Bu yılın Temmuz ayı, Mısır’da 3 Temmuz’da gerçekleşen askeri darbenin dördüncü yılının başlangıcı.
Geçtiğimiz üç yılda yaşananlar bu darbenin, ordunun liderliği ve büyük işadamları tarafından darbe gerçekleşmeden aylar önce planlandığını ve Müslüman Kardeşler ve Başkan Muhammed Mursi’ye karşı gelişen hareketin Mursi’ye yönelik yaygın öfkeyi ve Müslüman Kardeşler’in başarısızlığını istismar ettiğini hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde kanıtladı. Bu hareket, biçimsel olarak devrimci görünen, fakat aslında darbe ve karşı devrim için bir halk tabanı yaratmayı amaçlayan araçlar kullandı.
El-Sisi rejiminin asıl amacı sadece Müslüman Kardeşler’den kurtulmak değil, aynı zamanda ve daha önemlisi 25 Ocak 2011 devrimiyle bağlantılı olan herhangi bir hareketi, bilinci ya da mobilizasyonu sistematik şekilde tasfiye etmekti ve hâlâ öyle. Bu tasfiye edilenler içinde devrim ile bağı olan hareketler ve örgütler ile ayrıca işçi hareketi ya da Ocak devrimi sonucunda ortaya çıkmış başka herhangi bir tür protesto ya da gençlik hareketleri de vardı.
Devrimci güçlerin ve örgütlerin darbeye verdiği yanıt, birbirini izleyen üç aşamadan geçti. Darbenin ilk yılında çoğu gerçeği yadsıdı ve darbenin çok uzun süre sürmeyeceği varsayımından yola çıkarak sanki devrim devam ediyormuş gibi çalışmaya devam etti. Fakat darbenin görece istikrarlı ve sağlam olduğu ortaya çıktıkça, ilk aşamada verilen yadsıma tepkisi yerini derin bir moral bozukluğuna ve neredeyse teslimiyete bıraktı. Fakat darbe dördüncü yılına girerken artık bu mantıklı ve gerçekçi olmayan tepkilere son vermeliyiz; bizim görevimiz, devrimcilerin korkularına ve dileklerine değil günümüzün gerçek olasılıklarına denk düşen stratejik ve taktiksel öneriler geliştirebilmek için mevcut politik durumu bütün yönleriyle ve çelişkileriyle analiz etmektir.
Son üç yıl, her tür muhalefet ya da protestonun barbarca bastırılmasıyla ve bunlara yönelik medya seferberliğiyle ve ayrıca yine her tür hareket ve ifade biçimini kısıtlayan yasaların çıkarılmasıyla geçti. Yargının, binlerce rejim muhalifinin hapse atılması ya da ölüm cezasına çarptırılmasındaki ve geçmişe dönük olarak Ocak devrimine katılanların cezaevine konulmasındaki iğrenç rolünden bahsetmiyorum bile; fakat tüm bunlara rağmen, geçen yıl yaşanan gelişmeler bizi tedbirli bir iyimserliğe yöneltebilir.
Tedbirli iyimserlik ile kastımız kör bir zafer gösterisi ya da devrimci naiflik değil ve ayrıca Müslüman Kardeşler’in bazı kesimlerinin yaptığı gibi “bocalayan darbe” sloganı ile ifade edilen komik bir pozisyona kesinlikle düşmüyoruz. Şunu çok iyi biliyoruz ki, karşı devrim rejimine karşı verilecek mücadele yıllar sürecek uzun vadeli bir mücadeledir, bu mücadelenin çok sayıda cephesi ve aynı zamanda yeniden 25 Ocak devrimine giden yola dönmeden önce ödenmesi gereken çok sayıda bedel vardır. “Tedbirli iyimserlik” ile kastımız, geçen yıl yaşanan gelişmelerin bizi bu rejimle yüzleşme yeteneğine sahip güçlü ve etkili bir muhalefet inşa etmek için örgütlü, özenle ve sabırla çalışmaya davet etmesidir. Bu davet asla ve hiçbir şekilde gerçekçi olmayan beklentilerin bir yansıması değildir.
Rejimin tepesindeki çatlaklar
Mısır rejimi Nasır yıllarından beri güvenlik güçleri içindeki farklı aparatların arasındaki dengeye bağlı oldu: Savunma Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı (sırasıyla, Askeri İstihbarat ve Genel İstihbarat bir tarafta, Devlet Güvenlik’i diğer tarafta). Başkanlık her zaman bu kurumlar arasında denge kuran güç rolünü oynadı. Fakat Ocak 2011 devrimi bu dengeyi bozdu; polis, merkezi güvenlik ve devlet güvenlik örgütleri neredeyse tamamen çöktü. Ordu, boşluğu doldurmak için doğrudan müdahale etmek zorunda kaldı ve güvenlik ile ilgili işlerin kontrolünü Askeri İstihbarat’a ve Genel İstihbarat’a devretti. Doğal olarak, bu istisnai durumun bu kadar uzun sürmemesi gerekiyordu; Abdul-Fattah el-Sisi’nin Savunma Bakanı olarak en önemli görevlerinden birisi, İçişleri Bakanlığı’nın güvenlik kurumlarını yeniden inşa etmekti; böylece bu kurumlar, özellikle darbenin ve Müslüman Kardeşler’in ve Mursi’nin uzaklaştırılmasının hemen ardından doğrudan baskı uygulama konusunda birinci pozisyonda olabilecekler ve güvenlik yönetimini günü gününe gerçekleştirebileceklerdi. El-Sisi gerçekten de polis teşkilatını ve Devlet Güvenlik güçlerini yeniden inşa etmeyi başardı.
Bütün bu çabalara rağmen, güvenlik aparatları ve başkanlığın bu aparatların hepsine hakim olma ve bunlar arasındaki rekabeti ve çekişmeyi kontrol etme kapasitesi yenilenmedi. Güvenlik aparatlarının tepesindeki krizin derinliğine dair göstergeler ve bu krizin el-Sisi rejimine yönelik oluşturduğu tehlike, darbenin üçüncü yılında ortaya çıktı.
Bu kriz, güvenlik ile ilgili bir dizi fiyaskoda ve ayrıca farklı kurumlar arasındaki apaçık görülebilen anlaşmazlıklarda ortaya çıktı. Darbenin üçüncü yılında, 31 Aralık 2015’te Sharm el-Sheikh’den kalkan Rus uçağı vuruldu ve İskenderiye’deki Burg al-Arab havaalanından kalkan EgyptAir havayollarına ait bir uçak silahsız bir deli tarafından kaçırıldı.
Sınai’den Helvan’a kadar bir dizi bombalama ve terör eylemi, 24 Kasım 2015’te Areesh’de dört yargıç ve Mayıs 2016’da altı Helwan polisinin öldürülmesi bu fiyasko ve anlaşmazlıklara dair kısmi örnekler olarak görülebilir. Üstelik, farklı ordu ve polis güçleri tarafından yapılan terörist grupların kesinlikle yenildikleri yönündeki açıklamalara rağmen durum buydu.
Fakat bu krizi açığa çıkaran en önemli olay, İtalyan öğrenci Giulio Regeni’nin 25 Ocak’ta kaçırılması ve korkunç şekilde işkence görmüş cansız bedenin 3 Şubat’ta bulunması oldu. Bu olayın sonuçları hâlâ devam ediyor: Roma, Kahire büyükelçisini 8 Nisan 2016’da geri çağırdıktan sonra İtalya parlamentosu Haziran 2016’nın sonlarına doğru Mısır ordusuna askeri teçhizat sağlamaya son verilmesi yönünde karar verdi. Bu suçu işleyenin, büyük güvenlik birimlerinden birisi (İstihbarat ya da Devlet Güvenlik birimi, ordu ya da polis) olduğu konusunda kimsenin kuşkusu yok. Farklı birimlerin bu konu üzerindeki kafa karışıklığı açıkça ortaya çıktı, çünkü hepsi umutsuz bir şekilde bu suçu üzerine yıkabilecekleri bir günah keçisi aradılar ya da mantığa ters saçma hikayeler uydurma girişimlerinde bulundular. Sonuçta bu olay üzerine yapılan ve birbiriyle çelişen açıklamalar, güvenlik birimlerindeki kafa karışıklığının ve paniğin düzeyini gösteriyor.
Birimler arasındaki rekabetin ve iç çatışmanın bir diğer işareti ise Hamas ile olan birebir ilişkileri. İçişleri Bakanı’nın Mart 2016’da yapılan araştırmalar sonucunda Hamas’ın savcının öldürülmesindeki rolünün ortaya çıktığını açıklamasından birkaç gün sonra, Gazze’deki Hamas liderliği Kahire’deki Genel İstihbarat merkezini resmi olarak ziyaret etti. Böylesi bir tutarsızlık, sadece iki güvenlik birimi arasındaki rekabetin ve koordinasyonsuzluğun değil, aynı zamanda, başkanlığın bu rekabeti yönetme konusunda başarısız olduğunun da göstergesi.
Ekonomik kriz
Darbenin üçüncü yılı Mısır’da ekonominin daha da kötüye gidişine ve çöküşüne tanık oldu. El-Sisi’nin, gerek yabancı yatırımcıyı çekmek ve turizmi canlandırmak, gerek devasa altyapı projeleri yoluyla ekonomiyi canlandırma girişimlerinin hepsi başarısız oldu.
El-Sisi farklı ekonomik politikaların karışımına dayanıyor. Bir yandan, Hüsnü Mübarek döneminin son hükümetleri olan Cemal Mübarek ve Ahmet Nazif dönemi ile bile karşılaştırıldığında oldukça aşırı gelebilecek bir tür neo-liberalizmi benimsiyor: giderek artan kemer sıkma önlemleri, devlet yardımlarının kesilmesi, kesintiler yoluyla bütçe açığının azaltılması ve temel hizmetlerin azaltılması. Bu önlemler, Mısır’ın ve Körfez’in büyük yatırımcılarının ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla hayat geçirilen ve hala devam eden özelleştirmeler ile tamamlanıyor.
Fakat bu neo-liberal politikalar bir dizi devasa alt yapı projesi - Süveyş Kanalı’nın genişlemesi, Alman Siemens şirketi ile birlikte yürütülen enerji projesi, bir dizi Rus şirketi ile birlikte yürütülen nükleer santral projesi, ve diğer altyapısal gelişmeler - ile aynı zamana denk geldi. Mısır’da bu projelerde yer alan Avrupalı şirketler tarafından Avrupa bankalarından devasa miktarlarda borçlar alındı. Bu, Avrupa bankalarının Avrupalı şirketleri finanse ettiği ve Mısır hükümetinin bu ilişkide aracı rolü oynadığı anlamına geliyor. Bunun doğal sonucu tabii ki Mısır hükümetinin borcunun artması ve hükümetin döviz geliri ile (Euro, ABD Doları, ve İngiliz Pondu) bu dövizlere ilişkin yükümlülükleri arasındaki aralığın artmasıyla birlikte mali krizin baş göstermesi oldu.
Bu büyük baskının karşısında Mısır Poundu’nun değer kaybetmesi hiç şaşırtıcı olmadı. Mısır merkez bankası Mart 2016’da Pound’un değerini gerçekten de yüzde 13 düşürdü, fakat bu önlem Pound’un karaborsa da daha da değer kaybetmesini önlemedi. Dahası merkez bankasının müdürü Pound’un değerini daha da düşürmek gerektiğini söyledi. Bu, özellikle temel ürünlerin fiyatlarının artmasına neden oldu. Aynı zamanda işsizlik arttı ve zaten düşük olan ücretler daha da durağanlaştı. Tüm bunlar işçi sınıfının ve yoksulların büyük çoğunluğu için yaşam koşullarının hızla kötüleşmesi anlamına geliyor çünkü el-Sisi ve generalleri ve büyük işadamları (ki bunların hepsi Mübarek’in adamları) iktidarda olduğu sürece ekonomik krizi sonlandırma ya da gerçek bir sürdürülebilir büyüme yaratma olasılığı yok gibi görünüyor. Dolayısıyla önümüzdeki yıl, daha yüksek ücret ve fiyat kontrolü talep eden grev ve protesto dalgalarına zemin hazırlayacaktır. Politik göstergeler, el-Sisi darbesini destekleyenlerin ve onun vaatlerine inananların büyük çoğunluğunun toplumsal ve politik muhalefetin saflarına katılacağını işaret ediyor.
Bölgesel bağlam
Ekonomik başarısızlığın ve borç batağının bir diğer politik sonucu da Mısır’ın, tabii ki en başından itibaren darbenin bir numaralı finansal kaynağı olan Suudi sponsoruna daha da bağımlı hale gelmesi oldu. Suudi kralının Nisan 2016’da Mısır’ı ziyaret etmesi tam bir saçmalıktı. El-Sisi ve adamları kralın ve yanındakilerinin önünde eğildi ve onlara yalvardı; ancak Tiran ve Sanafir adalarının hediye olarak Suudi kralına verilmesi gerçekten hiçbirimizin beklemediği bir şeydi. Bu, rejimin tamamen iflas ettiğini ve biraz riyal ve dolar için kendi destekçileri arasında bile artık çok az olan politik meşruluğunun üzerine kumar oynayacağını gösteriyor. Şunu hatırlamalıyız ki darbe ve karşı devrim asıl olarak “Mısır’ı kurtar”, “teröre karşı savaş”, “hainleri yok et” gibi sloganlar ve benzeri başka histerik ifadeler yoluyla Mısır milliyetçiliğini, Mısır bayrağını ve Mısır’ın bağımsızlığını harekete geçiren bir propoganda kampanyasının üzerine kuruldu. Fakat Mısır’ın Tiran ve Sanafir adaları üzerindeki egemenlik hakkından vazgeçerek bu adaları Suudi Arabistan’a vermesi bu sloganların ne kadar boş olduğunu gösterdi ve el-Sisi’yi vatanseverlik ve ülkeyi korumak adına destekleyen herkesin bir şiddet sarmalının içine düşmesine neden oldu. Kendisi ulusal bağımsızlıktan vazgeçmişken el-Sisi’yi vatanseverlik gerekçesi ile nasıl destekleyebilirsiniz ki?
30 Haziran İttifakı’ndaki bölünmeler
2013 darbesi geniş bir politik ittifaka dayanıyordu. O zaman “30 Haziran İttifakı” olarak anılmasnın nedeni buydu. Liberalizmden milliyetçiliğe, solculardan selefilere ve aynı zamanda Mübarek’in partisi olan Ulusal Demokratik Parti’nin sol kanadına kadar farklı politik güçlerden oluşan geniş bir spektrumu kapsayan bu ittifak Mursi’nin başkanlığı zamanında da Kurtuluş Cephesi olarak adlandırılıyordu. Bu politik grup sadece darbeyi desteklemekle kalmadı, aynı zamanda, orduyu da destekledi ve yönetti, böylece birbirini izleyen katliamları, baskıyı ve tutuklamaları da desteklemiş oldu.
Bu geniş ittifak Müslüman Kardeşler ile ilgili yalanların ve askeri bir darbe pahasına da olsa başkan Mursi’den kurtulmanın gerekliliği üzerine kuruldu. Burada bu yalanlarla ya da orduyla kurulan bu ittifakın 25 Ocak devrimine ihanet etmek anlamına geldiği gerçeği ile tartışmayacağız ki bu ittifak Müslüman Kardeşlerin orduyla ittifak kurarak devrime ihanet etmesinden daha az tehlikeli ve önemli değildi.
Ancak burada vurgulamak istediğimiz nokta şu: Darbenin dördüncü yılına girdiğimiz şu günlerde Mısır’da politik durum darbenin ilk günlerinden oldukça farklı. Müslüman Kardeşler korkuluğu artık 30 Haziran ittifakını bir arada tutmaya yetmiyor ve rejimin tüm muhaliflere (Müslüman Kardeşler karşıtı güçlere karşı bile) yönelik baskısı, ekonomik başarısızlıkları, Suudi Arabistan’a bağımlı olması ve aynı zamanda İsrail ile açıktan ittifak kurması ve son olarak adalar ihaneti – tüm bu faktörler 30 Haziran ittifakından geriye kalanları da parçaladı. Bu parçalanma adaların Suudi Arabistan’a verilmesine karşı Nisan 2016’da yapılan protestoda ve aynı zamanda bu ittifakın parçası olan çeşitli liderler tarafından yapılan açıklamalarda açığa seriliyor.
Müslüman Kardeşler’in geri çekilişi
Darbenin üçüncü yılındaki en önemli gelişme, Müslüman Kardeşler’in kendisini zayıflamış, parçalanmış ve bölünmüş bir durumda bulması ve artık el-Sisi’ye karşı muhalefet edecek bir güç olarak etkisinin azalmasıydı. Karşı karşıya kaldığı şiddet ve baskı Müslüman Kardeşler’i büyük ölçüde zayıflattı ve parçaladı fakat aslında bunun tek nedeni şiddet ve baskı değildi. Müslüman Kardeşler’i Mursi’nin başkanlığı zamanında da paralize eden aynı iç çelişkiler ve hareketin gerici Selefi kanadının ağırlığının artması ve devlet kurumlarına verilen tavizler – özellikle orduya ve polise – darbeden ve birbirini izleyen baskı dalgalarından sonra da devam etti. Müslüman Kardeşler’in darbeye karşı çıkma stratejisinin başarısız olması ve rejime karşı etkili bir halk hareketini mobilize etma kapasitesinin olmaması örgüt içindeki çatlakları daha da büyüttü ve bunun sonucunda örgüt birbirine karşı ve birbiriyle rekabet halinde olan ve her biri Müslüman Kardeşler adına birbiriyle çelişen açıklamalar yapan hiziplere bölündü.
Dolayısıyla, halk kitleleri içindeki politik güçleri, Müslüman Kardeşler tehlikesi temelinde mobilize etmek artık etkinliğini yitirdi. Rejim içindeki tüm muhaliflere yöneltilen Müslüman Kardeşler’e ait olmak ya da onu desteklemek suçlaması artık hiç kimsenin inanmadığı saçma bir suçlamaya dönüştü. Rejim karşıtı muhalefetin korku borazanlığına karşı duyarlı olan ve harekete geçme isteği olmayan bölümleri artık lafını söyleme ve bir muhalefet hareketi inşa etme konusunda daha kendine güvenli.
İşçilerin, sendikaların ve politik protestonun yeniden yükselişi
Yukarıda anlatılanların tamamı, politika sahnesinde önemli bir gelişmeyi işaret eden geçen seneki büyük protesto hareketlerindeki ani artış bağlamında anlaşılmalı. Ağustos 2015’de binlerce kamu çalışanı ve işçi Sivil Devlet Memurları Kanunu’na karşı Gazeteciler Sendikası’nın önünde eylem yaptı. Kasım 2015’de yüzlerce üniversite mezunu, hükümetin iş vaatlerini yerine getirmemesini protesto etti ve güvenlik güçleri tarafından püskürtülmeden önce Tahrir Meydanı’na bile ulaşmayı başardı. Şubat 2016’da 10,000’den fazla doktor sendikalarının önünde toplanarak Mattaria hastanesinde çalışan meslektaşlarının maruz kaldığı polis saldırganlığını protesto etti ve ayrıca Darb al-Ahmar mahallesinin sakinleri bir taksi şoförünün polis tarafından öldürülmesini protesto etmek için Kahire’nin güvenlik müdürülüğünün önünde gösteri yaptı.
15 Nisan’da gerçekleşen protestolar ayrıca, önceki gösteriler ile karşılaştırıldıklarında, niteliksel bir değişime de işaret ediyordu. Önceki gösteriler daha kısmi ve sektöreldi, coğrafya ya da meslek ile sınırlıydı. Fakat 15 Nisan’da gerçekleşen gösteriler kelimenin her anlamıyla politikti. Örneğin adaların Suudi Arabistan’a verilmesine karşı muhalefet egemenlik, demokrasi ve ifade özgürlüğü arasında bağ kurdu. Bu muhalefet hareketi, sadece 6 Nisan hareketi, Masr al-Qawiya partisi ya da Devrimci Sosyalistler gibi devrimci hareketleri değil, aynı zamanda, Dustoor partisi, Mısır Demokratik partisi ve Karama partisi gibi 30 Haziran hareketine katılmış olan politik grupları da kapsayan geniş bir birleşik cephe tarafından inşa edildi. Rejimin, bu cepheyi Müslüman Kardeşler’in gençlik bölümlerinin de bu cepheye dahil olduğu gerekçesiyle karalama çabası başarısız oldu; yukarıda açıkladığım gibi gerçekten de Müslüman Kardeşler artık Mısır’da etkili bir aktör değil ve bu nedenle bu argümanlar artık politik hareketlerin gençlik bölümlerini ikna etmeye yetmiyor.
25 Nisan’ın bedelini herkes ödedi çünkü baskıcı güvenlik güçleri ve yargı, darbeye en başından beri karşı olan devrimci muhalefet ile yakın zamana kadar 30 Haziran ittifakının bir parçası olup şimdi darbeye karşı çıkanlar arasında bir ayırım yapmadı. Güvenlik güçleri tarihte ilk kez gazeteciler sendikasına saldırıp binanın içinde protesto eden gazetecileri tutuklayınca rejimin baskıcı tepkisi daha geniş bir hareketin ortaya çıkmasını engelledi. Bu olayın ardından gazetecilerin gerçekleştirdikleri protesto Mısır rejimine muhalefette bir diğer niteliksel değişime işaret ediyor.
Fakat gazetecilerin eylemi ve önceki gösteriler ve kamu çalışanlarının, doktorların ve işçilerin eylemleri geçen yıl yaşanan protesto dalgasındaki bazı zayıf noktaları ortaya çıkardı. Bunlardan birincisi, ister profesyonel kuruluşlardan olsun isterse de bağımsız işçi sendikalarından olsun sendika liderleri ve ayrıca mahallelerdeki halk hareketlerinin liderleri içindeki tereddüt ve bölünme. Bu tereddütlerin ve bölünmelerin bir dizi önemli sonucu oluyor.
Birincisi liderlerin, bu destek giderek azalsa bile hala rejimi destekleyen kesimler ile sadece belirli talepler etrafında olsa bile rejime karşı çıkmaya hazır kesimler arasında bir denge sağlama çabası.
İkinci faktör ise sendikaları daha radikal ve etkin bir pozisyon almaya zorlayacak bir taban baskısının zayıf olması. Böyle bir basıncın olabilmesi için devrimcilerin taban için örgütlü ve ısrarlı bir şekilde faaliyet sürdürmesi gerekiyor.
Üçüncü faktör ise, sendikaların ve liderliklerinin hareketi ileriye taşıyacak desteği, dayanışmayı ve basıncı göstermiyor olmaları. Örneğin bazı işçiler ve politik liderler gazetecilerle dayanışmak için inisiyatifler oluşturdular fakat bu inisiyatifler etkili olamadı ve belirli hedefler etrafında bütün kesimleri birleştirecek bir çerçeve yaratmayı başaramadı. Ayrıca bağımsız işçi sendikaları da bu konu etrafında dikkate değer bir duruş sergileyemedi.
Doğal olarak bu tereddüt ve bölünme, egemen elitin tabanı olmaktan sınırlı ve utangaç politik muhalefete geçmekte olan politik güçlerin karmaşık ve birbiriyle çelişen bir duruş sergiliyor oldukları şeklinde yansıdı. Bu durum kazanımların boyutunu ve hatta rejim üzerindeki basıncı büyük ölçüde sınırlıyor. Ayrıca bu, rejimin baskı ve tutuklamalar yoluyla hareketi akamete uğratabilmesini sağlıyor.
Tabanı örgütlemek
Bu makale, 3 Temmuz 2013 darbesinin üçüncü yılında yaşanan gelişmelerin analizine dayanan bir tedbirli iyimserlik çağrısıyla başladı. Bu yıl rejimin tepesindeki çatlakları gördük ve ekonomik politikaların başarısızlığına tanık olduk. Bu başarısızlık boğucu bir kriz ve fiyatlarda ve işsizlikte uzun süreli bir artışla sonuçlandı. Aynı zamanda polis şiddetine, rejimin ekonomik ve sosyal politikalarına ve demokrasi, ifade özgürlüğü ve ulusal egemenlik için protesto hareketlerinin önemli ölçüde arttığını gördük.
Fakat bu hareketler sadece bir başlangıç ve bu hareketlerin liderliği içinde büyük bir tereddüt ve harekete geçme konusunda bir bölünme var. Önümüzdeki yıl devrimci safları birleştirmeli ve ekonomi, demokrasi ve ulusal egemenlik ile ilgili mücadelelere etkin şekilde müdahil olmalarını sağlamalıyız. Ayrıca, 30 Haziran ittifakına dahil olmuş olsalar da olmasalar da rejimin mevcut politikalarına karşı çıkan herkesi kapsayacak birleşik cepheler inşa etmeliyiz. Rejimin, Müslüman Kardeşler korkuluğunu kullanarak dayattığı parçalanma durumu artık hiçbir şekilde mazur görülemez. Diktatörlüğe, olağanüstü hal yasalarına, politik tutuklamalara ve kamusal ve bireysel özgürlüklerin engellenmesine karşı çıkan herkes, el-Sisi ve onun generalleri ve işadamları tarafından zorla dayatılan kapitalist yoksullaştırma politikalarını reddeden ve Suudi Arabistan ve İsrail’e bağımlı olmayı reddeden herkes rejime karşı durmak için birleşmek zorunda.
Kendilerine sadece yoksulluk ve baskı öneren hükümetten meşru haklarını talep etmek için bir protesto gösterisi örgütleyen ve sadece bundan dolayı askeri mahkeme ile karşı karşıya kalan İskenderiye liman işçileriyle dayanışalım. Kurbanı oldukları başarısız, yozlaşmış, kayırmacı okul sistemine reddediyor olduklarını ve bu konudaki kızgınlıklarını ifade etmek için kendiliklerinden Tahrir Meydanı’na doğru yönelen devlet lisesi öğrencileriyle dayanışalım. Darbenin üçüncü yılının sonunda meydana gelen bu iki olayın yeni bir mücadele yılına girmemize vesile olmasını sağlayalım. Hep birlikte bu yılın Abdülfettah el-Sisi rejiminin sonunun başlangıcı olmasını sağlayalım.
Semih Necip
Not: Bu makale ilk olarak Mısır Devrimci Sosyalistler’in web sayfasında yayınlanmıştır.
İngilizce'den çeviren: Arife Köse