Okuyan (ve Game of Thrones izleyen) bir işçi soruyor

04.06.2019 - 17:04

Bülent Somay, Game of Thrones finali etrafındaki tartışmaları ele aldı

Fantastik edebiyatın ve sinemanın (ve tabii bilimkurgunun da) büyük çoğunluğu, maddi üretim gerçeğinin reddi üzerine inşa edilir. Herhalde çok sıkıcı olduğu için… Bu sürekli olarak kaçtığımız bir şey değil mi zaten? Gündelik hayatın meşakkatli rutini, kapitalizmin 9-5 (hatta bazen daha da uzun) mesaisi, yapmaya zorlandığımız fakat kendimiz seçmişiz gibi yapmamız gereken bunaltıcı işler. Bütün bunlar maceradan, savaştan ve entrikadan başka bir şeyin üretilmediği fantastik hayal dünyasına sığınmamızın en önemli sebebi. Bir istisna hariç: macera ve savaş için silah ve zırh üretilmek zorundadır ve bu sebeple nadiren de olsa bir demirci ustasını veya Yüzüklerin Efendisi’ndeki Orkların büyük silah atölyelerini ziyaret ederiz.

Muhakkak ki istisnalar vardır: David Eddings’in Belgariad’ı bir çiftlikte başlar. Burada herkes tarlalarda veya başka bir üretici faaliyette, beşlemenin baş karakterleri Garion ve Polgara ise her daim mutfakta çalışmaktadır. Ursula Le Guin’in Yerdeniz’inin kahramanı Ged, büyücü (ve daha sonra Başbüyücü) olmadan önce Gont Adası’nda bir keçi çobanıdır. Üçüncü kitabın sonunda Gont’a geri dönüp büyü yetisini kaybederek sıradan bir işçi olur yeniden, fakat ana karakterlerden biri olmaya devam eder.

Bilimkurgu çok olmamakla beraber biraz daha farklıdır. Türün ilk örneklerinden H. G. Wells’in Zaman Makinesi’nde biçimsiz ve “habis” Morlockların çalıştığı büyük yeraltı üretim tesisleri ve buna karşın hiç çalışmayan saf, çocuksu ve kırsal Eloiler vardır, ki bu çelişki de hikâyenin temel metaforudur zaten. Bilimkurgunun sinema-TV alanındaki en iyi örneklerinden biri olan TV dizisi Battlestar Galactica’da, tamamen askeri olan Galactica’nın aksine, tümüyle üretime ayrılmış uzay gemileri görürüz; ama hepsi bundan ibaret.

Fantastik edebiyatta veya bilimkurguda sıradan çalışan insanlar yokmuş yahut önemsizmiş gibi görünür. Tabii ki natüralist veya mimetik edebiyat ve sinema için de bu geçerli olabilir, fakat konumuz bunlar değil. Daha da kötüsü, bu tarih anlatıları için de böyle. Brecht 1935’te meşhur “Okuyan Bir İşçi Soruyor” şiirini tam da böyle bir “tarih kavramsallaştırmasına” karşı yazmıştı:

Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?

Kitaplar yalnız kralların adını yazar.

Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?

Aynı şiirde Brecht’in fantastik edebiyat yazarlarına da söyleyecekleri vardır:

Atlantis’te, o masallar ülkesinde bile,

boğulurken insanlar bir gece yarısı,

bağırıp imdat istemişlerdi kölelerinden.

Halk sadece edilgen, daha ziyade tekil, devasa ve belirsiz bir tek özne olarak vardır fantastik edebiyatta: Kahraman zaman zaman onların adına düşünür, onlar adına harekete geçer, kararlar alır, savaşlar açar, kazanır ya da kaybeder. Ne kadar halkın hamiliğini yaparsa, biz de bu diğerkam kahramanı o kadar çok severiz. Gündelik hayatın sıkıcılığından hayal dünyasına kaçarmış gibi yaparken dahi, en bunaltıcı gerçeği yanımızda sürükleriz: İki tür insan vardır; konuşanlar, eyleme geçenler, önemli olanlar, yani eyleyen/kahramanlar ve adına konuşulanlar, adına davranılanlar ve iradesiz, şekilsiz bir kalabalık olmaları dışında bir anlam ifade etmeyenler. Bu kahramanlar o yığınların yaptıkları at arabalarını sürer, kılıçları kullanır. O yığınların inşa ettikleri binalarda, saraylarda otururlar, onların çalıştıkları bağlardan gelen şarapları içerler. Fakat bu sıradan insanlar, bu hikayelerde sadece kurtarılmayı bekleyen nesneler olarak gözükürler. “Kimden kurtarılmayı?” diye sormak gerekir mutlaka; bu sorunun cevabı da ‘antagonist’tir, ‘düşman’dır, ki bunlar da birer eyleyen/anti-kahraman, kahramanın ayna görüntüleridir.

Adil olmak gerekirse, fantastik edebiyatın ve bilimkurgunun en iyi örneklerinde kahraman ve antagonist arasındaki ayrım siyah-beyaz değildir; grinin pek çok tonu mevcuttur ve en iyi örneklerde çok daha karmaşık karakter gelişimlerine olanak tanıyan daha farklı renklere de yer vardır. Tolkien’in ana karakterleri (Frodo/Gollum, Gandalf/Saruman ve hatta kısa ömürlü Boromir) başlıca örnekleridir bunun. Fakat, kahraman/antagonist ve “sıradan” insan arasındaki ‘tartışılmaz’ ikiliğin eleştirel sorgulamaya tabi tutulması, ancak daha sonraki örneklerde, özellikle de Le Guin’de ortaya çıkar.

Çok övülen/yerilen ama her halükârda da merakla beklenilen Game of Thrones’un final sezonu, popülizm, siyaset biliminin, demokrasi, feminizm, çokkültürlülük gibi pek çok kavramı da içerecek şekilde günümüz siyasetine yönelik “derinlemesine” ve geniş bir yorum olarak “okundu”.

Her zamanki gibi neredeyse hiç kimse, bütün sekiz sezon ve sekiz senedeki 73 bölüm boyunca halkın nasıl ve hangi koşullar altında yaşadığının, çalıştığının, ne ürettiğinin gösterilmemesiyle ilgilenmedi. “Sıradan” insanları ya şiddetin “kurbanları” (Sekizinci sezon beşinci bölüm), yahut mücrimler (örn. Cersei’nin utanç yürüyüşü, beşinci sezon onuncu bölüm) olarak gördük. Gördüğümüz tek üretim, Ak Gezenleri öldürebilecek silahların imalatıydı ve buna dahil olan tek “ana karakter” de Gendry Baratheon’du; zaten o da dizinin sonunda Lord yapıldı, “piç” olduğu için yararlanamadığı baba mirasını devraldı, ömrünün sonuna kadar el emeğiyle çalışmaktan kurtarıldı. Entelektüel üretim dediğimizde akla gelen Samwell Tarly ise daima anti-entelektüel esprilerden ve aşağılamalardan mustaripti (özellikle en son sahnelerden birindeki en iğneleyici aşağılama hakkında daha sonra konuşacağız). Tabii ki o da sonunda Lord ve “Grandmaester” oldu.

Game of Thrones ve finali hakkında yeni okuduğum üç makale de eleştireldi ve muhtemelen Marksist/sosyalist bir bakış açısıyla yazılmışlardı. Fakat her ne kadar GoT siyasetiyle ilgili yorumda bulunsalar da hiçbiri üretim sürecinin ve bu sürecin aktörü olan emekçilerin dizide yansıtılmamasına değinmiyor. Bu makaleler Zeynep Tüfekçi’nin Scientific American’daki  “The Real Reason Fans Hate the Last Season of Game of Thrones” (Hayranların Game of Thrones’un son sezonundan nefret etmesinin gerçek sebebi), Slavoj Žižek’in The Independent’taki “Game of Thrones tapped into fears of revolution and political women – and left us no better off than before” (Game of Thrones devrim ve kadın siyaseti korkusuna girdi – ama her şeyi olduğu gibi bıraktı) ve Simon Guy’ın Socialist Review’daki The hollowing out of Game of Thrones” (Game of Thrones’ın içinin boşaltılması) adlı makaleleriydi.

Tüfekçi ve Guy ilk yedi sezonu övme ve son sezonu öncekilerden ayırma noktasındaki eleştiride hemfikirler. Tüfekçi’ye göre ilk yedi sezon ‘sosyolojik’ bir yaklaşımı temsil ediyor, hikâyeyi sosyolojik ve kurumsal bir bakış açısıyla anlatıyor, fakat bunun aksine son sezonda ‘psikolojik’ ve bireysel bir yaklaşım mevcut. Tartışmanın kendisine bir itirazım yok; terminolojisi hariç: alanı Psikososyal Çalışmalar olan biri olarak ‘psikoloji’ ve ‘sosyoloji’ arasında, sanki farklı ve çelişkili dünya görüşleriymişçesine yapay bir ikilik yaratmaya karşıyım. Tüfekçi bu yolla (muhtemelen istemeden), tam da eleştirdiği yapı tarafından damgalandığı şekliyle popüler/popülist/pop bir “psikoloji” anlayışını kabul ediyor, “sosyolojiyi” ise ait olmadığı bir yere, bir dünya görüşü statüsüne yükseltiyor. Seçtiği örnek Hitler üzerine:

Fazla şahsileşmiş hikâye anlatımı ve analiz bizim tarihi ve olayları derinlemesine anlamamıza izin vermez. Mesela sadece Hitler’in kişiliğini anlamamız bize faşizmin yükselişiyle ilgili pek bir şey anlatmaz.

Tabii ki bu önerme çok doğru, eğer anaakımın tanımlandığı şekliyle ‘psikolojiyi’ bireylerin kişilik özelliklerini ve davranış kalıplarını içinde yaşadıkları toplumsal ve kültürel ilişkiler ağından bağımsız biçimde araştırmak ve anlatmak olarak kullanırsak. Fakat başka bir “psikoloji” daha var; yani İtalyan ve Alman halklarının iki savaş arasındaki kitle psikolojisini incelemek de mümkün (mesela Reich’ın Faşizmin Kitle Psikolojisi’nde yapıldığı gibi). Antropoloji, Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları, Post-Kolonyal Çalışmalar, Marksizm ve psikanaliz arasındaki kesişmeler bize faşizmin yükselişiyle ilgili çok şey anlatır. Dahası, hiçbir sosyolojik yaklaşım tek başına, böyle bir psikoloji geleneğini dikkate almaksızın kitlelerin ve kurumların fonksiyonlarını ve dönüşümlerini açıklamakta yeterli değildir. Burada kabul edilen zorla tecrit edilmiş “bilimsel” disiplinler olarak sosyoloji ve psikoloji, günümüzün parçalanmış ve birbirine dokunmayan alanlara bölünmüş “bilimsellik” söylemi içinde, her iki disiplinin de kullanışsız ve faydasız olması sonucunu doğurur.  

Bununla beraber, kabul etmek lazım ki ilk yedi sezonla son sezon arasında tabii ki açık bir farklılık söz konusu. Fakat ben bu ayrımı Brechtçi terimlerle yorumlamayı tercih ederim: Fark ‘sosyolojik’ ile ‘psikolojik’ arasında değil, ‘Epik’ ile ‘(melo)Dramatik’ arasındadır. Ancak Brecht’in Epik-Diyalektik/Dramatik ayrımı birbirini dışlayan bir ikiliktense bir skala olarak görülmeli: GoT zaten tümüyle epik-diyalektik bir anlatı değildi ve tamamen saf bir melodrama da dönüşmedi. Sadece birinciden ikinciye doğru kaydı. Fakat bu kayış Simon Guy’un iddia ettiği kadar radikal olmayabilir:

Sınıflı toplumun ve sömürgeciliğin ilk sezonlara içkin olan radikal eleştirisi, yerini başlangıçtaki devrimci potansiyelden duyulan derin bir korkunun şekillendirdiği bireyselleşmiş bir psikoloji hikayesine bıraktı.

Kitapları (yayınlanmış olanları tabii) daha TV dizisinin çekilme fikri bile ortaya çıkmadan önce okumuş ve dizinin tamamını da izlemiş biri olarak, bence GoT’a “devrimci potansiyel”, “sınıflı toplumun ve sömürgeciliğin radikal bir eleştirisi” yakıştırmasını yapmak biraz aşırı yorum oluyor. Her ne kadar ilk sezonlarda, son sezonun aksine, en azından sanki-Brechtçi bir Verfremdungseffekt (Yadırgatma Etkisi) yaratılabilmiş olsa da, ana karakterlerde gözlenen ve seyircide basit duygusal tepkiler ve kolay katarsisler yaratan basitleştirilmiş, acele, açıklanmamış duygu ve davranış gelgitleri diziyi ele geçirdi. Ancak George R.R. Martin sınıflı toplumu kavrama ve yansıtabilme konusunda bir Brecht değil. Daha ziyade toplumsal adaletsizliğe, tahakküm için yapılan gereksiz savaşlara ve grotesk güç şehvetine karşı makul bir öfke duyan iyi bir fantastik edebiyat yazarı. Bunların hiçbiri de onu ‘devrimci’ yapmaya yeterli değil. Siyasi ideolojisi yüzeysel bir demokrasi savunusu ile aydınlanmış bir despotun gözetimde meritokratik bir nizam arzusu arasında gidip gelmekte; kendisinden daha fazlasını da bekleyemeyiz zaten. Tabii ki Martin dizinin tek “hakimi” değil. Prodüksiyonun her kademesine dahil olmakla beraber, dizinin hızla toparlanıp bitirilmesi noktasında son söz muhtemelen, devam ve türev dizileri yetiştirmek ve dizinin popülaritesini acilen paraya tahvil etmek gibi gayelerle acele eden HBO ve senaristlerdeydi (Weiss ve Benioff). Bu acele, Martin’in kendi yarattığı büyük epik kainata ideolojik açıdan pek de hakim olamamasıyla birleşince, dizinin son sezonunu pek çok izleyici için berbat etmiş oldu.

Žižek’in eleştirisi ise çok daha kapsamlı ve ideolojik açıdan çok daha ‘yüklü’. Stephen King’e referansla, hayranların dizinin sonuna kızmalarından ziyade bir sonu olmasına kızmaları iddiası, fantastik edebiyat ve film evrenlerinin açık-uçlu niteliğini göz önüne seren sağlam bir tartışma. Bu demek değil ki fantastik roman veya dizi hiç bitmemeli —her ne kadar bu imkansızı gerçekleştirmeye çalışan bazı fantastik ve bilimkurgu yazarları (Robert Jordan’ın Zaman Çarkı serisi bu yönde bir örnektir) olsa da. Bu daha ziyade, bir sonun veya çözümün evrenin açık-uçlu niteliğini bozmaması, seçeneklerin ortadan kaldırılmaması, ihtimallerin tükenmemesi ve bu sonun muhtemel yolları tam da bu sonla biten tek bir yola çıkarmaması demek. GoT’un bu son sezonunun yaptığı büyük ölçüde, fantastik evrenin açık-uçluluğuna saygıdan değil, ticari kaygılarla girişilebilecek devam prodüksiyonlarına açık kapı bırakmak için izin verilen ihtimaller hariç, aceleyle diziyi “toparlamak” oldu. Haliyle hayranlar diziye kızmakta haklılar, her ne kadar neye kızdıklarına tam olarak işaret edemeseler de.

Wagnerci bir tema olarak kadının iktidar arzusunun reddedilmesine yönelik eleştirisinde Žižek’e katılıyorum, biraz temkinle de olsa. Ancak burada da, hiç iktidar talebinde bulunmamasına rağmen bir noktada dünyayı kurtaracak kadar güce sahip olan, ama erkek veya kadın hiçbir siyasi iktidar tarafından kullanılmayı kabul etmeyen Arya karakterini öne çıkarmak gerekir. Öbür kadın karakterlerin aksine Arya asla hayatta kalmaya çalışan cici bir kız (Sansa), acımasız bir Makyavelist (ve belki de Wagner’in tarifine en uygun karakter olan Cersei) yahut doğum hakkına ve alın yazısına kör bir imanla bağlı olan ‘kader kurbanı’ (Daenerys) olmadı. Arya’ya en yakın kadın karakter sözde “erkekleştirilmiş” kadın şövalye Brienne of Tarth olabilir. Fakat Arya, Brienne’den bile kendisini ayırıyor; ikisi de son sezonda cinselliğe ilk adımlarını atıyorlar, ancak Brienne neredeyse bütün gücünü, erkeğinin ardından çaresizce ağlayarak ve eski boyun eğmez kişiliğini yeniden inşa etmek için hiçbir şey yapamayarak kaybediyor. Buna karşılık Arya kadın cinselliğini tanıyarak ve gerçekleştirerek güçleniyor. Bu haliyle de, başına buyruk/dişil gücü görünüşte “karanlığı” itibarıyla Jessica Jones’a benzese de, gücünü tahakküm için kullanmayan, her daim akıl hocaları ve yoldaşları yanında olan nihayetinde gücünü onu taşıyabilecek her kadınla paylaşan Buffy the Vampire Slayer karakterini daha çok andırıyor.

Žižek’in makalesinde hiç katılmadığım son nokta ise Daenerys’i ‘dizide yeni bir şey için, eski adaletsizliklerin olmadığı yeni bir dünya için savaşan tek toplumsal fail’ olarak göstermesi. Her ne kadar Žižekçi bir ustalıkla “adaletsizliklerin” önüne “eski” kelimesini koyarak Daenerys’in “yeni” dünyasında da adaletsizliklerin olacağının farkında olduğunu gösterse de Daenerys Targaryen’i önemli ve gerçek bir devrimci güç olarak gördüğü açık:

Daenerys’e sadık olanların çeşitliliğini göz ardı etmek olanaksız – komutanı siyahi, yeni hükümdarlar ise açıkça Nordik. Toplumsal statüsü ve ırkı fark etmeksizin herkes için daha fazla özgürlük talep eden radikal kraliçe yenildi, her şey eski haline döndü.

Daenerys’in “herkes için daha fazla özgürlük” istediğini köleleri serbest bırakmasını göz önüne alarak kabul edebiliriz belki. Ama unutmayalım ki bu, başka bir kıtada olmuştu! Bu kıtanın tümü üzerinde mutlak iktidar demek olan doğum hakkının peşine düştüğü Westeros’ta ise sistematik bir kölelik zaten yok. Yani soru artık şu: “toplumsal statüsü ve ırkı fark etmeksizin herkese daha fazla özgürlük” sağlamak için programı neydi Daenerys’in? Westeros demişken, bu kıtadaki herkesin beyaz olduğunu, o güne kadar hep dışlanmış olan Kuzeylilerin bile beyaz olduğunu unutmayalım. Kabul etmeli ki bu hatanın kaynağı Daenerys’den ziyade bütün bir kıtayı beyaz olarak tahayyül eden ve siyah ırkı “öteki” kıta olan Essos’a kısıtlayan Martin. Daenerys Lekesiz’leri özgürleştirirken bir Musa veya Martin Luther King Jr. değildi; onları  sahiplerinin emrinde köle-askerlerden kendisine fanatik bir şekilde bağlı bir paralı asker ordusuna dönüştürmek istiyordu sadece.

Özgürlüğün Daenerys için ne ifade ettiğini Jon Snow’a söylediği son sözlerden anlayabiliriz.

            Jon: Ya ‘iyinin’ ne olduğunu bildiğine inanan öbür insanlar?

           Daenerys: Onların bir seçenekleri yok.

Yani, Daenerys insanlar için “özgürlüğü”, neyin iyi olduğunu yalnızca kendisi “bilmek” koşuluyla istiyor. Eğer neyin “iyi” olduğu veya “iyi bir hayat”ın neye benzediği konusunda düşünmek, hayal etmek ve buna ulaşmak için çabalamak değilse, nedir ki ‘Özgürlük’? diye sormalı o zaman. Standart tartışma, Daenerys’in burada ‘halkı’ değil, diğer lordları, leydileri, üstatları, sözde kral ve kraliçeleri kastettiği yönündedir: ‘İyi’nin ne olduğu hakkında düşünebilenleri; sıradan insanları değil. Bu insanlar zaten hayatta kalmaktan fazlasını düşünecek halde değiller, bu hallerinde çok da “düşünmezler”, ya da neyin iyi olduğunu “bilmekle” uğraşamazlar; ta ki yeni savaş kapıya dayanana kadar. Bu durumda yine başka türlü bir hayatta kalma mücadelesiyle uğraşmak zorunda kalacaklar, ölmemeye ve kurtarıcılarının ejderhalarının alevinden kaçmaya çalışarak. Eğer nihayetinde yeni hükümdarları onlara biraz daha iyi bir hayat ve koşullar sunarsa, müteşekkir olmalılar. Bu tarifiyle ‘özgürlük’, kesinlikle seçkinlerin bir meşgalesidir.

Fantastik üzerinden geniş bir tur atarak sonunda tam da başladığımız noktaya, bugün herkesin konuştuğu popülizme geri döndük. Sezar’ın hakkını Sezar’a verelim, Žižek’in bundan haberi olmadığını söyleyemeyiz: “Daenerys yeni bir güçlü lider tipi, mağdurlar adına hareket eden ilerici bir bonapartist”.  Buradaki tartışma herhangi bir Bonapartist’in “mağdurlar adına” hareket edip edemeyeceği ya da öyle davranıyormuş gibi yapıp yapmayacağı olmalı haliyle; fakat bu çok daha uzun ve ayrıntılı bir konu.

Fakat Daenerys Targaryen’in, “seçkinlerin” neyin ‘iyi’ olduğuna karar verilmesi sürecine  katılmalarını engelleyerek “halkı özgür bırakması” tartışması, tam anlamıyla popülist bir tartışma (“sağ” ya da “sol” veya “gerici” ya da “ilerici” olması farketmez). Bunu tartışmasız kabul etmek ya da alelacele reddetmek de mümkün değil. GoT son bölümünde popülist tartışmayı “reddederek” pek çok alternatife kapı açıyor; bir tanesini dalga geçerek göz ardı ediyor (Samwell’in feodalizm koşullarında temsili demokrasi teklifi), eski düzene dönüşü reddediyor ve doğum hakkının ortadan kalktığı ve oligarşinin her kuşakta hükümdarı yeniden seçtiği bir çeşit Magna Carta’da karar kılıyor. Bunu yaparken “İmparatorluk” fikrini de bir kenara atıyor ve Kuzey bağımsız bir krallık oluyor. Sadece seçkinler arasındaki bu kısa tartışma dahi bize “Kraliçe” Daenerys’in bir kraliçe değil İmparatoriçe olmaya niyetlendiğini gösteriyor. Bu da şaşırtıcı değil: Muzaffer popülizm zaten her zaman İmparatorluğa varır; bu Sezarizm, Bonapartizm (birincisi muzaffer ve trajik ikincisi komik olmak üzere iki Bonaparte’ınki de), Stalinizm ve Nazizm gibi şekillerle vücut bulabilir.

Popülizmi iyisiyle kötüsüyle uzun uzun konuşmalıyız. Lehte veya aleyhte, bu tartışmanın hayatımızda ve teorik çabalarımızda bu kadar merkezi bir yer tutması ve bir televizyon dizisinin finalinde bile bunun onayından ya da reddinden başka bir şey göremememiz, meselenin sadece teorik veya siyasi olmadığının kanıtıdır. Bütün bu tartışma çoğumuzu duygusal olarak etkiliyor; bu duygu da esas olarak korku: Kaostan korkuyoruz, devrimin kargaşasından ödümüz kopuyor, kitlelerin istikametsiz (yahut yanlış istikametli) şiddetinden dehşete düşüyoruz. Kabul edin etmeyin, yüzyıllardır mahvettiğimiz gezegenin sonunda bizden intikam alması ihtimalinden çok korkuyoruz ve muazzam, koordine bir çaba olmaksızın bu durumu düzeltemeyeceğimizin farkındayız. Hepimiz Fransız Devrimi’ni izleyen Terör Dönemi’nde herkesin birbirini halkın coşkulu tezahüratları eşliğinde giyotine yolladığını okuduk. Rus Devrimi’nin, kurbanların bile kendilerini kurban etmekten suçlu olduğu bir Stalinist Diktatörlüğe dönüştüğünü gördük. Asya’da, Güney Amerika’da, Afrika’da kaç devrimin ve bağımsızlık savaşının öncekinden de beter diktatörlüklere, katliamlara, hatta bazılarının apaçık soykırımlara döndüğünü izledik. Sözlerimiz ne kadar radikal olsa da, hepimiz korkuyoruz ve bazılarımız, fantastik bir evrende dahi, içten içe de olsa, Lacan yanılıyor olsun diye, oralarda bir yerlerde bir “Büyük Öteki” olsun diye dua ediyoruz. Her şeyi bilen bir Filozof-Kral, otoriter fakat şefkatli ve yüce gönüllü bir Ulu Baba, bizim tavsiyelerimizi dinleyecek bir Aydınlanmış Despot, birisi olsun ne olur!

Žižek’in Daenerys’e sempatisi ve ona yaptığı bir nevi devrimci Aydınlanmış Despot yakıştırması da bu minvalde anlaşılabilir. Bu yakıştırma onun son dönemdeki (belki daha da eskiden beri süren) iyicil bir despot güdümündeki bir meritokrasiyi çaresizce kabulüyle (ironik de olsa en nihayetinde bir kabul) tutarlılık gösteriyor. Benim ise hala böyle bir Büyük Öteki’den ne bir beklentim ne de haddinden fazla bir korkum var. Ne olacaksa, bunu bizler yapacağız, popülistlerin yücelttiği ve pazarladığı “halk” ile birlikte değil (öyle bir halk yok zaten: Le peuple n’existe pas), başka bir halkla; bir birlik olarak tasavvur edilen halkla değil, bölünmüş, dağılmış, parçalanmış, farklı birimlerden oluşan bir halkla. Bu açıdan Monthy Python and the Holy Grail’deki Dennis’le aynı fikirdeyim:

Kral Arthur: […] Hepimiz Britanyalıyız; ben de sizin kralınızım

Yaşlı Kadın: Ya! Bir kralımız olduğunu bilmiyordum. Otonom bir kolektifte yaşadığımızı zannediyordum.

Dennis: Kendini kandırıyorsun sen. Bir diktatörlükte yaşıyoruz. Kendinden menkul bir otokraside, ve burada işçi sınıfı…

Yaşlı Kadın: Bak yine sınıf demeye başladı!

Dennis: Ama zaten her şey buna bağlı. Eğer sadece –

Bülent Somay 

(İngilizce orijinalinden çeviren Cem Aksoy)



Bültene kayıt ol