John Molyneux: 68 yolculuğum

31.05.2018 - 12:41
Haberi paylaş

1968'i İngiltere ve Fransa'da deneyimleyen John Molyneux, 68 hareketini anlatıyor. Molyneux, İrlanda'da bulunan Sosyalist İşçi Ağı'nın bir üyesi. Türkiye'de Marksizm ve Parti, Gerçek Marksist Gelenek Nedir? gibi kitapları ile tanınıyor. 

"Zamanların en iyisiydi! Zamanların en kötüsüydü!"

Hayır! Doğrusunu söylemek gerekirse 68, zamanların en iyisiydi - Dickens'tan çok Wordsworth'e yakındı ('Söktüğünde o şafak dünyada olmak ne büyük mutluluktu / ve ilahi bir nimetti genç olmak'). En azından benim için 1968'in o zaman -ve elli yıl sonra bugün- ifade ettiği anlam buydu.

"Tarihin bazı dönemlerinde, bütün bir nesle damgasını vuran bir yıl yaşanır. Sonrasında yalnızca bu yılın adını anmak, bu yılı yaşamış pek çok insanın zihninde sayısız imgeyi canlandırır. İşte 1968 de böyle bir yıldı. Dünyanın dört bir tarafında o 12 ay boyunca hayatlarının kökten değiştiğini hâlâ hisseden milyonlarca insan yaşıyor."

Chris Harman'ın Son Büyük Yangın: 1968 ve Sonrası başlığını taşıyan ve bu sıradışı yılı en iyi anlatan kitabı böyle açılır. Bu kitaptaki her bir kelimenin altına imzamı atabilirim. Şahsen '68 deneyimim, benden talep edilen bu yazının uzunluğunu fersah fersah aşacağından, bu inanılmaz yılın adı telaffuz edildiğinde zihnimde canlanan sayısız imgeden hareketle bir çerçeve sunmaya çalışacağım.

Sosyalist oluşum

O zamanları düşündüğümde aklıma düşen ilk imge Manhattan'ın varoş mahallesi Bowery. 1968 yılının başında Bowery'deydim. Üç haftalık bir gezi için New York'a gitmiş bir öğrenciydim, üstelik de oteldeki ilk gecemde soyulmuştum. Bunun üzerine Manhattan'dan Bowery'ye gidip geceliğine 1 dolar ödeyip kalabileceğim bir fakirhane aramaya koyuldum. Bir öğrenci olarak ilk kez burada sosyalist ve Marksist insanlarla karşılaştım. New York'ta şahit olduğum akıl almaz eşitsizlik -bir yanda büyük şirketlerin şehri saran gökdelenleri, Madison Caddesi, öte yanda ise itilmiş kakılmışların yuvalandığı Bowery- karşısında hem dehşet ve şaşkınlığa düşmüş, hem de henüz yeni temas ettiğim radikal fikirleri zihnimde ete kemiğe büründürmüştüm. Biraz da el yordamıyla, bu iki zıt kutbun aynı kapitalist madalyonun iki yüzü olduğunu, sonradan öğreneceğim üzere Marx'ın yabancılaşma derken anlatmak istediğinin tam da bu olduğunu kavradım. Kapitalizmin kabul edilemez olduğunu da o sırada fark ettim: ben bir sosyalist olacaktım.

Southampton'daki üniversiteme döndüğümde, kampüste faaliyet gösteren sol gruplarla haşır neşir oldum. Vietnam'la Dayanışma Kampanyası'na dâhil oldum ki bu da beni zihnimde canlanan ikinci imgeye götürüyor: Grosvenor Meydanı'nda Vietnam Savaşı'nı protesto edenlere saldıran atlı polisler. Southampton Üniversitesi'nden 10 kadar arkadaşımla birlikte Londra'daki savaş karşıtı eylemlere katılmak için bir minibüse atlayıp yola koyulmuştuk. Trafalgar Meydanı'na vardığımızda bütün alanın Vietnam bayrakları ile dolup taştığını gördük. Hem estetik, hem de politik olarak muhteşem bir görüntüydü. Bir dizi konuşmadan sonra onbinlerce eylemci ile birlikte Charing Cross yolu ve Oxford Sokağı'ndan geçip Mayfair'deki Grosvenor Meydanı'nda yer alan ABD Büyükelçiliğine doğru yürüyüşe geçtik.

South Adley Sokağı'nda polis meydana girişleri engellemek için barikat oluşturmuştu. Ama on ilâ yirmi bin kişi bu barikatı yarıp muzaffer bir hava içinde büyükelçiliğin önünde toplanmaya başladı. Büyükelçiliğe gireceğimizden korkan polis -ki kalabalağın böyle bir havası vardı- at sırtında göstericilere saldırmaya başladı. Bu benim katıldığım ilk büyük eylemdi, daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim. Kafasına tekme atılan bir eylemciyi görmek epey korkutucuydu. Ve fakat saldırıya karşı dimdik ayakta durup direnen göstericilere derin bir hayranlık duymuştum. Elbette medya olayı, marjinal görüşlü eylemcilerin taşkınlığı ve şiddeti diye resmetmişti. Açık ki medyanın aklına My Lai'deki dehşet verici şiddet, napalm bombaları ve Vietnam halkının maruz kaldığı öteki zulümler gelmemişti.

Paris yolculuğum

1968, birkaç günde bir dünyayı sarsan bir olayın vuku bulduğu bir zamandı. Mesela Martin Luther King 4 Nisan'da bir suikast sonucu yaşamını yitirmiş, bu olay Amerika Birleşik Devletleri'nde kitlesel şiddet olaylarını beraberinde getirmişti.

Benim aklıma gelen üçüncü imge ise, Paris'te kaldırım taşları ile kurulan bir barikat. Mayıs ayının başlarında Paris'in öğrenci bölgesi Latin Quarter'da öğrencilerin polisle çatıştığına dair haberler almaya başlamıştık. Protestoların ana başlıkları bölgedeki aşırı kalabalık nüfus, kız ve erkek öğrenci yurtlarına eşit erişim talebi ve elbette Vietnam Savaşı'ydı. Fransız toplum polisi CRS, acımasızlığıyla nam salmış bir güruhtu ve çatışmaların şiddeti had safhadaydı. "Barikatlar Gecesi" olarak adlandırılan 10 Mayıs'ta çatışmalar zirve noktasına ulaştı. Artık bölge halkı da öğrencilere destek olmak için sokaktaydı. Ardından 13 Mayıs'ta 10 milyon işçi öğrencilerle dayanışmak için genel greve gitti. Ben de Paris'e gitmeye karar verdim.

17 Mayıs gibi Paris'e vardığımda hayat tam anlamıyla durmuş, işçi sınıfı gücünü ortaya koymuştu. İşgal altındaki Sorbonne'a ulaştım. Çatışmalar sona ermişti fakat olayların izleri her yerdeydi. Barikatlar kurmak ve yeri geldiğinde polise fırlatmak için sökülmüş kocaman kaldırım taşlarından oluşan yığınlar göze çarpıyordu. Sorbonne'un bir bölümünde imkanlar dâhilinde kurulmuş revirde tedavi edilmiş, başları sarılmış yaralılar sokaklarda dolaşıyordu.

20 kadar insan ile birlikte işgal altındaki bir odada yerde uyuyup geceyi geçirdim. Odadaki insanlarla konuşunca, bunların hiçbirinin Sorbonne'da öğrenci olmadığını, mücadeleden aldıkları ilhamla direnişe katılan genç işçiler olduklarını şaşkınlıkla öğrendim. Çoğunlukla geride bırakılan birkaç haftalık süreçte nasıl bir bilinç artışı olduğunu, pasif bir şekilde sistemi kabul etmiş görünen yığınların nasıl isyana kalkıştığını konuşuyorlardı.

Bir sonraki gün Sorbonne'a çok uzak olmayan Odeon'a doğru yola koyuldum. Fransa'nın ulusal tiyatrosu Odeon, meşhur müdürü Jean Louis Barrault tarafından öğrencilere teslim edilmiş ve yirmi dört saat boyunca hararetli tartışmaların yaşandığı bir tür meclise dönüşmüştü. John Reed Dünyayı Sarsan On Gün'de, 1917 Rus Devrimi sırasında Petrograd'daki atmosferi şöyle tanımlar:

Sonra konuşma... Laf, bol bol laf... Carlyle'ın, "Fransız laf seli" dediği şey, bu konuşmaların yanında damla kalır. Konferanslar, tartışmalar, söylevler... Tiyatrolarda, sirklerde, okullarda, kulüplerde, sovyet toplantı salonlarında, sendika binalarında, garnizonlarda... C-cephelerdeki siperlerde, köy meydanlarında, fabrikalarda mitingler... Putilovski Zavod'un (Putilov Fabrikası) kırk bin işçisinin, Sosyal Demokratları, Sosyalist Devrimcileri, anarşistleri, anlatsınlar da ne anlatsınlar diye dinlemeye koştuklarını görmek müthiş bir şeydi! Petrograd'da olsun, bütün Rusya'da olsun, her sokak başı aylarca bir halk kürsüsü oldu. Trenlerde, tramvaylarda her zaman kendiliğinden bir tartışma ortaya çıkıveriyordu, her yerde...[1]

Odeon bu tartışma patlamasının -şüphesiz daha küçük ölçekli- bir tekrarı gibiydi. Buradan artık bir poster fabrikasına dönüşmüş bulunan École des Beaux Arts'a [Güzel Sanatlar Okulu] geçtim. Burada 1968'in ikonlaşmış serigrafi posterleri seri hâlde üretiliyor, sonra da Paris'in dört bir yanına asılıyordu. Burada üretilen çok sayıda bilindik imgeden bir tanesini seçtim. Bana göre bu, 1968 yılının Mayıs ayına gerçek önemini veren şeyi, yani işçilerin büyük genel grevini ve fabrika işgallerini en net şekilde gösteren poster. 1968'i hayranlık uyandırıcı ve ilham verici bir sokak gösterisinin ötesinde sistemi doğrudan tehdit eden gerçek bir ayaklanmaya, tam anlamıyla potansiyel bir devrime çeviren işte bu niteliğiydi.

Aşağıdan sosyalizm

Southampton'a döndüğümde üç konuda kafam netleşmişti: 1) Devrim mümkündü; 2) Devrimin faili işçi sınıfı olacaktı; 3) İşçi sınıfı içerisinde, Mayıs ayındaki grevlere karşı çıkan ve bu grevlerin bir an önce sonlandırılması için ellerinden geleni ardına koymayan reformist sendika temsilcilerinin ve eski Komünist partilerin liderliğini sorgulayacak bir devrimci örgüt inşa etmek gerekiyordu. Haziran ayında Tony Cliff Southampton'a gelmiş, burada dört-beş öğrencinin katıldığı bir toplantıda konuşmuştu. Söyledikleri aşağı yukarı bunlardı. Böylece Uluslararası Sosyalistler'e [Uluslararası Sosyalist Akım] katıldım.

1968'de bir sürü başka olay daha yaşandı fakat yer sınırlılıkları sebebiyle bunların üçüne değinebileceğim. 20 Ağustos'ta, ben Londra'ya döndükten sonra, Sovyet tankları Prag Baharı'nı bastırmak için Çekoslovakya'ya girdi. Yılın ilk aylarından itibaren Komünist reformcu Alexander Dubcek, liberalleşme ve "insani bir yüze sahip bir sosyalizm" inşa etme niyetini dile getiriyordu. Brejnev ve Sovyetler Birliği, buna yanaşmadı. Uluslararası Sosyalist Akım ve bazı başka gruplar derhal Rus Büyükelçiliği önünde bir eylem düzenledi. Bu eylem özellikle önemliydi çünkü Uluslararası Sosyalist Akım'ın "Ne Moskova Ne Washington" sloganının somut bir ifadesiydi. Ben ve beraberimdekiler için bu, anti-Stalinizmin ruhumuza işlemiş olduğunun bir göstergesiydi. İşgal uluslararası Komünist hareketi böldü. Bugün bile bazılarımızın Stalinistlerden bahsederken "Tankçılar" demesinin sebebi budur.

Yine 1968 yazında, Ekim ayında Londra'da yapılması planlanan geniş çaplı gösterinin örgütlenmesi için Vietnam'la Dayanışma Kampanyası'nın Leeds'te düzenlediği ulusal hazırlık toplantısına katıldım. Toplantı Leeds Üniversitesi'nde başladıysa da "kızıl korku" ile üniversiteden atıldık ve bir şekilde yakınlardaki Yorkshire Çayırına ulaştık. Bildiğim kadarıyla buradaki toplantıya ait bir fotoğraf bulunmuyor ama gözümü kapadığımda Chris Harman, Robin Blackburn ve Tarık Ali gibi bazı isimlerin alçak tepelerde yürüyüşün rotası üzerine tartıştıklarını görebiliyorum. Tabii bu tartışma kısa bir süre sonra köpekleri ve sopaları ile bizi tarlalarından kovan çiftçilerin gelmesiyle sona erdi. Bu hikâyeyi özellikle anlatıyorum çünkü bu 1968 yılı boyunca gördüğümüz o ele avuca sığmaz ve anlık örgütlenme pratiklerinin belirgin bir örneğidir. Ama işin daha ciddi tarafları da vardı. Uluslararası Sosyalist Akım'dan insanlar Vietnam gösterisinin şehrin Doğu Yakası'na ve İngiltere Bankası'na [Bank of England] yönelmesini ve bu sayede savaş karşıtı hareketle işçilerin kapitalizm karşıtı hareketi arasında bir bağ kurulmasını öneriyordu. Nihayetinde tartışmayı diğer kanat kazandı ve istikamet Hyde Park olarak belirlendi. Fakat benim izlenimim, Uluslararası Sosyalist Akım'ın bu tartışmada '68 kuşağının en parlak isimlerini kazandığı ve böylece 1969-74 yılları arasında yaşanacak büyük sanayi grevleri öncesinde hedefi işçi sınıfı ve fabrikalar olarak belirleme perspektifini kabul ettirdiği yönünde.

Siyah Gücü

Burada değineceğim son imge, diğerlerinin aksine şahsen parçası olduğum bir olaya ait değil. Ne var ki bu imge hiç şüphesiz dönemin simgesi haline gelmiştir. Bu, Tommy Smith ve John Carlos'un 12 Ekim tarihinde Meksika'da düzenlenen olimpiyatlar sırasında zafer kürsüsünde verdikleri Siyah Gücü selamıdır.

Bu muhteşem başkaldırı imgesi kendi içinde ikonik olduğu kadar, 1968 ve bütün bir tarihsel dönem boyunca Amerika'da Siyah Kurtuluş Hareketi'nin ulaştığı muazzam önemi göstermesi bakımından da simgeseldir. Yurttaş hakları hareketi, Martin Kuther King, Malcolm X ve Muhammed Ali, Siyah gücü ve devrimci Kara Panterler, Gramsci'nin sözleriyle ifade edecek olursak, 'çağın ideolojik panoramasını' dönüştürmüştür. İrlanda'nın Kuzeyi'nde Derry'de 5 Ekim tarihinde gerçekleştirilen büyük mitingde zirve noktasına ulaşan Yurttaş Hakları mücadelesine ilham veren de, hiç şüphesiz ABD'deki Yurttaş Hakları Hareketidir.

Irkçılık meselesi, 1968'in kalbinde yer alır. Yukarıda Martin Luther King suikastına değinmiştim, fakat 1968 aynı zamanda, Enoch Powell'ın Şubat ve Nisan aylarında yaptığı açıkça ırkçı 'kan nehirleri' konuşmalarına da tanıklık etmişti. Bu konuşmalar ırk ve göç meselesini İngiltere siyasetinin merkezine yerleştirdi. '68'de öğrenci lideri Danny Cohn-Bendit'i "Alman Yahudisi", "yabancı pisliği" gibi ifadelerle şeytanlaştırma girişimlerinde bulunuldu. Bu girişimler karşısında kitlesel tepkiler ortaya kondu ve insanlar "Hepimiz Alman Yahudisiyiz", "Hepimiz Yabancı Pislikleriyiz" diyerek yürüdü.

Devrimin gerekliliği

Son olarak, Mayıs ayından kalma bu posteri anımsıyorum. Uzun bir mücadelenin başlangıcı. Ben ve benim neslimden pek çok kişi için kesinlikle böyle. Ve 1968'de devrimci hareketlere katılan pek çoğumuz, bunca yıl boyunca güçlü kalmayı başardık. 1968'i görmüş biri olarak, "devrim mümkün değildir" diyemem. Elbette önemli olan, '68'in mirasını bugün yeni bir devrimciler nesline ilham ve malumat vermek için kullanmaktır. Mücadele sürüyor. Ve insanlığın bir geleceği olacaksa, devrim her zamankinden daha büyük bir ihtiyaç.

John Molyneux

(www.rebelnews.ie’deki İngilizce orijinalinden çeviren Melih Mol)

 


[1] İlgili paragrafın çevirisi için bkz. Reed, John (2011). Dünyayı Sarsan On Gün. Çev. Rasih Güran. İstanbul: Yordam Kitap.

Bültene kayıt ol