Francis Fukuyama, Kimlik diye (pek kimse fark etmese de) göze batacak kadar sıkıcı isimli bir kitap yayımladı. 1992’de Tarihin Sonu ve Son İnsan kitabı çıktığında durum çok farklıydı.
Fukuyama neredeyse meşhurdu. 1989’da ABD Başkanı George HW Bush’un Dışişleri Bakanlığı’nda bakan yardımcısıyken “Tarihin sonu mu?” isimli bir makale yayımlamıştı.
ABD’nin Soğuk Savaş’ta Stalinist Rusya’ya karşı zaferinin liberal kapitalizmin komünizme karşı kati zaferine işaret ettiğini tartışıyordu. Dolayısıyla bu, tarihin sonuydu.
Fukuyama, büyük filozof G.W.F. Hegel’i takip ederek, tarihi rakip ideolojiler arasında bir mücadele olarak anlıyordu. Ona göre komünizm, kapitalizme meydan okuyabilecek son ilerici fikirler kümesiydi. Ancak, bir kere kaybetmişti, tarih artık bitmişti.
Fukuyama ABD Başkanı Ronald Reagan ve İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher tarafından ortaya konan kapitalist zafer gösterisinin sözcüsü olarak görülüyordu.
Bu asla tamamen adil değildi. Ünlü bir pasajında Fukuyama, “Tarihin sonu çok üzücü bir zaman olacak”, “ekonomik hesaplamalar, teknik problemlerin, doğaya ilişkin endişelerin bitmek bilmeyen çözümlenişi ve karmaşık tüketici taleplerinin tatmin edilmesi” diyerek derin düşüncelere dalıyordu.
Ancak kitapta argümanını detaylandırmaya başladığı yerde, devrimci Karl Marx çoktan önemini yitirmiş olarak ele alınıyordu.
1992’de Manchester’da Fukuyama ile kitabı üzerine bir tartışma yaptık. 200 dinleyici arasında kimse onu desteklemeye hazırlanmamıştı, onu isteksizce şunu demeye zorladılar: “Sanırım tarih Manchester’da henüz sona ermemiş”.
Aradan geçen on yıllarda tarih her yerde inatla hayatta olduğunu kanıtladı. Ve Fukuyama, Marx hakkındaki nağmesini değiştirdi. 1989’da şöyle yazıyordu: “Kuşkusuz, sınıf sorunu Batı’da gerçekten başarılı bir şekilde çözülmüştür”
“Modern Amerika’nın eşitlikçiliği, Marx tarafından tahayyül edilen sınıfsız toplumun asli kazanımını temsil etmektedir”.
Sınıfa dönüş
2016 civarı Fukuyama fikirlerinden şüpheye düşmeye başladı. Donald Trump’ın seçiminde, Financial Times gazetesine şöyle yazdı: “Sayısız endüstrileşmiş ve gelişmekte olan pazar ekonomisinde toplumsal sınıf, tek ve en önemli toplumsal yarılma hâline gelmiş gibi görünüyor.”
New Statesman’a son kitabını tanıtmak için verdiği bir röportajda daha da ileri gitti:
“Bu kavşakta, Karl Marx’ın söylediği belli şeyler doğru çıkıyor gibime geliyor” dedi ve ekledi: “Aşırı üretim krizlerinden söz etmişti… işçilerin yoksullaşacağından ve yetersiz talep olacağından”.
Ancak Fukuyama hâlâ orijinal makalesinin temel çerçevesine sadık kalıyor. Tarihin, Hegel’in “tanınma mücadelesi” dediği şey tarafından ilerletildiğini savunuyor. Bu, sadece ideolojik mücadelede değil aynı zamanda günümüzün kimlik politikalarında karşılığını buluyor.
Hegel’i pek çok yönden yanlış anlıyor olmasına rağmen Fukuyama, fikirleri belirleyici olarak görme konusunda onunla aynı hataya düşüyor.
Marx, bu bakış açısının fikirlerle iç içe geçmiş olan, toplumların ekonomik ilişkilerin yapısı ve üretken teknolojiler tarafından nasıl şekillendirildiğini hesaba katmakta başarısız olduğunu söylemişti.
Fukuyama politikayı yüzeysel bir şekilde ideolojik değişimler ve iktidar mücadeleleri olarak görüyor. 1989’da Marx’ı görmezden gelmeye zorunlu hissetmişti çünkü –yanlış bir biçimde- meşruiyetini onun fikirlerinden aldığını iddia eden rejimler çökmüştü.
Aradan geçen otuz yıl Marx’ın sınıf sömürüsü ve döngüsel krizlerle tanımlanan bir ekonomik sistem olarak kapitalizm eleştirisinin devam eden önemi konusunda acı bir ders verdi.
Ancak Fukuyama geriden geliyor, Marx’ın küçük parçalarını hiç değişmeyen bir teorik çerçeveye basitçe teyelliyor.
Bir zamanlar destek verdiği neoliberalizmden kaynaklanan acı çekme biçimlerinin bazı insanları, örneğin mültecileri suçlama yönünde cesaretlendirdiğini, yeterli bir şekilde kabul etmeden kimlik politikalarına odaklanıyor.
Mevcut tarihi anlamak isteyenlerin Marx ile başlamaları çok daha iyi olur.
Alex Callinicos
(Socialist Worker'daki İngilizce orijinalinden çeviren Can Irmak Özinanır)