2008’de küresel finansal kriz başladığı andan itibaren ana akım ekonomistler tarafından krizin nedenine dair bir dizi farklı görüş açıklandı. Krizin nedenini anlamak konusundaki temel motivasyonları sistemin bu krizden nasıl çıkartılacağının, yani kapitalizmin nasıl “kurtarılacağının” yolunu bulmaktı kuşkusuz.
O dönem bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkında olan ana akım ekonomistlerin ilk tepkileri hakikatin karşısında oldukça naifti. ABD Merkez Bankası (FED) Başkanlığı yapan Ben Bernanke, 2008’de büyüme hızının düşeceğini ama durgunluk yaşanmayacağını iddia ediyordu. Ancak kısa sürede şok gerçekle yüzleştiler ve birden “dünyanın efendileri”, onların danışmanları, ekonomi yorumcuları bir kaos havasına sürüklendi. Dönemin popüler tartışmalarından birisi de gelmekte olan felaketin nasıl fark edilemediği, uzmanlığını 1929 Büyük Buhran’ı üzerine yapmış olan Bernanke gibilerin bile finans sistemi gemisinin buzdağına çarpmakta olduğunu nasıl öngeremediğiydi.
Kapitalizme her zaman kendisini batmaktan kurtaran bir gemi olarak güvenenler açısından, naiflik ve ardından gelen şok şaşırtıcı değil.
Sistemin işleri elbet yoluna koyacağına dair mutlak güven duyanlar, krizin bir anomali olduğu yorumlarını tarihsel deneyimlere dayandırdılar. Kapitalizm 1873’te, 1929’da, 1970’lerde aniden yolundan çıkmış, ancak bu bariyerleri aşarak olağan rotasına devam edebilmeyi başarmıştı.
Gemiyi rotadan saptıran faktör ise sistemin yapısal sorunlarından değil bir takım hatalardan kaynaklanıyordu. Kimileri için faiz krizin sorumlusuydu. Piyasa ekonomisinin kriz üretmeyeceğini düşünenler , kredi sisteminin iyi kontrol edilememesine suçu attılar.
Oysa ekonomik krizler kapitalizmin doğal bir parçasıdır. Kriz olağan dışı bir sapma değil tam tersine sistemin olağan halinin bir sonucudur.
Ekonomik krizlerin sorumlusu tek başına, yatırımcıların hataları, piyasayı düzenleyen kurumların acizliği, iyi idare edemeyen merkez bankaları, spekülasyonlar, iktidardakilerin kötü para politikaları, siyasi başarısızlıklar veya tek tek ülkelerin sorunu, Yunanistan halkının tembelliği filan değildir. Kuşkusuz yukarıda sıralananların bir kısmı 2008’den beri küresel çapta yaşanan krizde rolü olan çeşitli aktörler. Ancak başrol değil.
Neoliberalizm krizi önledi mi?
Bugün çöküş yaşayan neoliberal ekonomi politikalar, 1970’lerdeki krizden sistemi kurtarmanın bir yolu olarak uygulanmaya başlandı. 1960’lardan itibaren, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan genişleme döneminin sonuna gelindi. 1970’lerde işgücündeki artışı ve kâr oranlarındaki düşüşü kontrol altına almanın yolu olarak neoliberal politikalar, sistemi krizden kurtarmanın parlak bir yöntemi olarak görüldü.
Kriz “atlatılmış”, sistem kurtarılmıştı. Ne pahasına? İşçilerin ücretlerinin düşürülmesi, sosyal hakların ortadan kaldırılması, özelleştirmeler, özel sermayeye teşvikler ekonomiyi kurtarmak adına krize verilen yanıt oldu. Eş zamanlı olarak ücretlerin düşürülmesinin yaratacağı etkiye karşı kredi ekonomisi güçlendirildi. Borçlanma arttı ve borçlar ödenemez hale geldi.
Krizlerin sistem için “yaşandı bitti” durumu olduğunu ve kapitalizmin yine kendi içinde bir çözüm üretebileceğini öne sürenler, krizden çıkış kartlarının kriz ürettiğini “öngöremediler”. Zenginler ve yoksullar arasındaki uçurumun daha da derinleştiği, milyonlarca işçinin ücretlerinin sürekli düştüğü, güvencesizleştiği on yılların ardından, neoliberalizmin en azılı savunucularının bazıları geriye bakıp hata yapmışız diyerek, neoliberalizmin sorun olduğunu “görebildi”. Hatta ekonomistlerin bir kısmı daha da ileri giderek “sistemik kriz” gibi bir kavram geliştirip, üstü örtük de olsa kapitalizmde yapısal bir sorun olduğunu “itiraf ettiler”.
Kapitalizmde kriz olmak zorunda mı?
Ekonomik krizlerin nedeni kapitalizmin, sermaye birikim modelinin kendi içinde barındırdığı çelişkilerdir. Kapitalizm rekabete dayalıdır. Kapitalistler sadece açgözlü oldukları için değil sistemin yapısı her zaman elindekinden daha fazlasını kazanmayı dayattığı için, kârlarını arttırma çabası içindedir. Bu çaba içerisinde değilse rakipleri tarafından yutulmaya mahkumdur. Kârın temel kaynağı ise emek gücü yani işçilerdir. İşçilerin emeğinden daha fazla faydalanacak uygulamalar veya emek gücünün karşılığı olan ücretleri düşürmek kârı arttıran unsurlardır. Kâr oranları sermayenin yatırım biçimine göre belirlenir. Ancak kâr oranlarının akıbetini belirleyen şey sadece ürünlerin fiyatları veya işçilerin ücretleri değil. Yoksa kâr oranlarının sürekli yükselme eğiliminde olmasını sağlamak çok daha basit olurdu.
Ancak kapitalizmde kâr oranları düşme eğilimindedir. Kapitalizm geliştikçe daha çok üretim aracı, emek gücünün yerine geçer. Ancak kârı üreten esasen emek gücüdür, emek gücünün oranının azalması kâr oranlarının da azalması anlamına gelir. Kapitalizmde kaçınılmaz olan rekabetin, kârı koruma ve üretimi arttırma dayatması karşısında kâr oranlarındaki düşme eğilimi çıkışı olmayan bir döngüyü sistem içerisinde yeniden üretir.
Ekonomik krizler nedeniyle sistemin devam edemez hale gelmesi, otomatik oalrak işçi sınıfı lehine devrimci bir koşulu garantilemez. Ama her kriz böylesi koşullar için olasılıklar yaratır.
Son dönemde Türkiye’de liranın dolar karşısındaki değerinde yaşanan dalgalanmalar kriz tartışmalarını gündeme getirdi. İşsizlik, alım gücündeki zorluklar ekonomide yaşananların görüntüleri. Elbette eşitsizlik, yoksulluk, işsizlik tek başına kapitalizmde bir sorun olduğunun göstergeleri değil. Bunlar sistem açısından “olağan” dönemlerde de mevcut olan şeyler.
Ancak kesin olan şey yaşadığımız ekonomik sistemin her zaman krizler doğurma potansiyelinin olduğu. Üstelik ana akım ekonomistler, 2008’den bu yana küresel çapta yaşanan krize pansuman bile yapabilmiş değiller. Yani krizi birkaç on yıl bastıracak, sistemdeki yapısal soruna perde çekecek bir “parlak fikir” geliştirebilmiş değiller.
Türkiye’de açık olan şeyse, 2009’da krizin teğet geçmesi için çaba gösterilirken bulunan “alın verin ekonomiye can verin” sloganı da şimdiki “haydi dolarları bozuyoruz arkadaşlar” motivasyonu da gelmekte olan ekonomik gelişmeleri göğüslemek için yeterince parlak fikirler değil.
Meltem Oral
(Sosyalist İşçi)