İstanbul’da 26 Eylül’de 5,8 büyüklüğünde gerçekleşen deprem bir süredir unutulan bir gerçeği hatırlattı. Ama aynı zamanda devletin nüfusu 20 milyona dayanmış İstanbul’da depremle ilgili hiçbir hazırlığı olmadığı gerçeğini de ortaya çıktı.
Depremin ardından yapılan açıklamalara göre, 1999 yılında meydana gelen ve yaklaşık 50 bin insanın hayatını kaybetmesine yol açan Gölcük ve Düzce depremlerinden sonraki geçen 20 yılda hiçbir şey yapılmamış. 1999 depreminden bugüne geçen zamanın tamamında İstanbul Belediyesi AKP’nin yönetimindeydi. 2002 yılından beri de siyasi iktidarda hep AKP hükümetleri oldu. Duble yollar, köprüler yapan, Kanal İstanbul gibi “çılgın projelere” imza atan belediye milyonlarca insanın can ve mal güvenliğini sağlamak adına elle tutulur hiçbir adım atmamış.
20 yıl önceki depremde iletişim alt yapısı çökmüş, haberleşmek imkânsız hale gelmiş, ulaşım yolları ve deprem toplanma alanlarının yetersizliği nedeniyle arama kurtarma çalışmaları yetersiz kalmıştı. 5,8’lik deprem sonrasında 470 toplanma alanının 77’e düştüğünü öğrendik. İçinde ilk yardım malzemeleri, arama, kurtarma ekipmanları, battaniye gibi acil müdahale anında bulunması gereken malzemelerden oluşan konteynırların sayısı ise bilinmiyor!
Binalar sağlam değil
1999 depreminden bugüne İstanbul’daki güvensiz yapı stoklarında kayda değer bir iyileşme sağlanamadı. Gayrimenkul Borsası (GABORAS)’ın İstanbul depremi sonrası zemin yapısı ve binaların yaşını inceleyerek yaptığı haritaya göre yaklaşık 429 bin konutta hem zemin, hem de yapılar riskli. Bu konutlarda 1 milyon 73 bin kişi yaşıyor. Ayrıca 1999 sonrası yapılan bazı binaların deprem şartnamesine uymadığı, yani denetlenmediği, konutlar dışında, bir dizi kamu binası, hastanesi ve okullar ve işyerlerinin de riskli olduğu ortaya çıktı.
1999 yılında Marmara ve Düzce’de meydana gelen depremde, fay hatları üzerinde, beton yapımında deniz kumu kullanmak dahil her türlü yapı güvenliği kurallarının ihlal edilerek inşa edilen binaların çökmesi nedeniyle on binlerce insan yaşamını kaybetti. O günlerde çok yaygın olarak kullanılan “deprem değil binalar öldürür” sözü de beklenen İstanbul depreminde asıl tehlikenin dayanıksız binalardan kaynaklandığını göstermekte.
Riskli binalarda yaşayanların güvenli binalara taşınması, tüm masrafların devlet tarafından karşılanması, tüm binaların ücretsiz bir şekilde devlet tarafından denetlenmesi, depremde hasar gören hastaneler, okullar dahil tüm kamu binalarının güçlendirilmesi milyonlarca insanın hayatta kalması için hemen atılması gereken adımlar.
Sermayenin deprem fırsatçılığı
Egemenler unuttuğumuzu düşünebilir ama o günlerde yaşananlar hala hafızalarımızda tazeliğini korumakta. İktidardaki DSP, ANAP ve MHP’den oluşan koalisyon hükümeti, on binlerce insanın öldüğü, binlercesinin kayıp olduğu depremi krizden çıkış için bir fırsata çevirdi. Emekçilerin emeklilik haklarını gasp eden “mezarda emeklilik” yasası bir gecede onaylandı. Emekçilere, sermaye lehine kaynak yaratmak adına “deprem vergisi”, “zorunlu deprem sigortası” gibi yeni soygun paketleri dayatıldı. Yurt dışından gelen yardımlar da patronlara dağıtıldı. Deprem sonrası ortaya çıkan korku ve panik atmosferi “kentsel dönüşüm” adı altında yeni rant alanlarının imara açılmasını kolaylaştırdı.
***
1999 Marmara depremi: afet değil cinayet!
1999 depreminde on binlerce insanı fay hatları değil, kar uğruna yapılan dayanıksız binalar öldürdü. Deprem öncesi alınmayan tedbirler, deprem sonrasında da alınmadı. Ordu, enkaz altında kalan insanları kürekleriyle, buldozerleriyle çıkarmak yerine, düzeni sağlamak üzere, tanklarıyla, silahlarıyla bölgeye gitti. Yetkililer hiçbir iş yapmadığı gibi, tek işleri emekçilerin seferberliğiyle ulaştırdıkları yardımları çöp dağlarına dönüştüren “kriz merkezleri” kurdular. Yaralıların her türlü tedavi hizmetlerine ücretsiz bir şekilde ulaşmalarını sağlamadılar. Her türlü sağlık yardımına erişimi kolaylaştırmadılar. Dışardan gelen kan bağışlarının “Türk kanına bulaşmaması” gerektiğini iddia eden MHP’li Sağlık Bakanı’nı hala hatırlıyoruz.
Tüm bu yaşananlar toplumun geniş kesimlerinde başta hükümet olmak üzere devletin tüm kurumlarına güveninin aşınmasına yol açtı.
İlk işleri “kamu düzeni”ni sağlamak
Depremde yaşananlar büyük çaplı bir felaket olduğunda bizi nasıl bir durumun beklediğinin ipuçlarını vermeye yeter. Nitekim son yaşanan depremin ardından ordu komutanları, içişleri bakanı, emniyet müdürleri, vali ve cumhurbaşkanı yardımcısı gibi üst düzey bürokratların bulunduğu AFAD toplantısında devlet binalarının, bankaların, AVM’lerin nasıl korunacağı, toplumsal olayların nasıl önleneceği, kısacası “kamu düzeni”nin nasıl sağlanacağı konuşulurken, milyonlarca insanın yaşamının korunması için yapılması gerekenler üzerine bilindik tekrarlardan öteye gidilmedi. Konuyla ilgili kamuoyuna yönelik yapılan tek tartışma Ekrem İmamoğlu’nun toplantıya çağrılıp, çağrılmamasıydı. İmamoğlu da “devlet terbiyesi” gereği bir açıklamada bulunmayacağını söyledi.
***
Mücadele yaşatır
İstanbul’da beklenen 7 ve üzerindeki şiddetli bir deprem karşısında ayakta kalamayacağı aşikar olan konutların, işyerlerinin ve kamu binalarının karşısında alacağımız bireysel tedbirler yetersiz. Deprem sonrasında da gerekli yardımların yapılması, yiyecek, barınma, sağlık gibi her türlü ihtiyacı karşılayacak bir düzenin kurulması için kolektif bir çabaya ihtiyacımız var. Böylesi kolektif bir harekete sahip tek sınıf işçi sınıfı. O nedenle işyeri merkezli bir mücadele hayati öneme sahip. Şimdiden işyerlerinde sendikaların depreme yönelik tedbir almaları ve hazırlık yapmaları için harekete geçmeliyiz. 2018 yılından beri yaşanan ekonomik krizin faturasını emekçilere ödeten saldırılar ortadayken, deprem tehlikesinin karşısında hükümetin adım atmasını sağlamak için emekçilerin birleşik mücadele vermekten başka bir yolu olmadığı çok açık.