Patatesler, soğanlar, amiraller ve afişler - II

20.04.2021 - 10:13

Amiral bildirisi, geçtiğimiz hafta yedi amiralin daha evinde polis tarafından yapılan aramayla bir kez daha gündeme geldi. Söz konusu askerlerse gerisi teferruattır diyen ve askerlerin düşünce-gösteri ve ifade özgürlüğünü her şeyin üzerinde tutanların bir dizi iddiası vardı. AKP döneminde “bir süreç olarak faşizm” meselesini tartışanlar, emekli amirallerin düşünce özgürlüğünü tartışanlar ve emekli amiraller de darbe mi yaparmış diyenler, tartışmayı çok ciddi kavramlarla sulandırmayı başarmış vaziyetteler.

104 imzalı bildiriden bir darbe çıkmayacağını daha önce yazmıştım. Bu, yaptırım gücü olmayan bir uyarı olduğu için devlet gücünün bu askerler üzerinde baskı uygulamasının mazur görülebilecek hiçbir yanı yok. Fakat kurmay zekâsıyla övünülen bu askerlerin, bir darbeci geleneğin içinde şekillendiklerini unutmadan, fikir özgürlüğü tartışmasına atlamalarına da cevaz vermemek lazım. Kendilerinde muhtıra verme hakkı olduğunu düşünenlerin, bu haklarını sık sık kullananların, sınırları bulanık imzalı metinler yayınlamaları, bir demokrasi ve fikir özgürlüğü tartışmasının konusu değildir. 

Burada, “emekli” kavramı çok önemlidir. 

Sadece kurmay zekâları övülmemekte askerlerin, emekliliklerine de vurgu yapılmaktadır. Alttan alta siyasal iktidarın iğdiş ettiğini iddia ettikleri laikliğin de teminatı olan, imza metinleri bu teminatın ifadesi olan emekli askerlerin darbeci olduğuna kimin inanması bekleniyor! İddia bu!

Emekli ama çalışkan!

Ama emekliliğin darbecilik önünde engel oluşturmadığının çok sayıda kanıtı var. 27 Mayıs darbesinden sonra emekli edilen Talat Aydemir, birisi emekli olmadan hemen önce birisi emekli haliyle iki kez darbe girişimine bulaştı. 27 Mayıs darbesinin beyin takımı arasında yer alan Cemal Madanoğlu emekli bir general olmasına rağmen 9 Mart 1971 darbe girişiminin aktif elemanları arasındaydı. Daha yakınlardan bir örneği ise eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın emeklilik dönemi maceralarında görüyoruz. 2007 yılında Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını engellemek için o dönem kilit bir rolü olan Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu’ya kulis yapan, 28 Şubat darbesinin lideri emekli orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’dır.

Devlette devamlılık esastır, darbecilerde de öyle. Bir dönemin darbecilerinin fikirleri, hayalleri, arzuları ve yarım bıraktıkları, ama aslında üzerlerine vazife olmayan siyasi görevleri, sonraki kuşaklara emekli ve muvazzaf askerler tarafından aktarılır. Karadayı’nın 27 Nisan muhtırası sürecinde oynadığı rol, 28 Şubat darbesinin eksik kalan yanlarını tamamlamak için emeklilerle muvazzaflar arasındaki ilişkinin sürekli kılınmasını çok iyi özetliyor. Bir önceki dönem komutanınız olan, daima komutanınızdır! Sonsuz bir saygı duyarsınız, daha sonra, emekliliğinizde size de saygı duyulmasını garanti altına almanın yolu budur. Cumhuriyetin kurucu unsurunun komutanları olarak ayaklarınızın altına serilen olanaklar küçümsenmeyecek boyuttadır. Arabalar, korumalar, orduevleri, askeri konuk evleri. Doğrusu, laikliğin bu koruyucularının kurmay zekâlarını iktidarları dizginlemek için taktik geliştirecekleri bol zamanları ve olanakları var. “Deneyimlerini” yeni askeri kadrolara aktarmak için de. Emekli askerlerin bir askeri darbede rol oynayamayacağı iddiası, ne Türkiye’nin uzak yakın darbeler tarihiyle bağdaşıyor ne de askeri örgütlenme içinde emeklilerin muvazzafların yanı sıra sahip oldukları deneyim ve bu deneyimleri aktarabilecekleri kanalların zenginliğiyle. Sonuçta sözü edilen emekliler, askerler, yıllarını sağlık için mücadeleye harcamış emekli doktor, emekli hemşire veya emekli sağlık çalışanı değiller.

Akşam ola hayrola

Emekli amiraller ifadelerinde, bildirinin yayınlanacağı saati bilemediklerini ama gece yarısı yayınlanmasının gündemde olmadığını dile getirmişler. Gece yarısı bildirilerinde ürkütücü bir ton olagelmiştir her zaman. Muhtıracılar, darbeciler her nedense hava karardıktan sonra ellerini kollarını daha rahat hissediyorlar. Birisi dışında, 15 Temmuz darbe girişimi dâhil, askeri müdahaleler, muhtıralar hava karardıktan sonra gerçekleşiyor. İnsanları uykusunda yakalamak diye bir kararlılığı var muhtıracıların. 27 Mayıs bildirisi gece yarısı 4.36’da Türkeş tarafından okundu. 12 Mart muhtırası öğlen saatlerinde 13.00’te okundu. 12 Eylül’de darbe açıklaması gece yarısı 4.00’te yapıldı. 28 Şubat post modern darbesi zaten göstere göstere 9 saatlik MGK toplantısından sonra ilan edildi. MGK bildirisinde 4 temel madde vardı ve özetle şunları söylüyordu: Ordu laikliğin güvencesidir, hükümet ise anti- Atatürkçülüğün karşıtı olan uygulamaların odağı haline gelmiştir, MGK laik, sosyal ve demokratik düzenin bozulmasına göz yumulmayacağını Bakanlar Kurulu’na bildirmeye karar vermiştir! Hiç görmek istemeyen bile meselenin sadece bildiri yayınlama saatiyle alakalı olmadığını anlayabilir! 27 Nisan muhtırası 23.20’de verildi. 15 Temmuz darbe girişimi ise darbecilerin paniklemesi nedeniyle daha geç saatlerde planlanırken hava karardıktan sonra erken saatlerde gerçekleşti. Bu, 104 amiralin bildirisini darbe bildirisi yapmaz. Daha önce de söylediğim gibi bu zaten bir darbe bildirisi değil. Ama bir dizi alışkanlığın harekete geçmesinin ürünü olan bir girişim. Bu yüzden, insanların hiç hoş olmayan hatıralarının canlanmasının anlaşılır olması lazım.

Başka ama aynı

AKP döneminin tüm darbe girişimleri, her seferinde AKP liderliğinin eline arayıp da bulamadığı fırsatları verdi. Ordudan medet uman, askerin durumdan vazife çıkartıp attığı adımları ya da askeri vesayetin çeşitli kurumlarının müdahaleleri her seferinde iktidarın neoliberal politikaların üstünü örtme işlevini gördü.

Yıllar önce aktarmaya çalıştığım gibi, üstü örtülen gerçek mücadele başlıklarının neler olduğunu en net anlaşılır kılan örneklerden birisi, 2008 yılında yaşanmıştı. O dönem, AKP, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) alanında “reform” yapacağını ilan etti. Yasal düzenleme yaklaştığında, sağlık örgütleri ve sendikalar harekete geçti. Düzenlemeye karşı çıkan sendikalar sokaklarda yüz binlerce imza topladı. Tepkiye rağmen geri adım atmayan hükümete karşı gösteriler başladı. Gösteriler hızla kitleselleşti ve AKP iktidarı altında örneği hemen hiç görülmeyen bir adım atıldı. Türk-İş’e üye sendikalarla diğer sendikaların mücadelesi ortaklaşmaya başladı.

İzmir, Ankara ve İstanbul gibi şehirlerde on binlerce işçinin katıldığı eylemler gerçekleşir ve SSGSS yasasına karşı bir grevin örgütlenmesinden söz edilirken, eylemlerde AKP liderliği hızla teşhir olmaya başlamış, “Yalancı başbakan” sloganı sık sık atılır olmuşken, 14 Mart 2008’de Anayasa Mahkemesi’ne AKP’nin kapatılmasıyla ilgili iddianame ulaştı. SSGSS yasa tasarısına karşı mücadele o günden sonra hızla geriledi. Bir süre sonra herhangi bir eylemden söz edilemez hale geldi. Askeri vesayetin her bir adımı, daima, ezilenlerin mücadelesini, bir bıçağın peyniri doğraması gibi ikiye bölüyor. 

104 amiralin bildirisi, belki böylesine bir sokak hareketliliğini bölmüş değil ama sermayeye karşı, bu sermayenin dizginsiz ve arsız kâr güdüsünün kristalize olduğu iktidara karşı biriken öfkeyi, yoksul kitlelerin derinlerde şekillendirdiği kızgınlığı, şekillenmekte, örgütsel bir vücut kazanmakta zorlanan tepkisini allak bullak ediyor. Gündem sarsılıyor, netlik kayboluyor, iktidar ve sözcülüğünü yaptığı sermayeyle kitlelerin arasına görüntüyü bozan perdeler çekilmeye başlıyor. Şu çok açık ki AKP hükümetleri dönemi aynı zamanda AKP’ye karşı mücadelenin, darbeciler ve bu darbecilerin darbe yapmak niyetinde olmadığını savunan ulusalcı muhalefetin çarpıtması ve AKP saflarında gedik açılmasını engellemesinin tarihidir. 

Türk usûlü başkanlık rejimi o kadar büyük krizleri her yönde tetikledi ki amiraller bildirisi ve onun etrafında “benim askerim melektir” kampanyası yapan muhtıracık aklayıcılarının gündemi bölme ve karartma şansları yok. Bu sefer yapılan, biriken öfkeye, aynı anda milliyetçi, Kemalist ve şekilsiz bir laiklik sosuyla müdahale etmek için amiraller bildirisini, daha doğrusu iktidarın emeklilere karşı dozu yüksek müdahalesini kullanmaya çalışmaktır. 

Sonraki ve son yazıda günün sorununun biriken öfkenin nasıl ele alınacağı sorunu olduğunu ve 128 milyar dolar, patates, soğan sorununun konuyla bağını tartışmaya çalışacağım.

Şenol Karakaş

[email protected]

(Sosyalist İşçi)



Bültene kayıt ol