Türkiye tarihindeki her meşum olay Saatli Maarif Takvimi’nde yer almaz ama toplumun farklı kesimlerinin ve cemaatlerinin hafıza depolarında gizli veya açık bir şekilde hiç unutulmaz.
Darbeler, Dersim katliamı, Adnan Menderes’lerin, Deniz Gezmiş’lerin “idam” görüntüsü altında katledilmeleri, Hrant Dink, Medet Ünlü, Tahir Elçi cinayetleri, Maraş, Madımak ve Başbağlar katliamları bu tür günlerdir.
Ama toplumun bazı kesimleri her şeye rağmen karşılaşmayı, başkalarını duymayı öğrense de, bunu tecrübe ederek büyüse de; ne yazık ki, öte yanda, adeta gizli ve güçlü bir el başkalarını hissetmemek için duygularımızı erozyona uğratmak için tam kapasiteyle çalışıyor.
Bu tarihleri hatırlamak sadece ansiklopedik bir malûmat sahibi olmak için değildir. Öncelikle, hatırayı, hafızayı daha sonraki nesillere aktarmak ve bu vesileyle geçmişteki o meşum günleri bir daha yaşamamak için insani kapasitemizi geliştirmek içindir.
Ayrıca hatırlamak, toplumu yeniden kurmaktır; toplumun farklı fertlerine, gruplarına ve onların acılarına saygı duymaktır, onların yasına ortak olmaktır.
Ama belki de en önemlisi, toplumda eksiklik, hayal kırıklığı, yoksunluk ve acı miktarını azaltmaktır. Çünkü aynı toplumun içinde başkalarının iyileşmemiş yaralarının olması demek, toplumun genel ruh halinin bozuk olması demektir. Yani sorun sadece “onların” sorunu değildir; “bizim” de sorunumuzdur.
Tabii bütün bunlar, “bu toplum benimdir; başkasına da burada yer yoktur” demiyorsanız geçerlidir. Zaten böyle bir şey diyorsanız, muhtemelen başkaları da sizin için benzer şeyleri düşünüyordur. Ve o zaman toplum diye bir şey; millet, ulus gibi kavramlarla tanımladığımız “bir aradalık” durumu yoktur.
İşte “6-7 Eylül olayları” diye anılan ve Cumhuriyet tarihimizin karanlık sayfaları arasında yer alan meşum olaylar, 1955 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin “Müslüman olmayan vatandaşlarının” başına geldi.
Daha öncelerden beri süregelen, daha sonrasında da benzerleri gerçekleşen bu olaylar da hissedemeyen, dolayısıyla iyileşemeyen ruh halimize katkıda bulundu.
Görünüşte arsız kalabalıkların başrol oynadığı, azınlık mal ve mülklerinin talan edildiği, kadınlara tecavüz edildiği 6-7 Eylül olaylarını, bir tür derin devlet örgütlenmesi olan Özel Harp Dairesi ya da Seferberlik Tetkik Kurumu organize etmişti. O zamanlar bu organizasyonda görevli olan, sonrasında da MGK Genel Sekterliği de yapan Tuğgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun övünerek itiraf ettiği gibi “6-7 Eylül muhteşem bir organizasyon olarak amacına ulaşmıştı.”
Daha sonra birçok darbeyi organize ettikleri ve başarıya ulaştıkları gibi...
Yani 6-7 Eylül sadece azınlıklara yapılmamıştı. Bütün Türkiye’ye yapılmıştı ve o organizasyonun yaraları hâlâ açık bir şekilde duruyor...
Yirmibeşoğlu gibilerin operasyonlarının “muhteşem” olmasını sağlayan en önemli aktör medyaydı. “6-7 Eylül olayları” öncesinde sahibine sadık medya, yukarıdan verilen emir üzerine, “Atamızın evine bomba atıldı” diye manşet atarken, aslında “kaosa başlama vuruşunu” yapıyordu...
6-7 Eylül’ü yeteri kadar hissetmediğimiz için, bugün de birilerine sadık medyadan sağa sola mesajlar atılıyor. Ve gerçekten, Cumhurbaşkanı’nın da dediği gibi, at izi it izine karışıyor. “Çamur at izi kalsın” politikası, sahasına iz bırakmaya çalışanların sarıldığı bir usül haline geliyor.
Necip medyamızın makbul ortalarında uzman diye geçinen bir “yazar” da “CIA-Gülen-Fener bağlantısı ve 15 Temmuz’un gizli ortakları” başlıklı bir yazı yazmış...
6-7 Eylül’e denk düşen günlerde...
Ama yazının sonuna “Not ve uyarı” koyup, şu cümleleri yazmış: “Yazıdaki Fener Rum Patrikhanesi'nin 15 Temmuz darbesiyle bağlantısına ilişkin cümlelere kaynak oluşturan metin konusunda şüpheler ortaya çıktı.”
Madem “şüpheler ortaya çıktı”; neden o şüpheli satırları orada bırakır bir “yazar”? “İz bırakmak” ve “organizasyon” yapmaktan başka ne işe yarar bu tür satırlar?
Ferhat Kentel
(Bas Haber)