Avrupa raporu: Mülteci krizi – Avrupa Birliği krizi

18.09.2015 - 15:02
Memet Uludağ
Haberi paylaş

En başından söyleyelim: Avrupa Birliği (AB) mülteciler konusunda kafayı yemiş durumda.
 
14 Eylül günü AB içişleri ve adalet bakanları bir zirve toplantısı yaptı.

 Buna benzer toplantılar 2015’in başından beri devam ediyor. Toplantıdan çıkan sonuç kocaman bir hiç. Ne haftalardır dillerinden düşürmedikleri 160 bin mülteci kotası konusunda ne de genel politikalarda bir anlaşmaya varabildiler.
 
Oysaki bu topantı Avrupa Komisyonu tarafından 9 Eylül’de bir basın açıklaması ile duyurulmuş. Açıklamada ‘’AB  bakanları mülteci sorunun çözümünde kararlı  adımlar atmak için toplanıyor’’ denmişti. Devamında ise ‘’14 Eylül’deki toplantıda mülteci krizine yanıt  olarak detaylı ve kapsamlı bir çözüm paketi üzerinde anlaşmaya varılacağı’’ bildirilmekteydi. Kısacası 14 Eylül kritik bir tarih olacaktı.
 
Sonuçta elde var sıfır.
 
AB bakanları Brüksel’de hiçbir konuda anlaşamadılar. Ocak ayından beri devam eden laf kalabalığını ‘’kararlı adımlar’’ olarak duyuran Avrupa Komisyonu bir kere daha duvara tosladı. Ortada ne bir karar var, ne bir anlaşma ne de çözüme yönelik bir adım.
 
AB’nin kafadan salladığı bir rakamla 40 bin artı 120 bin, toplamda 160 bin olarak duyurduğu mülteci kotası krizde.
 
Avrupa Birliği krizde.
 
Filistin’i, Irak ve Afganistan işgallerinin yarattığı milyonlarca mülteciyi bir kenera bırakırsak, bugün yaşanan kriz yeni değil. Bu kriz 2011’de başladı. O dönemlerde Britanya ve ABD eski dost, yeni düşmanları Esad’a karşı operasyon fantazileri kurarken ve ABD uydusu devletler Suriye Devrimi’ni boğmaya girişmişken yüzbinlerce mülteci komşu ülkelere kaçmaya başladı. AB daha en başından mülteci krizini ve mültecilerin insani gereksinimlerini ve sığınma haklarını yok saydı.
 
Aylan’ın ölümüne sahte gözyaşları döken liderler 2014 yılında Akdeniz’de arama-kurtarma faaliyetlerine son vermişlerdi. Bunun doğrudan bir sonucu olarak 2015’in ilk aylarında yüzlerce mülteci boğularak öldü.
 
Giderek büyüyen bu krizde AB kendini ‘kurban’ ilan etti. Devleter İşi gücü bırakıp, mültecilerin neden kaçmak zorunda olduklarını umursamayıp, tüm enerjilerini Avrupa’ya gelişleri engellemek için harcadılar. 2015 başlarında yere göğe sığdıramadıkları 10 maddelik bir planı açıklamışlardı. Bu planın öncelikli amacı mültecilerin Avrupa’ya geçişini engellemek, Afrika ve Ortadoğu’da kalmalarını sağlamak ve böylece AB ülkelerine olabildiğince az sayıda mülteci almaktı.  Bu planda mültecilere insani-hukuki hiç bir yardım öngörülmemiş ve tüm hayaller mültecilerin bir gün gelmekten vazgeçecekleri üzerine kurulmuştu.
 
Akdeniz’de mülteci trafiğini engellemeye çalıştılar, Ege’de trafik başladı. Deniz trafiğini engellemek istediler, karadan geçişler arttı. Bir yandan yüzlerce mülteci ölmeye devam ederken bu plana yanıt Suriyeli bir mülteciden geldi:
 
“Hükümetler göçmen teknelerini bombalayarak batırsalar bile, bu durum göçmenlerin gelmesini engellemeyecek... Çünkü biz kaçaklar kaçtığımız yerlerde kendimizi  çoktan ölmüş varsayıyoruz...” (Abu Jana)
 
Kısacası, AB en başından beri mültecileri Avrupa’ya getiren araçları ve yolları ortadan kaldırmakla uğraştı. Oysaki meselenin özü nasıl ve hangi yollarla geldikleri değil, neden kaçtıkları, niçin Avrupa’ya gitmek zorunda oldukları ve niçin gitmeye devam edecekleri idi.
 
Yemen’de 2 milyona yakın insan mülteci konumuna düşme tehlikesi ile karşı karşıya. Avrupa ve ABD’nin onayı ve silahlarıyla Yemen’i bombalayan Suudi Arabistan’a AB liderlerinin sesi çıkmıyor.
 
Avrupa Birliği krizde.
 
Anlamsız ve hiç bir realiteye dayanmayan, mülteci merkezli değil AB’yi sözüm ona “korumak” amacıyla ortaya atılmış, dolayısı ile soruna hiç bir olumlu etki yapmayacak olan mülteci kota sistemi de krizde. Ölü doğdu. Ne mültecilere bir faydası var ne de sorunun çözümüne.
 
Şunun cevabını halen veremiyor AB ülkeleri: Kota dolduktan sonra 160.001. mülteci çocuğa ne diyecekler? Ölüme gönderip ardından zırlayacaklar mı? Ne de olsa Aylan’dan gelen bir pratikleri var: Ölüme terket arkasından da ağla.
 
Mülteciler konusunda bugüne kadar yaptıkları toplantıların hiç bir anlamı yok.
 
AB, toplamda alınacak ve üye ülkelere dağıtılacak mülteci sayısını açıklar açıklamaz birlik içerisinde çatlak sesler çıktı. Britanya, Macaristan, Danimarka, Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Romanya mülteci kabul etmeyeceklerini, bu sisteme dahil olmayacaklarını açıkladılar. Sisteme onay veren diğer ülkeler ise kendi aralarında bir yarışa girerek en uzun zamanda en az mülteciyi almanın derdine düştüler. Ortaya, nereden geldiği belli olmayan rakamlar atıldı. Ükelerin açıkladığı bu rakamların tek tek toplamı 160 bine ulaşmadı. Her devlet kendi milli çıkarlarını öne sürerek kendini haklı çıkarmaya çalıştı. Milliyetçilik ve milli çıkarlar  - yani zenginin varlığını koruma çabası -  birbiriyle anlaşamayan AB devletlerini karşı karşıya getirdi.
 
Mülteciler gelmeye, gelirken yolda ölmeye devam ediyor. Avrupa’ya geçmek zorundalar. Avrupa’da mülteci krizi derinleşiyor.
 
Kafayı sıyırmışlığın yeni bir hamlesi olarak AB ülkeleri sınırlarını tel örgülerle kapatmaya, sınırlara asker/polis yerleştirmeye ve kontrol noktları koymaya başladılar. Merkel’in gani gönüllülüğü de kısa sürdü ve Almanya Avusturya ile sınırını kapattı. Hollanda, Macaristan, Slovakya sınır geçişlerini engellemeye başladılar.  Sırbistan geri kalmadı ve o da sınırları kapattı. İsveç ve Polonya sınırlarını kapatmayı düşünüyorlar. Fransa’dan Britanya’ya geçişler engelleniyor.
 
Bütün bunlar olurken, mültecilere “kardeşim” diyen ama mültecilik statüsü vermeyen, öte yandan da AB’nin sınırdışı etme politikasına yardımcı olacak olan Geri Kabul anlaşmasını imzalamış AKP Hükümetinin tavrı giderek sertleşmiş ve mülteci düşmanlığına dönüşmüş durumda. Anlaşılan o ki geri gönderme merkezleri yakın gelecekte daha da faal bir hale gelecek. Mültecilerin Türkiyedeki koşulları giderek kötüleşiyor.
 
AB, komşu ülkeler, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde mülteci toplama kampları kurdurtmayı planlıyor. Bu mülteci krizinin ‘taşerona’ devredilmesidir.
 
Tel örgüler, asker-polis yığarak kapatılan sınırlar pratikte her sınır bölgesinde kendiliğinden oluşan mülteci kamplarını yarattı. Almanya’ya geçemeyenler Avusturya’da, Avusturya’ya geçemeyenler Macaristan, Çek Cumhuriyetinde, Macaristan’a geçemeyenler Sırbistan’da, Sırbistan’a geçemeyenler ise Yunanistan’da kalakaldılar. Şimdilik ne kolaylıkla ileri gidebiliyorlar ne de geri gitmek gibi bir seçenkleri var.  AB Balkanlar’ı orta ve batı Avrupa’ya bağlayan ana damar üzerindeki kara-tren yollarını ya tamamen ya da kısmen kapatmış durumda. Kimi yerde AB vatandaşlarının da kullandığı  kara trafiği durduruldu. 20 yıl sonra yeniden sınır kontrolleri başladı.
 
Bu, hem mültecilere karşı bir engelleme çabası hem de AB vatandaşlarının serbest dolaşım hakkına bir saldırıdır. Buradan başka politik sorunlar doğacaktır.
 
Şu anda Avrupa’da ortam çok gergin. Avrupa halklarının mültecilerle dayanışma-yardım duyguları devam ediyor ancak işin asıl kritik tarafı ortaya çıkan kaos ve siyasi kriz.
 
Çeşitli ülkelerdeki organize ırkçı-faşist güçler bu kaostan yararlanmak isteyecekler. Mülteci destek eylemlerinin yanı sıra ırkçı kıpırdanmalar da başladı. Özellikle ırkçı partilerin güçlü olduğu ülkelerde bu kıpırdanmaların aktif kitlesel eylemlere dönüşme riski çok büyük.
 
Sınırlarda biriken mülteci grupları polis-asker ve ırkçı grupların saldırısına ve provokasyonunan çok açık bir ortamdalar.
 
Irkçı medya giderek daha da fazla ‘mülteciler arasında bulunan IŞİD militanları’, ‘tehlikeli-öfkeli Müslüman-Arap gençler’ ve ‘sahte mülteciler’ propogandası yapıyor. Sahte fotoğraflarla beslenen ırkçı haberlerin sayısı arttı. Kısacası Avrupa’da herkes Aylan’a gözyaşı dökmedi, dökmüyor.
 
İslamofobik propoganda kullanılıyor. Sakallı Müslüman erkek ve başörtülü mülteci kadınların Avrupa kültürünü yok edeceğinden bahsediliyor.
 
Yıllardır derin bir ekonomik krizin vurduğu ve işsizlik, sosyal konut sorunu gibi pek çok hayati sorunla boğuşan Avrupa işçi sınıflarının gelişmelere nasıl bir tepki vereceği meselenin asıl belirleyici unsuru olacak.
 
Kendi halklarını krize kurban eden sağcı hükümetler yine bu krizi bahane ederek halkların mültecilere sırtını dönmesi için çabalıyor. Satır aralarında ‘’önce kendi vatandaşlarımızın sorunlarıyla ilgilenmeliyiz’’ diyorlar. Oysa ki yıllardır bu sorunları yaratan ve derinleştiren yine aynı hükümetlerdi. Bir yandan mültecilerin durumuna üzülen vatandaşlar diğer yandan da kendi ekonomik sorunlarından bahsediyor. Kalbi iyi duygularla dolu ama kafası karışık kitleler ırkçı propogandaya maruz kalıyorlar.
 
Çeşitli AB ülkelerinde yakın gelecekte seçimler var. Sağ partiler oy telaşı ile ırkçı-mülteci karşıtlığı çağrılara eğilip büküleceklerdir. Yükseliş gösterecek her aşırı sağ, ırkçı parti sokaktaki ırkçılığın cesaretini arttıracaktır.
 
Mülteci krizi giderek büyüyen bir kriz. Avrupa’nın pek çok ülkesinde binlerce gönüllünün, aktivistin yardım ve dayanışma kampanyaları, daha da önemlisi toplumların genel tavrının mültecilere yardım edilmesi yönünde olması ve ölü çocuk fotoğrafları hükümetleri bir süreliğine köşeye sıkıştırdı. Ancak geçen hafta sonu yaşanan ölümler, 20’ye yakın çocuğun boğulması ne medyada ne de hükümet çevrelerinde herhangi bir etki yaratmadı.
 
Artık mülteci krizi sadece mültecilerle sınırlı değil, Avrupa’nın siyasi atmosferini de belirleyen bir kriz. Bu kriz sadece mülteciler için bir ölüm-kalım meselesi değil Avrupa halkları için de bir yol ayrımı.
 
Ya, ırkçılık, aşırı sağ, sınırları tel örgülerle çevrilmiş, işçi sınıfının mültecileri bir sorun olarak gördüğü Avrupa, ya da ırkçılığa, mülteci düşmanlığına, savaşlara karşı mültecilerle yan yana duran Avrupa kazanacak.
 
Şimdilik ikincisi önde ama uzun vadede sonucu Avrupa halklarının tavrı, yani işçi sınıfı belirleyecek.
 
Sınırların açılması ve bütün mültecilerin alınması için mücadele eden sosyalistlerin görevi işte bu nedenle daha da önemli hale geliyor.

Memet Uludağ

@Memzers

Bültene kayıt ol