğimi”, “bu gruba üçüncü toplantıdan sonra dahil olmak istediğimi” ifade etmiş. Açık ki, Germiyanoğlu’na benden kaynaklanmış bir eylem önerisi, benim tarafımdan verilmiş bir talimat söz konusu değil. Germiyanoğlu ile konuşmamın konusu parklarda yapılan forum toplantıları ile ilişkili olduğundan ve toplantılara davet ettiği kişiler ağırlıkla aydınlar, akademisyenler ve araştırmacılardan oluştuğundan, kendisinin ifade ettiği “bu hareketi genişletmek, derinleştirmek” düşüncesini, doğal olarak, forumlardaki tartışmaları derinleştirmek ve yaygınlaştırmak şeklinde bir fikri çalışma olarak anladım.
Buna rağmen, iddianamede “Gezi eylemlerinin derinleştirilmesi ve yaygınlaştırılması” sözleri gerçekle ilgisi olmayan bir biçimde sürekli olarak sanki benim ağzımdan çıkmış gibikullanılmış, Germiyanoğlu’nun benim talimatlarımla bu doğrultuda çalışmalar, toplantılar yaptığı kurgusu üretilmiş.
İddianamede, 30 Mayıs 2013 tarihinde Mine Özerden beni arayarak gençler için gaz maskesi tedarik edilmesi önerisinden söz ediyor ve düşüncelerimi soruyor. Ben de “birisi hesap açarsa böyle bir girişime katkıda bulunabileceğimi” söylüyorum. Konuşma sırasında bu önerinin Gezi parkında bulunanların etraftaki gazdan etkilenmemeleri için faydalı olacağını düşünmüştüm. İddianamede yer alan, 26 Eylül 2013 tarihli ihbar mektubunda “Açık Toplum Vakfı’ndan Osman Kavala’nın yönlendirmesiyle, Mine Özerden’in Gezi eylemleriyle ilgili olaylar büyümeden önce birkaç kişi üzerine banka hesabı açtırdığını, bu hesaba para yardımı toplayarak eylemcilere gaz maskesi, sargı bezi, deniz gözlüğü gibi ihtiyaçların dağıtıldığı” iddia edilmiş. Benim Gezi Olayları’na hazırlık çalışması yürüttüğüm algısı yaratmak amacını taşıyan bu ihbar mektubunu yazanın Mine Özerden ile konuşmamı dinleyen birisi tarafından yönlendirilmiş olduğu çok açık. Zira, böyle bir hesap açtırılmış değil. Açılmış olsaydı haberim olurdu, benden de katkı istenirdi. Ayrıca, bu durum MASAK Raporu’nda da tespit edilmiş olurdu.
Açık Toplum Vakfı’nda yürütülmüş olan denetlemede de bu amaca yönelik herhangi bir fon kullanımının olmadığı teyit edilmiş.
Germiyanoğlu örneğinde görünen açık bir tahrifattır, ikincisi ise, Balyoz Davası’nda görüldüğü gibi, bir tertibin var olduğunu göstermek için tarihlerle oynama suretiyle yapılan sahte delil üretme çabasıdır.
İddianamedeki manipülasyon amaçlı kurguya örnek sadece bunlar değildir. Açık Toplum fonlamasıyla Anadolu Kültür A.Ş üzerinden yapılmış faaliyetler bölümünde sıralanmış altı faaliyetle ilgili kurgulamada da ciddi tahrifatlar mevcuttur.
Bu faaliyetlerin üçünden, yani, Garaj İstanbul, Anadolu Jam, Baraka Forum toplantılarından, haberim dahi olmamıştır. Bunların Anadolu Kültür A.Ş.’nin üzerinden yapılmış olduğu iddiasının neye dayandırıldığı tam bir muammadır. Aynı şekilde Diyalog ve Uzlaşma Derneği çalışmalarıyla da Anadolu Kültür A.Ş.’nin hiçbir alakası olmamıştır. Sadece, bu çalışmaları yürüten Germiyanoğlu ile aramda, kendisinin talebiyle, daha önce sözünü ettiğim görüşme olmuştur. Bu derneğin düzenlediği toplantılara katılmadım, bu toplantılara benim ya da Anadolu Kültür A.Ş’nin hiçbir maddi desteği olmadı. Bu bölümde yer alan diğer iki faaliyet, yani, yeni bir medya ile belgesel film çekimi gerçekleşmemiş projelerdir. Bunlar gerçekleşseydi dahi, iddianamedeki suçlamalara dayanak olarak kullanılmaları mümkün olmayacaktı.
Yönetim Kurulu Başkanı olduğum Anadolu Kültür toplumsal olayları, sosyal ve siyasi sorunları konu eden sergi, film gibi projelere destek vermektedir. Bu tür sanat ürünleri ‘ajitasyon’ maksadı, eyleme çağrı mesajı taşımazlar. İzleyicilerin olaylar hakkında düşünmelerini ve tartışmalarını teşvik etmeyi, toplumsal meselelere eleştirel bir gözle bakabilmelerine katkıda bulunmayı amaçlarlar. Gezi Olayları ile ilgili Depo’da açılan fotoğraf sergisi de, Brüksel’de Carnegie Vakfı tarafından gösterilen fotoğraf sergisi de bu özelliktedir.
Gezi Olayları’nı konu alan film projesi, iddianamede yer verilen konuşmalardan rahatça anlaşılacağı gibi, Gezi Olayları’nı yaygınlaştırmaya yarayacak bir araç olarak değil, uluslararası festivallerde gösterilecek kalitede bir sanat ürünü olarak düşünülmüştür. İddianamede yer alan projeye hazırlık maksadıyla üretilmiş olduğu iddia edilen videonun ise ne benimle ne de film projesini gerçekleştirmek için gayret göstermiş olan Çiğdem Mater ile ilgisi bulunmamaktadır.
Benim de desteğimle gerçekleştirilmesi düşünülen medya organını da iddia edilen suçla ilişkilendirmek tamamen temelsizdir. Bu projeyle ilgili girişim, işlerini kaybetmiş olan gazeteciler ve televizyon çalışanları tarafından başlatılmıştır. Amaçlanan, gazetecilerin yönetiminde, eleştirel bir bakış açısıyla nesnel haber veren bağımsız bir medya organının kurulmasıdır. Bu organın sahibi bir patron olmayacağından, gazetecilere destek olmak amacıyla, projenin gerçekleşmesi için gerekli finansmanın çeşitli fonlardan sağlanmasına yönelik bazı görüşmelere ben de katıldım. Dünyanın en itibarlı basın organlarından olan İngiltere’de çıkan The Guardian gazetesi ile iş birliğine ilişkin yapılmış olan görüşme, nasıl bir yayın organının amaçlandığını ortaya koymaktadır.
Benimle ilgili suçlamaya dayanak olarak kullanılan bu iki spesifik faaliyetin ikisinin de gerçekleşmemiş olmaları, suçlama ile eylemler arasındaki kopukluğu göstermektedir. Bu örnekler suçlamadaki mantıksal tutarsızlığı da ortaya çıkarmaktadır. İddianameye göre Gezi Olayları’nın yaygınlaştırılması için temel önemde bir araç olan, ancak kaynak bulunamadığından gerçekleştirilemeyen yayın projesine nasıl olur da Soros tarafından önceden gerekli finansman sağlanmamış olabilir?
Bu durum Soros’un Gezi Olayları’nı planladığı ve finanse ettiği iddiasıyla nasıl bağdaştırılmaktadır? Bu örneklerin hiçbirisi benim ya da Anadolu Kültür’ün Gezi Olayları’na finansman aktardığını göstermemektedir. Benim Gezi Olayları’na finansman aktardığıma dair iddia, George Soros’un Gezi Olayları’nı finanse ettiği varsayımına, bu varsayım ise gazetelerde çıkmış birtakım haberler ve yazıların gerçekleri yansıttığı varsayımına dayandırılmaktadır.
Soros kurgusu
İddianamede “Soros’un Gezi Kalkışması sürecine etkisi gerek basında gerek siyasi ve akademik çevrelerde çokça konuşulmuş, bu nedenle Açık Toplum Enstitüsü kurucusu George Soros’un ayaklanmaların yaşandığı diğer ülkelerde olduğu gibi ülkemizde yaşanan Gezi Kalkışması sürecinde de etkin olduğu anlaşılmıştır” denmektedir. Bu iddianın bazı siyasi aktörler tarafından dile getirilmiş olduğu, basının da bu sözleri haber yaptığı doğrudur. Bazı yayın organlarında bu doğrultuda kanaat yazıları da çıkmıştır.
Ancak, bu iddiayla ilgili nesnel enformasyon içeren, araştırmaya dayalı hiçbir haber mevcut değildir. Az sonra özetleyeceğim gibi, hiçbir akademik araştırmada, bilimsel dergilerde yayınlanmış makalede böyle bir iddiaya yer verilmemiştir.
Arap Baharı
Savcılığın bu iddiayı desteklemek için kullandığı, George Soros’un Arap ülkelerinde yaşanan halk ayaklanmalarında, özellikle Tunus ve Mısır’da, önemli bir aktör olduğu, bu ülkelerde yaşanan devrim süreçlerine Soros’un çok büyük finansal destek sağlamış olduğu bilgisi de temelsizdir.
George Soros’un Tunus ve Mısır’da yaşanan devrim süreçlerinde önemli aktör olduğu değerlendirmesi, bu ülkelerdeki siyasi dinamikler ve siyasi gelişmeler tarafından doğrulanmamaktadır. Hiçbir araştırmaya, ciddi bir gazetede yayınlanmış habere dayanmayan bu iddia, aynı zamanda bu ülkelerdeki halk hareketlerini küçümseyici bir bakış açısını da yansıtmaktadır.
Her iki ülkedeki rejim değişikliği süreçlerinde dış aktörler değil toplumsal tabanları güçlü olan iç aktörler belirleyici olmuştur. ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan değişim sürecinin başladığı Tunus’ta 2011 yılında ilk özgür seçimlerde Müslüman Kardeşler hareketinin etkisinde kurulan Nahda Partisi ve lideri Raşid Gannuşi iktidara gelmiştir. Hemen arkasından, Mısır’da gerçekleşen devrimden sonra yapılan seçimlerde İslami hareketler Parlamento’da çoğunluk sağlamış ve 2012’de Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi Cumhurbaşkanlığına seçilmiştir.
Ülkemizdeki saygın araştırma kurumlarından olan SETA, Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı tarafından yayınlanan Tunus’ta yaşanan Yasemin Devrimi sürecini ve arka planını inceleyen çalışmada Soros’un etkin bir aktör olduğundan söz edilmemektedir. Yine SETA tarafından yayınlanan Mısır: Devrim ve Karşı Devrim Başlıklı kitapta bu süreçlerde etkisi olan dış aktörler arasında Soros sayılmamıştır.
Bu kapsamlı incelemede devrim sürecinde seküler gruplar kadar, İslami hareketlerin de önemli rol oynadıkları, yapılan ilk özgür seçimlerde geniş toplumsal tabana sahip olan Müslüman Kardeşler’in ve Selefilerin parlamentoda hakim hale geldikleri belirtilmiştir. Kitapta batı demokrasilerinin “devrimci kitlelerin talepleri karşısında sessiz kaldıkları,” buna karşılık “Tunus’taki protestoculara açık desteğini sunan Türkiye”nin Mısır’da da “devrimci hareketi başlangıcından itibaren desteklemiş” olduğu vurgulanmaktadır.
Mısır’da seçilmiş Muhammed Mursi’ye karşı darbe sürecinde rol oynayan dış aktörler arasında da Soros’dan söz edilmemektedir. Bu süreç anlatılırken, “Devrim sürecinde iktidarlarını kaybetmekte olan iç aktörlerin Suudi Arabistan ve BAE (Birleşik Arap Emirlikleri) yönetimlerinin desteğiyle ile karşı devrim sürecini hayata geçirdiği” belirtilmiş, “Suudi Arabistan, BAE ve Kuveyt’in başını çektiği cephe, devrim sürecini sona erdirmek için her türlü girişimi yapmıştır … özellikle askeri kadroları kullanarak karşı devrim hareketinin arkasındaki ana aktörler olmuştur” değerlendirmeleri yapılmıştır.
Tunus’ta ve Mısır’da halk hareketleri incelenirken, bu ülkelerde daha önce serbest seçimlerin yapılmadığı olgusu dikkate alınmalıdır. Her iki ülkede de protestoların rejim değişikliğine yol açmasına neden olan temel faktör, özgür seçimlere yönelik toplumsal taleptir ve bu sayede ilk defa özgür seçimlerin yapılmış olmasıdır. Demokrasi kurumlarının çalıştığı, özgür seçimlerin yapıldığı ülkelerde kitlesel protestolar iktidar değişikliğine neden olmaz; alınan kararların, yürütülen politikaların gözden geçirilmesine, değiştirilmesine yol açarlar.
Akademik çalışmalar
Gezi Olayları pek çok ulusal ve uluslararası akademik çalışmaya konu olmuştur. Bu çalışmaların tamamını olmasa da önemli dergiler ve saygın yayınevleri tarafından yayınlanmış derlemelerde yer alan 35 kadar makaleyi inceleme fırsatım oldu.
Gezi Olayları’nın değerlendirilmesinde ön plana çıkan temaları şu şekilde özetleyebilirim:
Eylemlere katılanların, sınıfsal konumları, etnik kimlikleri ve siyasi aidiyetleri bakımından çok büyük bir çeşitlilik gösterdikleri, çalışmalarda özellikle vurgulanan bir noktadır.
Gezi Olayları, günlük hayatlarını etkileyen konularda söz sahibi olmadıklarını düşünen ve siyasal alanda temsil eksikliği hisseden bireylerin rahatsızlıklarını ve taleplerini dile getirdikleri bir süreç olarak görülmüştür.
Bazı akademik çalışmalarda, neo-liberal ekonomi politikalarının yarattığı sorunların ve kent yaşamı bağlamında sosyal adalet ve demokratik katılım taleplerinin, ekonomik büyüme ve rekabet amaçlarının gerisinde kalıp dikkate alınmamasıyla ilgili şikayetlerin Gezi Olayları’na zemin hazırladıkları sonucuna varılmıştır. Bu yaklaşım doğrultusunda, Türkiye’de kamusal alanı daraltan ve kent alanını metalaştıran projelere duyulan tepkiyle, aynı dönemde küresel ölçekte ortaya çıkan neo-liberalizm karşıtı eylemler arasındaki paralelliklere dikkat çekilmiştir.
İletişim kanallarının belirli aktivistlerin veya örgütlerin oynayabileceği liderlik rollerine yer vermeyen niteliği, bilgi akışının eşit konumdaki katılımcılar arasında sürdürülmesi, üzerinde özellikle durulan başka bir noktadır. Eylemler sırasında twitter mesajlarının içeriklerini ve nasıl kullanıldıklarını inceleyen geniş kapsamlı bir ampirik araştırma, mesajların ağırlıklı olarak bilgi paylaşımına yönelik olduğunu, olaylar hakkında genel görüş belirten ve dolayısıyla yönlendirme amacı taşıdığı düşünülebilecek mesaj sayısının çok sınırlı olduğunu, bu tür mesajların da şaşkınlık, kızgınlık veya çaresizlik gibi duyguların ifadesiyle ilgili olduklarını, eylemleri yönlendirmeyi amaçlamadıklarını göstermektedir.
Makalelerin paylaştığı temel gözlem, Gezi Olayları’nın plansız ve beklenmedik bir şekilde ortaya çıktığıdır.
Organizasyon biçimi açısından da bütün çalışmalarda vurgulanan nokta, eylemlerin, “yatay”, “bir merkeze bağlı olmayan”, “lidersiz” özellikte olmalarıdır.
Bugüne kadar yapılmış bilimsel nitelikli araştırma ve değerlendirmelerin hiçbirinde Gezi Olayları’nın Hükümet’i devirmeye yönelik önceden planlanmış ve yabancı güçlerin desteğiyle yürütülmüş olduklarına dair bir tez öne sürülmemiştir.
Parkların kamusal işlevi
Kent merkezlerindeki parklar, farklı sınıflar, meslekler, kuşaklardan insanların, para ödemeden dinlenip konuşabilecekleri mekanlardır ve bütün bu insanlar için önemli bir kamusal işleve sahiptirler. Bu yüzden de korunmaları için kitlesel eylemlere girişildiği görülmüştür. Mesela bir ay kadar önce, geçtiğimiz Mayıs ayında, Rusya’nın Yekaterinburg kentindeki bir parkta yıkılmış bir Ortodoks katedralinin yeniden inşası kararı, geniş katılımlı tepkilere yol açmış, polisin sert tutumu sonucu protestolar yaygınlaşmıştı. Ama bu örnekte, protesto eylemleri, Vladimir Putin’in de devreye girmesiyle, uzlaşmayla sonuçlandı ve parkta katedral inşası projesi durduruldu.
Kent merkezlerindeki parklar, kent sakinleri açısından büyük önem taşırlar ve çağdaş demokrasilerde bu parkların dokunulmazlığı vardır. Gezi Parkı da üniversiteli gencin, esnafın, emekli memurun, sokakta çalışan çocuğun, Suriyeli göçmenin, kent merkezinin telaşından bunalan insanların faydalandığı çok değerli bir mekandır. Gezi Parkı’ndaki inşaat projesine yönelik tepkiler değerlendirirken, parkların bu önemli kamusal işlevi dikkate alınmalıdır.
Türkiye İnsan Hakları Kurumu raporundaki bulgular
İddianamede yer alan Gezi Olayları’nın tanımı, daha önce yapılmış olan değerlendirmelerden, bilimsel araştırmalardan, Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun Gezi Parkı Raporu’ndaki bulgulardan ve Gezi protestolarıyla ilgili davalardaki yargı kararlarında yer alan tespitlerden de farklıdır. Gezi parkı ile ilgili ilk eylemin, bir grup gencin parkta çadır kurarak oturmaları olduğu, görevlilerce çadırların yakılması ve iş makinalarının Divan otelinin karşısındaki duvarları yıkarak hafriyat yapmasıyla kitlesel protestoların başlamış olduğu, herkesçe kabul gören olgusal bir gerçektir.
Hükümet’in, tutuklanmamla ilgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yolladığı ‘Kavala-Türkiye Başvurusunun Kabul Edilebilirlik ve Esasına ilişkin Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Mütalaası’nda, Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun Ekim 2014 tarihli raporuna dayandırılarak aktarılan bulgulara göre de “Gezi Parkı olayları(nın) çevreci kaygılarla ve polisin güç kullanmasından kaynaklanan protestolarla” başladığından söz edilmektedir. Aynı raporda “izleyen dönemde olayların terörist örgütler için bir sahneye dönüştüğü (…) terör örgütleri mensuplarının göstericilerin arasına karışıp posterler açarak sokaklarda terör estirdikleri” ifade edilmiştir. Hükümet’in, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göndermiş olduğu ‘Üçüncü Taraf Gözlemlerine dair Mütalaasında da “Gezi Parkı ile ilgili gösterilerin başlangıçta barışçıl oldukları, izleyen dönemde yasadışı örgütlerce suistimal edildikleri” görüşüne yer verilmiştir.
Aynı Mütalaa’da İçişleri Bakanlığı verilerine göre 28 Mayıs- 6 Eylül 2013 tarihleri arasında gerçekleşmiş olan, 80 ilde, 3 milyon 611 bin 208 kişinin katıldığı 5 bin 532 eylem/etkinliğin sadece 164’ünün kanunsuz hale dönüştüğü ve bunlara müdahale edildiği belirtilmektedir. Mütaala’da Ağustos ayından itibaren eylemlerin “gösteri ve sokak kavgası yerine, yerel düzeyde organize edilen çeşitli etkinlikler ve basın açıklamaları” olarak devam ettiği ifadesi yer almıştır.
Türkiye İnsan Hakları Kurumu raporunda yer alan önemli bir husus polis müdahaleleriyle ilişkilidir. “Gezi Parkı Olaylarına müdahale sırasında kullanılan biber gazı miktarı ve kullanım şekli yoğun eleştirilere yol açmıştır” denilmekte ve aşağıdaki tespitlere yer verilmektedir:
İçişleri Bakanlığı’nın, Şubat 2008 tarihli Göz Yaşartıcı Gaz Silahları ve Mühimmatları Kullanım Talimatı’nda “Göz yaşartıcı gaz fişekleri doğrudan insan vücudunu hedef alacak şekilde atılmaz” denilmesine rağmen, gaz fişeklerinin çarpması neticesinde pek çok kişi yaralanmıştır. Bu yaralanmalar gaz fişeklerinin fırlatılmasında yaygın bir usulsüzlük bulunduğunu ortaya koymaktadır.”
Gezi Parkı Olayları sürecinde (…) kamuoyuna yansıyan birçok görüntüde, polisin kaçan, işyerlerine sığınan, atılan gazlar nedeniyle rahatsızlanan göstericilere müdahaleye devam ettiği, başta biber gazı olmak üzere zor kullanma araçlarının usulsüz kullanılması nedeniyle gösterilere barışçıl bir şekilde katılanların ve hatta gösterilerle ilgisi olmayan birçok insanın da yaralandığı görülmüştür.”
“İçişleri Bakanlığı’nın Göz Yaşartıcı Gaz Silahları ve Mühimmatları Kullanım Talimatı’nda, gaz spreylerinin polise yapılan direnişle orantılı olarak, en az bir metre mesafeden sıkılmasına özen gösterileceği ve göz yaşartıcı maddelerin direniş ve saldırısına son vermiş kişilere karşı asla kullanılmayacağı kurala bağlanmış olmasına karşın, olaylarda polise karşı herhangi bir saldırıda ya da direnişte bulunmayan şahıslara karşı, bir metreden az ve çok yakın mesafeden defaatle gaz püskürtülmüştür.”
Bu tespitlerle birlikte Rapor’da, “Gezi Olaylarında kitlenin biber gazına ve diğer zor kullanma araçlarına yoğun olarak maruz kılınması, kolluk güçlerine yönelik öfkeye yol açmış, bu da şiddet olaylarını tetiklediği gibi, eylemlerin sürekliliğine neden olmuştur” değerlendirilmesi yapılmıştır. [11]
Polis müdahalesinin, protestoların artmasında bu kadar önemli bir öğe olması Gezi Olayları’nın önceden hazırlanmış bir plana göre yürütülmediğinin göstergesidir. Aksi takdirde, polisin bu türden bir müdahale biçimini belirleyen bir irade olduğunu ve bu iradenin de planlama sürecine katılmış olduğunu iddia etmek gerekir.
Siyasi mülahazalar
Gezi Olayları, farklı şehirlerde ve mekânlarda, farklı gruplar ve bireyler tarafından gerçekleştirilmiş, farklı türden faaliyetlerdir. İnşaat projesinin engellenmesi için Gezi Parkı’nda toplanma, kamp kurma; güvenlik güçlerinin güç kullanımı ve Hükümet kararlarına yönelik protesto gösterileri, bu süreç boyunca yaşananları, sosyal dinamikleri tartışmaya, değerlendirmeye yönelik açık hava forumları ve kapalı toplantılar, bunların tümü Gezi Olayları olarak değerlendirilmektedir.
Gezi Olayları sırasındaki tüm bu farklı faaliyetlere katılmış olanlar, eylemlerinin amaçları ve sonuçlarına dair farklı düşüncelere sahip olabilecekleri gibi, bu eylemlerle ilgili görüş ve değerlendirmeler arasında da farklılıklar olması anlaşılabilir bir durumdur.
Nesnel gözlemlere, bilimsel araştırmalara uygun olmayan bir şekilde, Gezi Olayları’nı bir odak tarafından planlanmış ve yönlendirilmiş bir kalkışma eylemi olarak tanımlamak, bütün bu farklılıkları göz ardı ederek yapılan siyasi bir değerlendirmedir. Siyasi aktörler toplumsal olaylar hakkında birbirinin zıddı değerlendirmeler yapabilir; tanım ve terimleri farklı anlamlar yükleyerek kullanabilirler. Ancak, hukukun siyasi mülahazaların üzerinde olması gerekir.İddia makamı tarafından Hükümet’i devirme ve iç savaşa yönelik kaos ve kargaşa çıkarmak gibi suçlamalar yapılırken, eylemlerin bu amaca ulaşmaya uygun nitelikte oldukları nesnel ölçütler kullanılarak tespit edilmelidir.
“Darbeye, kaos ve kargaşaya ortam hazırlamak” gibi Ergenekon davasında da kullanılan soyut değerlendirmelerin suçlamalara dayanak olması mümkün değildir.
İddianamede Gezi Olayları’nın 27 Mayıs 1960 darbesi öncesine benzetilmesi de oldukça isabetsiz bir tespittir. Gezi Olayları sırasında askeri darbeye sempati işareti olarak anlaşılacak bir slogan atılmamış, konuşma yapılmamış, basın bildirisi yayınlanmamıştır. İddianamede de görüldüğü gibi, Gezi protestolarına katılanlar arasında yapılan değerlendirmeler, Gezi Olayları’nda ortaya çıkan olumlu enerjinin yerel seçimlere, yerel demokrasinin gelişmesine nasıl katkıda bulunacağı konularına odaklanmıştır. Bu durum, darbeye ortam hazırlamak, kargaşa ve kaos çıkarmak gibi bir niyetin mevcut olmadığının da kanıtıdır.
İddianamede oldukça dikkat çeken tuhaflık Hükümet’e karşı kalkışma eylemini planladığı, finanse ettiği, bu planı icraya koyan gizli yapıyı benimle birlikte yönettiği iddia edilen George Soros’un şüpheliler arasında bulunmaması, ifadesinin alınması için herhangi bir çabanın gösterilmemiş olmasıdır. Bu gariplik ve Gezi Olayları’nı Soros’a bağlayan kurgudaki kopukluklar ve tutarsızlıklar, iddianamenin suçu ve suçluyu ortaya çıkarma amacına değil, cezalandırmaya dönüşmüş olan uzun tutukluluğuma gerekçe bulmaya ve Gezi Olayları’na katılmış yüz binlerce yurttaşımızın protestolarını itibarsızlaştırmaya hizmet ettiğini düşündürtmektedir.
İfadem ve ek bilgi verdiğim dilekçemde anlatmaya çalıştığım gibi, Sayın Erdoğan’ın 4 Şubat 2013 tarihinde “Gezi Parkı AVM yapılacak’’ şeklindeki demeci üzerine, böyle bir projenin yanlış olduğuna Hükümet’i ve kamuoyunu ikna edebilmek, Gezi Parkı’nın park olarak korunmasını sağlamak amacıyla çeşitli çabalarım oldu. Taksim Platformu’nda yer aldım, Gezi Parkı’nda bulundum, orada çevre düzenlemesi, fidan dikme gibi etkinliklere destek verdim. Bunların yanı sıra, iddianamede de yer verildiği gibi, Hükümet üyeleriyle görüşmeye katıldım. Hükümet yetkilileri ile konuşarak, onlarla protesto eylemlerine katılanlar arasında uzlaşma sağlamaya çalışan birisinin kaos ve kargaşa ortamı yaratarak darbeye zemin hazırlıyor olmasının nasıl bir mantıkla açıklanabileceğini anlayamıyorum.
Çevreyle ilgili duyarlılığım eskiye dayanır. 1992 yılında kurulan TEMA’nın kurucu üyesiyim, yönetim kurulunda görev yaptım. Gezi Parkı, gençliğimin geçtiği mahallede olduğundan ve şu anda işyeri olarak kullandığımız ofis de Gezi parkına bitişik olduğundan, burası uzun yıllardır günlük hayatımın parçası haline gelmiştir. Gezi Parkı, benim için sadece bir dinlenme yeri değil, yaşamımı zenginleştiren değerli bir kültürel varlıktır.
Uzun yıllardır, iş adamlığımın yanı sıra sivil toplum alanında da faaliyet gösterdiğimden söz etmiştim. Bu süre zarfında, çeşitli projeler kapsamında devlet kurumlarıyla iş birliği yaptığımız gibi, devlet kurumlarının, hükümetlerin uygulamalarını eleştirdiğimiz, bunları değiştirmeye çalıştığımız faaliyetlerimiz de oldu.
Kamusal ihtiyaçlar ve talepler doğrultusunda, hükümetleri hatalı kararlardan döndürmeye yönelik barışçıl kampanyaların, katılımcı demokrasiyi güçlendiren meşru sivil toplum faaliyetleri arasında olduğuna inanıyorum.
Örneğin, 1 Mart 2003 yılında Irak’ın işgaliyle ilgili Hükümet’in hazırlamış olduğu ABD güçlerinin topraklarımızı kullanmasına izin veren karar tasarısının TBMM’de kabul edilmemesinde, benim de katıldığım, sivil toplum kuruluşlarının yürüttüğü kampanyanın katkısı olmuştu. Bu kararın engellenmesi ülkemizin ve tabii Hükümet’in de lehine sonuçlar vermiştir. Gezi Parkı’nın park olarak korunmasının da kamusal yarara uygun olduğunu kabul etmek gerekir. Bugüne kadar Gezi Parkı’nın park olarak işlev görmesi, Hükümet’in icraatları için herhangi bir engel teşkil etmemiştir. Tersine, bu durum yeni park ve bahçeler açılmasına yönelik Hükümet politikasına uygun düşmektedir.
Ancak, elbette, Gezi Olayları sırasında vuku bulan ölümler ve sakatlanmalardan dolayı derin bir acı hissediyorum. Yaşanan maddi mağduriyetler de benim için üzüntü kaynağıdır.
Yukarıda açıkladığım nedenlerden dolayı, niyet ve eylemsellik bakımından Gezi Olayları sırasında barışçıl faaliyetlerde bulunmuş yüz binlerce kişiden bir farkım olmadığını belirtir, tahliyemi ve beraatımı talep ederim.
Osman Kavala