Gelişmelerin zamana yayılmasıyla tartışmaların, önerilerin ve bazı açıklamaların çarpıcılığı sıradanlaşıyor. Fakat Bahçeli’nin HDP’nin kapatılması için yaptığı konuşmaları1, HDP hakkında topladığı verileri savcılığa bir dosya olarak sunması, idam tartışmasını sık sık gündeme getirmesi, AYM’nin arada sırada demokrasiyi kollayan hamleleri karşısında bu kurumun miadını doldurduğunu iddia etmesi, Can Atalay kararı ile ilgili olarak AYM’yi “kara cübbeli işbirlikçileri”2 olarak nitelemesi, TTB’nin kapatılmasını savunması ve hatta “Türkiye Cumhuriyeti sandıkta kurulmamıştır. Türk tarihi sandıkta yazılmamıştır. Herkes aklını başına almalı”3 gibi demokrasinin bütün kırıntılarını tehdit ettiği de düşünüldüğünde, bu denli düşmanlaştırıcı bir siyasetten şimdi adeta barış elçisi gibi konuşmaya başlamasını iyi değerlendirmek gerekiyor.
Ekim ayından bugüne yaşananların Türkiye siyaset tarihinde çok önemli bir kırılma anına tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Bahçeli’nin, Abdullah Öcalan’ın TBMM’de DEM Parti grubunda konuşma yapıp örgütün feshi yönünde müdahalede bulunmasını talep etmesinden Abdullah Öcalan’ı örgütün kurucu lideri olarak tanımlamasına kadar bir dizi ciddiye alınması gereken argüman arka arkaya aktarıldığında yaşananları ‘yeni çözüm süreci’ olarak isimlendirmek mümkün görünüyor. Devlet Bahçeli’den bir süre sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan da benzer bir şekilde Bahçeli’yi destekleyen açıklamalar yapmaya başladı.4
Sonra süreç, ‘bu süreçten bir şey çıkmaz, demokrasi olmadan barış olmaz’ diyerek gelişmeleri ele almaya çalışanları sürekli çürüterek daha benzersiz bir hale ulaştı. Şubat ayında İmralı’ya gidip gelmeye başlayan DEM Parti heyeti İmralı›yı daha kalabalık bir grup olarak ziyarete gitti. Uzun süreli bir hazırlık yapıldı İmralı’da ve “Barış ve Demokratik Toplum çağrısı” adıyla Abdullah Öcalan tarafından hazırlanan bir metin kamuoyuyla paylaşıldı. İstanbul’da kamuoyuyla paylaşılan bu çağrıyı onlarca basın kuruluşu takip etti. Çok sayıda siyasetçi çağrının yapıldığı salonda toplandı. Çağrı hem Kürtçe hem Türkçe okundu ve okunduktan sonra salonda bulunan herkes ayağa kalktı, alkışladı. Elbette bu çağrıyı da önemsizleştirmeye çalışanlar oldu. Çağrının içeriğine dair, açıklamanın kof bir politik vurgular toplamı olduğunu söyleyenler de oldu. Ama hem Kürt halkı hem çözüm sürecinin sayısız muhatabı bu çağrıyı bambaşka bir şekilde ele aldı.
Bu çağrının muhtevası elbette çok çeşitli yönleriyle tartışılabilir. Fakat muhalefet içerisinde, hatta sol muhalefet içerisinde de etkili bir damar esas olarak hem sürecin kendisini hem de İmralı’dan yapılan çağrının teorik ve politik vurgularını önemsizleştirmeyi üzerine vazife almış durumda. Oysa çağrıda üç öğe öne çıkıyordu: Silahların bırakılması, örgütün feshi ve silahların bırakılması kararının tüm silahlı gruplar tarafından bağlayıcılığı. Çağrıyı eleştirenlerin görmezden geldiği ikinci nokta ise demokrasiye yapılan özel vurguydu. Silahların bırakılması ve fesih sürecinin ilerlemesi, siyasi hayata katılım ve demokrasinin sınırlarının, özgürlüklerin gelişmesiyle el ele gideceği. Dikkat çeken üçüncü noktaysa silahlı grupların vurgusu dışında İmralı çağrısının Suriye’ye yönelik hiçbir özel vurgu içermemiş olmasıydı.
Tıpkı bugünlerde Cumhurbaşkanıyla görüşen İmralı heyetinin yıpratılması çabalarında olduğu gibi o gün de İmralı açıklamasının yıpratılması için devreye girenler olmuştu. 22 Ekim’den beri Bahçeli’nin açık çağrısıyla yeni sürecin başladığı andan itibaren bu sürece karşı olanlar bazen açık açık bazen örtülü bir şekilde şüphelerini ifade edip fısıltı gazetesi aracılığıyla süreç aleyhinde propaganda yaptılar. Uzun bir süredir aynı iddia ile saldırıyorlar Kürtlere. Her seferinde Kürtlerin bir şeyleri sattığı propagandasını yapıyorlar. Her seçim öncesinde, ulusalcıların Kürtlere yönelik bu aşağılayıcı dili kullandığına tanık oluyoruz. Bu politika tarzı Kürt özgürlük mücadelesi üzerinde basınç yapmanın bir aracı ve çok açık ki Kürtlere yönelik nefretin bir yansıması.
Bu basınç, aynı zamanda bu sürecin neden başladığı konusundaki kafa karışıklığının ve Bahçeli’nin Öcalan’ı “Kurucu önder” olarak tanımlamasına neden olan gelişmelerin ne olduğu konusunda hiçbir fikre sahip olmamanın bir ürünü. İmralı’da yapılan görüşmede, Öcalan’ın “mesajın aktarılma yöntemine aldırmayın, esasa odaklanın” dediğini heyet daha sonra açıkladı. Yazılı metnin özünde demokrasiye, barışa, kimliklere, özgürlüğe, ifade özgürlüğüne yapılan güçlü vurgular vardı. Kaldı ki, Sırrı Süreyya Önder’in İmralı’dan iletilen çağrıyı okumasının hemen ardından seslendirdiği notta, “Bu perspektifi ortaya koyarken, şüphesiz pratikte silahların bırakılması ve PKK’nin kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir”5 deniyordu.
Bütün gelişmeler gözümüzün önünde yaşanırken muhalefetin çeşitli kesimlerinin sürece karşı çıkmasının temel bir nedeni var: Şovenist ya da kendilerini sol bir zeminde tanımladıkları ölçüde sosyal şovenist olmaları. Bu açıdan, Kürt meselesinde çözüm süreci tartışmasında aşırı sağcı çizgiyi de sol görünümlü sağcılığı da anlamak için ulusların kendi kaderini tayin hakkı perspektifine kısaca da olsa değinmek bir zorunluluk.
Emperyalizm ve ulusal çelişkilerin derinleşmesi
Alex Callinicos, Eric Hobswam’dan kapitalist üretim tarzının hâkim olduğu bütünleşik küresel bir ekonominin oluşması hakkındaki şu alıntıyı yapıyor: “Adımları, gelişmiş veya gelişmekte olan kapitalist merkez tarafından belirlenen bir dünya ekonomisinin ‘ileri olan’ın ‘geri olan’ üzerinde egemenlik kurduğu bir dünyaya, kısacası bir imparatorluk dünyasına dönüşme olasılığı çok fazlaydı.”6
İleri olanın geri olan üzerinde kurduğu egemenlik, emperyalizm koşullarındaki ulusal sorunları anlamak açısından anahtar görevi görüyor. Callinicos, Lenin’in emperyalizm teorisine yaptığı katkıyı da şöyle vurguluyor: “Lenin’in bu teoriye katkısı eşitsiz gelişim kavramı olmuştur. Kapitalizm her yerde eşit derecede büyümez: Bazı devletler ve bölgeler önden gider; bazıları arkada kalır. Bu eşitsizlik dünyadaki güç hiyerarşisini belirler. Fakat kapitalizmin eşitsiz gelişimi önde gelen devletler arasında gücü yeniden dağıtır. Bu, güç dengesinin, yeni çatışmalar yaratacak şekilde sürekli değiştiği anlamına gelir.”7
Kısacası, ileri olanın geri olan üzerindeki tahakkümü ama aynı zamanda ileri olanlar arasında sonu gelmeyen çelişkilerin hızla askeri bir boyut kazanması ve gücün, sermaye birikiminin temel dinamikleri nedeniyle sürekli yeniden dağılması, ulusal çelişkilerin ve ezilmişliklerin de sürekli yeniden şekillendiğini gösterir. Ulusal sorunlar hem emperyalist hem de alt emperyalist/bölgesel güç merkezleri olan ülkelerin müdahaleleriyle güncelliğini korur.
Ulusal sorun, milliyetçilik tartışmasıyla beraber ele alınmak zorunda. Emperyalizmin çelişkilerini derinleştirdiği farklı uluslar, milliyetçi ideoloji sayesinde gerçekleri gizleyebiliyor. Tüm devlet yöneticilerinin ve egemen sınıfların ısrarla unutturmaya çalıştığı gerçek, milletlerin aklımızın ermeyeceği kadar eski tarihlerde değil, insanlık tarihinin çok yeni bir evresinde oluştuğudur. John Molyneux bunu “Milliyetçiliğin genel eğilimi “ulusun” tarihini hatırlanamayacak kadar eskilere götürmek, böylece onu doğallaştırmak ve meşrulaştırmaktır” diyerek açıklıyor.8 Her egemen sınıf bu yalanı, kendi “ulusunun” tarihi üstünlüğüne dair mitlerle pekiştirir ve bu ‘hayali cemaatler’ sanki gerçekmiş gibi hareket edilir. Egemen sınıfın ayrıcalıklarını koruyan her devlet, tüm çelişki ve farklılıkları bir millet kavramı içinde eritebilen ortak çıkarların temsilcisi gibi anlatılır. Resmi tarih, bu anlatının incelikle ya da zaman zaman kabaca işlendiği bir büyük yalanlar tarihidir.
Gerçekten de var olan bazı ortak ulusal çıkarların, tarihi anlamak açısından önemli bir ağırlığı yok. Fakat toplumsal sınıfların bir ve aynı çıkarlara sahip olduğu ideolojisi ne kadar yanlışsa, uluslar tartışmasında ezilen ulusların varlığını önemsizleştirmek de o kadar vahim bir hatadır. Türkiye’de Kürt sorununda koyu bir sol milliyetçiliğe büyük devrimcilerden birisine yaslanarak alan açmayı düşünenlerin genellikle ilk sığınakları Rosa Luxemburg’un ulusal sorun konusunda Lenin’le yaptığı tartışmalar oluyor. Oysa Rosa Luxemburg böyle bir eğilime alan açacak tek bir vurguya bile sahip değil. Lenin’le tartışmasında, Luxemburg, bir ezilen halkın sosyalisti olarak tartışıyordu. Rus bir sosyalistle Polonyalı bir sosyalist tartışırken Lenin bu tartışmada Çarlık rejiminin Polonya’ya kan kusturduğunu bilerek davranıyor ve Luxemburg’un enternasyonalist görüşlerini saygıyla karşılıyordu. Luxemburg, ulusların kendi kaderini tayin hakkının birleşik bir Rusya-Polonya ekonomik zemininde mümkün olmadığını iddia ediyor, Marx ve Engels’in Avrupa’daki ulusal hareketlere ilişkin yaklaşımlarının artık savunulamaz duruma gelmiş olduğuna dikkat çekiyordu. Marx ve Engels için Çarlık rejimi, gericiliğin kalesi idi ve ulusal hareketler Çarlığa karşı ilerici bir rol oynuyorlardı.9
Lenin de ulusal hareketlerin işçi sınıfı hareketiyle birleşmesi durumunda çok önemli bir dinamik yakalayacağını düşünüyordu. Polonya’nın altın zincirlerle Rusya’ya bağlanmış olduğunu söyleyen Luxemburg, Polonya işçi sınıfı da dahil “Polonya’da Polonya’nın yeniden inşasından hem çıkarı olan hem de bunu başarabilecek güçte olan bir sınıfın mevcut olmadığını açıkça göstermiş bulunuyor”10 demişti. Polonya tartışmasını hızla genelleştiren Luxemburg sosyalistlerin ulusal bağımsızlık sloganını savunamayacağını iddia etti. Bu tartışmada Luxemburg’un esas hedefi Polonya muhalefeti içindeki şovenistlerdi. Milliyetçi ve işçi sınıfının mücadele içinde birleşik şekillenmesine düşman olan bu muhalefetle tartışırken enternasyonalist bir politik tutumu güçlendirmeye çalışan Luxemburg, tartışmayı genelleştirip ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini sosyalistlerin lügatinden çıkartmak için adım attığında radikal ölçüde sol bir tutumu benimsemiş oluyordu. Lenin, Luxemburg ve Polonyalı sosyalistlerle dikkatli bir dille tartışırken, onun sol fikirlerine güçlü yanıtlar veriyordu. Ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmayan Rus sosyalistleriyle ise çok daha sert bir üslupla tartışıyordu.
Diğer ulusları ezen bir ulus özgür olabilir mi? Hayır, olamaz. Büyük Rus halkının özgürlüğünün çıkarları böyle bir baskıya karşı mücadele etmeyi gerektirir. Ezilen ulus hareketlerinin bastırılmasının yüzyılları bulan uzun tarihi, ve yüksek sınıfların böyle bir baskının yararına giriştikleri sistematik propaganda, Büyük Rus halkının kendi özgürlük davasının önünde, önyargılar, vb. biçimine bürünmüş muazzam engeller yaratmıştır.11
Lenin, bu yaklaşımı hem emperyalizm analizine hem de Çarlık rejiminin niteliğine dayandırıyordu ve “her zaman ezen ulusların tümüyle gerici olan milliyetçiliği ile içinde demokratik ve ilerici bir unsur barındıran ezilen ulusların milliyetçiliği arasında ayrım yapılmasının gerekli olduğunda”12ısrar ediyordu13.
Bu tartışmayı, alt emperyalist güçler açısından da aynı şekilde ele almak zorundayız. Yeni sermaye birikim merkezlerinin 20. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmaya başlamasıyla beraber egemen sınıfları Batı emperyalizminin basit müşterileri veya kompradorları olarak görmemek gerekiyor.14 Aksine, kendi sınıfsal çıkarları için merkezi emperyalist güçlerle ve kendi ekonomik ve askeri pozisyonundaki diğer bölgesel güçlerle sert rekabete girebilen bu ülkeler, ulusal sorunları daha da derinleştirdi.
Bu derinlikte kaybolanlar, ezen ulusun sosyalistleri olmalarına rağmen, ezilen ulusun sosyalistleri gibi cüretkâr tartışmalara girmeyi ve Kürt sosyalistlere, devrimcilere akıl vermeyi sürdürdüler. Gözden kaçırdıkları ya da görmezden geldikleri ise emperyalizmin günümüzde derinleştirdiği jeopolitik felaketler, aşırı sağ ve milliyetçi propagandanın etkisi ve bölgesel güçlerin özellikle Ortadoğu’da etkin olduğu koşullarda gündeme gelen yeni çözüm sürecinin Kürt halkı açısından ifade ettikleriydi. Kürtler ne yaparsa yapsın beğenmeyen bir eğilim, yeni çözüm sürecinin arka planını da kavramaktan uzak görünüyor.
Devlet Bahçeli’nin ısrarı
Bahçeli, yeni çözüm sürecinde şaşırtıcı bir şekilde ısrar ediyor. Bu ısrarın arkasında yatan dinamiği kavramak zorundayız. Bu kavrandığında, kendimizi neden ansızın adına yeni bir çözüm süreci diyebildiğimiz gelişmelerin içinde bulduğumuzu da anlayabiliriz. Hayatı Türkiye ile başlayıp Türkiye ile bitirenler, yeni çözüm sürecinin başlamasına dair de Türkiye’yi merkez alarak açıklamalar yapıyorlar. Oysa bu sürecin asli nedeni, Suriye ve bölgede yaşanan gelişmelere yönelik ön alma çabasıdır. Bu konudaki gelişmeler hakkında Ekim ayında şu yorumu yapıyordum:
Son iki ayda, İsrail şımarık bir zengin çocuğu gibi her türden terör yöntemini, suikastları, uzaktan çağrı cihazlarını patlatma yöntemlerini, çadırlarda kalan insanları yakmayı, Hizbullah ve Hamas liderlerini özel olarak örgütlenmiş saldırılarla öldürmeyi işgal politikalarının bir parçası olarak geliştirirken aynı anda Lübnan, Suriye ve İran’la bir savaş gerilimini inşa ediyor. Çatışmanın çapının yayılması hem bölge ülkelerin bütününü hem de tüm dünyayı sarmalama ihtimali olan başka bir savaşın İsrail’in Gazze soykırımının üzerine oturması ihtimali tüm ülkeleri bu ihtimale göre hazırlanmaya zorluyor.15
Suriye’de yaşanan gelişmeler Gazze’yi geride bıraktı. Aralık ayında Esad rejimi devrildi. Türkiye’nin yeni çözüm sürecine neden hız kazandırdığı daha da belirginleşti. Türkiye’de devletin temel sorunu, Suriye’de Kürtlerin elde ettiği özerkliği Türkiye aleyhine olacak bir şekilde genişletmesiydi. Buna Trump’ın yeniden ABD başkanlığını kazanmasının yaratacağı kargaşayı da eklediğimizde, Erdoğan ve Bahçeli’nin başlattığı sürecin aynı anda birkaç hedefi birden olduğu daha da anlaşılır oldu: Ortadoğu’da gelişmekte olan kasırganın etkisini azaltmak, bu etkinin azalması için Türkiye’de Kürt meselesinde ılımlı bir iklimi inşa etmek ve başarılabilirse iç sahada bu düzenlemelerin ardından Türkiye dışında güçlenip yeni fırsatları değerlendirmek. Bu, devletin, 2024’ün Ekim ayından beri odaklandığı bir hedef.
Bu odaklanma özellikle Bahçeli’nin çıkışlarında çok net bir şekilde gürlüyor. MHP gibi “özel yetenekleri” olan bir partinin böylesi bir süreçte bu kadar belirleyici bir rol oynaması, MHP ile devlet arasındaki bağlar, bu partinin kadrolaşma düzeyi ve siyasi alanda ani çıkışlarla yön belirleme potansiyeli göz önüne alındığında, devletin merkezlerinde küresel ve bölgesel gelişmelerin yaratacağı tsunamiden dolayı çok ciddi bir kaygının yükseldiğini söyleyebiliriz.
MHP tüm benzeri partiler gibi devletle ikili bir örgütsel ve politik ilişki kuruyor. Öncelikle, devletin faşist bir temelde dönüşmesine kadar, sahte bir antikapitalist vurguya sahip çıkarak da mevcut devletin varlığına, politikalarına ve uygulamalarına en sağ, en milliyetçi, en bürokratik ve antidemokratik öğeleriyle birlikte sahip çıkıyor.16 Hem devletin mevcut çıkarlarını koruyor hem de bu son derece milli çıkarları gerçekten koruyacak olanın koyu totaliter bir devlet örgütlenmesi olduğunun propagandasını yapıyor. Bu, Bahçeli’nin nezdinde, devlet içinde azımsanmayacak bir topluluğun ve hatta ana karar alıcıların Kürt meselesinde adım atmayı bir ölçüde beka sorunu olarak kodladıkları anlamına gelir. Bölgesel gelişmelerin iç sosyal dokuda fay hatlarını parçalayacak bir etki yaratmasının önüne geçilmek isteniyor.17
İktidarın bakış açısı bu şekilde değerlendirildiğinde, sosyalistlerin yapması gereken tartışmalar da bu açıya göre şekillenecektir. Güncel tartışmalara yakından bakmadan önce sosyal şovenistlerin neden milliyetçiliğin cazip ve konforlu sularında boğulduklarını anlamak için Marx’ın İrlanda sorunu etrafında yaptığı analizlerin iki temel direğini özetleyen Michael Löwy’nin özetine bakabiliriz:
Marx böylelikle, Lenin’in kendi kaderini tayin hakkı teorisinin temeli haline gelecek iki kavram oluşturmaktaydı: 1. Bir başka ulusu ezen ulus özgür olarak görülemez, (…) 2. Ezilen ulusların özgürleşmesi hakim ulus bünyesinde sosyalist devrimin ön koşullarından biridir. Bugün bu yaklaşım hala önemini ve geçerliliğini korumaktadır ve Marksizmin teorik açıdan gelişmesi ve zenginleşmesi için mutlaka gerekli bir ana önerme olarak yer etmiştir. Bu yöntemsel yaklaşım ne tarihsel determinizmin ne de Avrupa-merkezciliğin izini taşır, ama enternasyonalizme inananlar için yeri doldurulmaz bir pusula sunar. Eğer Fransa›da Yeni-Kaledonya kaynaklarının, İsrail’de Filistinlilerin, Eski Yugoslavya’da Kosova Arnavutlarının, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını desteklemiyorsak, kendimizi Marksist olarak algılayamayız.18
Elbette, İmralı açıklamasını, DEM Parti kadrolarını ve Kürtlerin politik mücadelesini küçümseyenlerin kendilerini Marksist olarak algılamak gibi bir sorunları yok. Tartıştıklarımız, AKP’li yıllarda derinleşen siyasal kutuplaşmanın laik kanadından olmayı yeterli gören Kemalistler ve Kemalizm’i överek komünist bir parti kuracağını sananların etki alanındaki milliyetçiler.
Sol sanılan şey
Sorun, bir partinin düşmez kalkmaz sözcülerinden birisinin sözlerinde gizli. Bir soruya “Yıllardır Türkiye’de DEM’in temsil ettiği Kürt siyasi hareketi diye adlandırdığımız geleneğin ve CHP’nin etkisinin Türkiye soluna çok ciddi bir zarar verdiğini söylüyorduk ve geldiğimiz noktada bu zararı kabullenenlerle ortak bir kültür oluşturamayacağımızı söylemiş olduk” yanıtını veren TKP Genel Sekreteri asıl sağcılığını şöyle gösteriyor röportajında: “Biz bu coğrafyada doğduk. Benim bu ülkeyi sevebilmem için ayağımı bu ülkenin tarihindeki bazı şeylere basmam lazım. Kurtuluş Savaşı böyle bir zemin, Milli Mücadele böyle zemin.”19
Bu yaklaşımdan, bırakalım yeni çözüm sürecine destek olmayı çıksa çıksa Kemalizm önünde diz çökme eylemi çıkar. Nitekim diz çöktüler de. Şu açıklamayı yaparak diz çökme eylemlerini bitirdiler: “Yüz yıl kadar önce bu ülkede saltanata, saraya, hilafete, emperyalistlere, işgale karşı meydan okuyan kahramanlarımız, bütün Anadolu halkı, onların önderleri, Mustafa Kemal için, onların önünde saygıyla eğiliyor ve diz çöküyoruz.”20 Hayatı laikler ve şeriatçılar bölünmesiyle kurgulayan, Mustafa Kemal’i halk önderi olarak selamlayan bir yaklaşımın, Kürt meselesine kafa yormaması daha hayırlı elbette. Kürtlerin demokratik hareketinin sola zarar verdiği iddiası bu açıdan oldukça sıradan bir yaklaşım. Tersini düşünmeleri mümkün değil.
Kimse, sosyal şovenistlere Dem Parti’nin içinde eriyin demiyor. Tartışma bu değil. Tartışma şu: Türkiye işçi sınıfının en önemli ittifakı olan Kürt yoksulların ezici çoğunluğunun desteklediği Kürt siyasal hareketi devletle bir çözüm sürecine giriştiğinde, ezen ulusun sosyalistleri ne yapmalı? Her seçimde, kritik her gelişmede ‘Kürtlerin sattığını’, AKP’yle el altından anlaştıklarını iddia ederek Kürtlerin özgürlük mücadelesini karalamaya ve Kürt siyasiler üzerinde basınç inşa ederek Kürtlerin kendi öz çıkarlarının yerine tarihin bütün mağdurlarının toplam çıkarlarını savunmak için zorlayan bu eğilim, devlet karşısında Kürtleri yalnız bırakıyor. Kürtlerin yeni çözüm süreci masasında yalnız bırakılmasının iki sonucu var. Bu sonuçlardan birisi, yine Marx’ın İrlanda sorununda yaptığı tarihsel öneme sahip yazıda tespit ettiği gibi Kürtlerle Türklerin yaşadığı tüm şehirlerin iki düşman kampa bölünmesine yardımcı olmaları.
İngiltere›nin tüm sanayi ve ticari merkezlerinde bugün İngiliz proleterler ve İrlandalı proleterler olarak iki düşman kampa ayrılmış bir işçi sınıfı bulunuyor. Sıradan İngiliz işçisi yaşam seviyesini düşmesine neden olan bir rakip olarak İrlanda işçisinden nefret ediyor. İrlandalı işçiye karşı kendisini hakim ulusun bir üyesi hissediyor ve aristokratlarla kapitalistlerin İrlanda’ya karşı bir aracı haline dönüşüyor, dolayısıyla da onların kendisi üzerindeki hakimiyetlerini pekiştiriyor. Bu antagonizma (çatışma), örgütlenmiş yapısına rağmen, İngiliz işçi sınıfının güçsüzlüğünün sırrıdır. Kapitalist sınıfın iktidarını oturtması işte bu sır sayesindedir ve o bu gerçeğin tamamen bilincindedir.21
Kürt halkını yeni çözüm sürecinde yalnız bırakan ve üstelik bunu, Kemalizm ve milliyetçilik savunusuyla, Kemalizm’in sol bir ideoloji olduğu yanılsamasını yayarak yapanlar, Türkiye’nin tüm sanayi ve ticari merkezlerinde Türk proleterler ve Kürt proleterler olarak iki düşman kampa ayrılmış bir işçi sınıfı şekillenmesine hizmet ediyorlar. Türk proleterler, Kürt sınıf kardeşlerinin ulusal ezilmişlikten kaynaklanan çıkarlarını ve onların kaderlerini istedikleri gibi belirleme hakkını savunmuyorsa bu düşmanlığın sona ermesini beklemek, Kürt işçilerin Türk işçilere güven duymasını beklemek boşunadır. Bu güveni sağlayacak tek tutarlı siyasal hamle, milliyetçiliğe karşı aralıksız mücadele etmektir.
Yeni çözüm sürecinde Kürtleri yalnız bırakanların neden olduğu ikinci sonuç ise sürecin sayısız avantaja sahip olan kesimleri karşısında Kürtlerin geniş bir kitlesel dayanışma ağının üzerinde yükselecek tartışma, diyalog ve pazarlık gücünü elinden alıyor olması. Bu yüzden, yeni çözüm sürecinin kalıcı bir barış sürecine evrilirken Kürt halkının bu süreçten derin bir nefes alarak çıkması için, Kürt halkının kaderini gönlünce belirlemesi gerektiğini düşünenlerin ezilen halka koşulsuz destek vermesi bir zorunluluktur. Bu koşulsuz destek, ezilen halka “ama”, “fakat” demeden destek olmak, bu halkın uzattığı barış elinin havada kalmamasını, tersine güçlenmesini ve bir dizi temel hakkını kazanarak süreçten çıkmasını sağlamak için sosyalistlerin mutlaka savunması gereken bir yaklaşımdır. Türk solu, koşulsuz destek yerine sürekli ‘eleştiri ilkesini’ savunmakta ve Kürtlerin siyasal temsilcilerine yönelik olarak bazen ulusalcı bir küçük burjuva kıskançlığıyla saldırgan bir üslup kullanmaktadır.
İşçi sınıfı, Komünist Manifesto’da tanımlandığından çok daha etkin, büyük ve enternasyonalist bir sınıftır bugün. 1845 yılında Engels’in Marx ve kendisi adına kaleme aldığı “Londra’da Uluslar Şenliği” başlıklı makalede yapılan “Bütün ülkelerdeki proleterlerin çıkarları bir ve aynı, düşmanları bir ve aynı, mücadelesi bir ve aynıdır. Proleterlerin büyük kitlesi, doğaları gereği, ulusal önyargılardan uzaktır ve tüm eğilimleri ve hareketleri esasen insancıldır, milliyetçilik karşıtıdır”22 vurgusu üzerinden yükselen büyük bir Marksizm geleneği, Türk solunun kahir ekseriyetini ıska geçtiği için, Türkiye işçi sınıfının mücadelesinde milliyetçiliğe karşı mücadeleyle Kürt halkının temel haklarını kazanması mücadelesinin ve bunun bugünkü biçimi olan yeni çözüm sürecinin savunulması çabalarının birbirinden kopartılamaz olduğu görülemiyor. Kemalizm’in en sığ ve en sağ versiyonları sol adına savunulmaya devam ediliyor. Oysa Eric Hobsbawm’ın aktardığı gibi, “Tarihi çarpıtmak bir ulus olmanın asli bir öğesidir.”23 Ya solun çeşitli kesimleri tarihi çarpıtmadan milliyetçiliği ve Kemalizm’i savunmanın bizim bilmediğimiz bir yolunu bulmuş olmalılar ya da tarihi çarpıtıyorlar.
Kürtlere omuz vermeyince
Kürtler, sürecin bir ucunda yalnız kaldıklarında, devreye sürecin iktidar kanadının keskin ve yukarıdan açıklamaları damga vuruyor. Bunun son örneğini, Bahçeli’nin geçirdiği ameliyattan sonra yazdığı üç yazıda gördük24. İlk bakışta Bahçeli –yine kendisinden beklenmeyecek kadar— demokrasinin genişlemesi açısından ileri noktalara vurgu yapıyor gibi. Ama bu demokratik zemin önce mevcut son kırıntıları yok edilmek istenen demokrasi alanına yönelik gasp girişiminin nihayete erip tüm nefes boruları tıkandıktan sonra gelişebiliyor Bahçeli’ye göre. Bahçeli bir dizi reformu savunuyor ama bu reformların hangi sınırlar içerisinde gelişebileceğini de tayin ediyor: “Her parti Türkiye partisi olmak mecburiyetindedir. Bir milletin milli ve manevi değerler manzumesini kabullenmek ve savunmak, toplumsal merkezi siyaseten ifade etmek demektir. Milli duruş ve ortak değerlerin merkezde yer aldığı Türk siyaset arenasında her siyasi parti kendisini bu merkeze göre tanımlamak zorundadır.”25
Demokrasinin sınırları, demokrasinin ortadan kaldırıldığı bir alanda çiziliyor. Yazı, bir politik çerçeve sunuyor ve tüm partiler ve sosyal kesimler bu çerçeveye bağlılık ilan ederlerse demokratik gelişmelerden nasibini alabileceklerini söylüyor. Devletine bağlı olmak, milletine bağlı olmak, yerli-milli olmak gibi bir dizi önerisi var Bahçeli’nin. Bu önerileri kabul etmeyen, bu çerçeveye sığmayanların daha sonra gerçekleşecek reformlardan faydalanmasını da mümkün görmüyor. Çünkü Bahçeli’ye göre, devletini sevmeyen, bu devleti tepeden aşağı değiştirmek isteyenler meşru değiller. Bahçeli’ye göre, politikaya millet çerçevesinde bakmayanlar meşru değiller. Yerli-milli olmayanlar meşru değiller. Dolayısıyla daha sonra gelen ‘özgürlüklerin alanının genişletilmesi’ yönündeki program önce özgürlüklerin alanının sınırlandırılmasıyla, demokrasinin tamamen sönümlenmesiyle yola çıkıyor. Yazdığı ilk metinde “kuvvetler ayrılığı olması gerektiği noktaya gelmiştir” derken, mevcut OHAL rejimini meşrulaştırıyor. Alper Görmüş de konuyla ilgili yazdığı makalesinde aynı noktanın altını çizmişti:
1990’lı yıllarda “yağsız yağ” sloganıyla aleni aldatıcılık çıtasını yıldızlara asan bir yağ markası vardı. ‘Üçleme’nin ‘üçüncü bölümü bana bu reklamı hatırlattı. ‘Terörsüz Türkiye’de siyasi partilerin hiza ve istikametine ayrılan bu bölümde Bahçeli sadece ‘milli doğru’da buluşan partilerin meşruiyetinin olacağını savunuyordu: “Bütün partiler Türkiye partisi olmak mecburiyetindedir…” Mevhumu muhalifinden okursak Bahçeli burada açıkça ‘siyasetsiz siyasi parti’ tanımı yapıyor ve önerdiği şey, seçime girmesine izin verilen bütün partilerin ‘Rusya partisi’ olduğu Putinci siyaset düzenine çok benziyor.26
DEM Parti ise ulusalcıların tüm ters yöndeki karalama kampanyasına rağmen sürecin, demokrasinin alanını genişletmesi için bastırıyor. Muhalefetin Kürtleri yalnız bırakmış olması, en azından ilk çözüm sürecinde olduğu gibi çok sayıda aydının, sanatçının ve sendikacının çözüm sürecinin ilerlemesi yönünde ses çıkartmıyor oluşu, iktidar bloku için elindeki tüm olanaklarla tartışma ve müzakere masasında baskın olmaya neden oluyor. Süreç ne kadar Bahçeli’nin ve Erdoğan’ın arka arkaya çıkışlarıyla ilan edilmiş ve sürüyor olsa da bu dinamik sadece devletten ibaret değil. Sürecin bir de Kürt tarafı var. Yeniden bir sürecin başlamasında Kürt halkının direnci etkili oldu. İmamoğlu’nun gözaltına alınmasının ardından başlayan eylemlerden başka direniş görmemiş olanlar açısından, Kürtlerin verdiği mücadele büyük bir anlam taşımıyor elbette. Kayyım politikaları yıllardır Kürtlerin maruz kaldığı bir şiddet politikasıdır. Kürt hareketinin milletvekillerinin ve genel başkanlarının hapsedilmesi de öyle. Mecliste Kürtçe konuşanlar “bilinmeyen bir dille konuşmakla” itham edilirken yüzde 13 oy alan ve cumhurbaşkanı adayı olarak seçimlere katılan Selahattin Demirtaş gibi birçok siyasetçi hâlâ hapiste. HDP’nin kapatılması riski nedeniyle Kürtler seçimlere yeni parti kurup (DEM Parti) katılmak zorunda kaldı. En demokratik çıkışları bile teröre yardımla suçlandı, faaliyet yapmaları engellendi.
Böyle bir hareketi, sürekli olarak AKP’yle uzlaşmakla itham edenler ve Türk solunun bazı kesimleri, Kürtler sanki kendi memurlarıymış gibi davranmış olmuyorlar sadece, aynı zamanda kendilerinin devletin en köklü ideolojisiyle uzlaşmış oldukları gerçeğini de gizliyorlar. İçinden geçtiğimiz çözüm süreci gibi bir dinamik, batıda en kitlesel dayanışma ağlarının kurularak desteklenmesi gereken ve olumlu her bir adımı demokrasi yönünde kapıların sonuna kadar zorlanacağı bir süreç olarak ele alınmalıdır. Bu satırlar yazılırken, belki de Kandil silahsızlanma ve fesih kongresini toparlamış olacak. 50 yıllık bir olgu, silahların susması, yerine kaçınılmaz olarak demokratik hamlelerin arka arkaya atılması anlamına gelmese de iktidarın elinden kamuoyunu ikna eden “terör anlatısı” ya da “terör bahanesi”ni almış olacak. Bir yandan silahların susması ve örgütsel fesih, diğer yandan yeni bir otoriterleşme dalgası el ele uzun süre ilerleyemez. Bu dönemin, yani silahlar susmuş olmasına rağmen iktidar blokunun otoriterleşme dalgasında ısrarcı olabilmesinin tek bir koşulu olabilir. Bu koşul, genel olarak muhalefetin ama özel olarak sol muhalefetin Kürt halkını çözüm masasında tek başına bırakmasıdır.
Bir halk bıkmaksızın barış için elini uzatıyor. Bir gazetecin yazdığı gibi, Öcalan’ın “2015’deki çağrısıyla 2025’deki arasında netlik dışında ciddi bir fikri fark yoktu.”27 Bu barış çağrısını omuzlaması gerekenler ise mızıkçı oyun bozanlar gibi davranıp gelişmelere şımarıkça arkalarını dönüyorlar. Hâlbuki süreç bambaşka bir şekilde gelişebilirdi. Tüm muhalefet, çözümden, barıştan yana olan tüm kurumlar dev bir barış koalisyonu oluşturabilirlerdi. Bu koalisyon, sürecin kamuoyuna yansıyan her bir adımından sonra açıklamalar yapar, yüz binlerce bildiri bastırıp barışın kaybedeni olmayacağını anlatabilirdi. İşçi sendikaları, sınıf mücadelesinin demokratik gelişimi açısından, tüm demokratik kurumlar sınırsız düşünce ve gösteri özgürlüğünün alanının genişlemesi açısından süreci ve DEM Parti’yi destekleyebilirdi. Kürtlerin masada yalnız kalmaması tüm ezilenlerin lehine bir kapının aralanmasına yol açacaktır çünkü. Kürtler masada tek başlarına kaldığında, süreç, DEM Parti’nin tüm çabalarına rağmen, topyekun bir demokratikleşmeyle sonuçlanamaz. Şimdi yaşadığımıza benzer hiçbir süreç otomatik olarak demokratikleşmeye yol açmaz. Hele sürecin bir yanında iktidar olarak varoluşuyla demokratik alanın sınırlarını daraltma arasında bağ kuran bir iktidar bloğu varken, çözüm sürecinin doğal olarak bir demokratikleşme sürecine dönüşmesi oldukça zordur.
Demokrasi isteyen, çözüm masasında Kürtleri yalnız bırakmamak zorundadır. DEM Parti’nin 24 Nisan’da Adalet Bakanı’yla yaptığı görüşmede öne sürdüğü bir dizi madde, sürece mesafeli ulusalcıların iddia ettiği gibi Kürtlerin demokrasinin gelişmesine bir pusula gibi sahip çıktığını gösteriyor. Öcalan’ın koşullarının düzeltilmesi, İmralı’ya aydınların, yazarların ve gazetecilerin gidip gelebilmesi, adalet sistemiyle ilgili düzenlemelerin hızla yapılması, özellikle hasta mahpusların durumunun acilen düzeltilmesi, cezaevinden salıverilme koşullarında düzenleme yapıp örgütlü suçları istisna tutan düzenlemenin yeni infaz paketinde değiştirilmesi gibi birçok öneri Kürt siyasetçiler tarafından savunuluyor. Kürtler herkes için demokrasi istiyor, bu “herkes” Kürtlere sürekli akıl veren kesimleri de kapsıyor.
19 Mart hareketi ve ulusalcı şımarıklık
İktidarın İmamoğlu’nu ve 100’den fazla CHP üyesini tutukladığı iki dalga operasyon iki açıdan ele alınmak zorunda. Birisi, bu saldırıya karşı hemen hemen bir halk isyanı halini alan kitlesel muhalefet. Diğeri ise bu hareketin içindeki fikri kümelenmelerin ve çeşitli siyasi odakların Kürt sorununu ele alış şekilleri.
19-29 Mart arasındaki hareket, kelimenin tam anlamıyla milyonların sahneye çıktığı ve iktidarın otoriterleşme dalgasına geçit vermeyeceğini gösterdiği eylemlerin toplamıydı. Hareket dev bir dalga gibi büyüdü. Saraçhane’de 1,5 milyon insan toplandı. Aynı günlerde birçok üniversitede öğrenci eylemlerinde bir patlama yaşandı. Öğrenciler polis barikatlarını aştı. Bu, kitlelerin “başarabileceklerine” dair güvenini artırdı. Aktivistler, ilk kez –yaka paça göz altına alınmadan— polis barikatının aşılabildiğini görünce tüm toplumda mücadele isteği tetiklendi. 23 Mart’ta Türkiye’de seçmenlerin dörtte biri, 15,5 milyon insan, bir seçim günü olmamasına rağmen İmamoğlu için dayanışma oyu verdi. Ardından Maltepe’de 2,2 milyon kişi İmamoğlu’na yapılan adaletsizliğe karşı büyük buluşmaya katıldı.
Bu hareketin ilk etkisi, AKP-MHP seçmenlerinin üçte birinden fazlasının bu tutuklama dalgasının keyfi olduğunu düşünmesini sağlamak oldu. Hareket, toplumun tüm ezilen kesimlerine moral verdi. Maltepe mitingi iktidarın ödünü patlattı. Bu soruşturma dalgasıyla murat edilenin tam tersi gerçekleşti.
İBB’ye çökmek isteyen iktidar bu adımını atamadı. İmamoğlu’nu terörle bağlantılı gösterme çabasından geri adım atmak zorunda kaldı. Yargı hamlesinin hiçbir meşruluğu kalmadı. İmamoğlu ve CHP liderliği sola kaymak zorunda kaldı. Yeni otoriterleşme dalgası hedeflediği korkutuculuğa ulaşamadı. Yeni bir mücadele dinamizmi büyük bir öfkeyle sokaklara taştı. Öğrenciler uzun yıllardır olmadığı kadar yığınsal ve militan bir mücadele dalgasının içine girdi. Eğitim sistemindeki yeni skandallar liselilerin de harekete geçmesini sağladı.
Türkiye’de yaşayan insanlar 2023’te de öfkeliydi. Fakat ‘Türkiye’yi sarsan 10 günün’ farkı, bu seferkinin umut dolu bir öfke olması. Korku duvarı yıkıldı. Milyonlarca insanı paralize edip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki rakibini bertaraf etmek için atılan yargı adımı, böylece tersi bir etki yarattı.
Bu hareketin elbette sınırları var. CHP’cilik, hareketin ilk sınırlaması. Saldırı doğrudan CHP’ye yönelikti ama saldırıya göğüs gerenler CHP’nin kat be kat ötesindeki toplumsal güçlerdi. Bu yüzden hareket CHP liderliği tarafından CHP mitingleri kapsamında toparlanmaya çalışılırken, ilk 10 gündeki aktivizm patlaması da soğrulmaya başladı. Erken seçim, CHP tarafından mücadelenin asli talebi olarak öne çıkartılmaya başlandı. Bunda elbette bir sakınca yok, çok gecikmiş, 31 Mart seçimlerinden hemen sonra atılması gereken bir adımdı. Ama sorunu sadece bir seçim kampanyasına indirgemek, hareketin ilk 10 gündeki ivmesinin yayılarak sürmesi karşısında politik hamle yapamamak anlamına geldi. Şimdi, yeni mücadeleler açısından sayısız kapıyı aralayan bir hareketin, hem işçi sınıfının mücadelesi hem de gençliğin mücadelesi açısından nasıl evrilebileceğini belirleyen bir dönemdeyiz. Bu hareketin sınırı, özellikle CHP liderliğinin hem sahiplendiği hem de teşvik ettiği milliyetçi fikirlerin hareket içinde etki alanı bulmasıdır. Hem eylemleri damgalamak için sık sık atılan “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı, hem mücadelenin bir aşamasında kitlelerin Anıtkabir’e yürütülmesi, aynı zamanda eylemlerde kişi başına düşen milli bayrak sayısındaki patlama, sağcı fikirlerin harekete sirayet etmesine neden olmakla kalmadı; Zafer Partisi’nin temsil ettiği aşırı sağcı fikirlerin de eylemler içinde cirit atmasına neden oldu. İmralı’ya yönelik hakaret ve küfürler, ırkçı sloganlar, İttihatçıları hayırla yad eden ve gençleri “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganından daha sağa, daha militarist bir çizgiye çekmeye çalışan müdahaleler bu sınırlamaların büyüklüğüne işaret ediyor.
Fakat Zafer Partisi bir yana, bu büyük kitle mücadelesi, sosyal şovenistlerde de ciddi bir özgüven patlamasına neden oldu. Bu patlama doğrudan Kürtlere yöneldi. Kürtlerin neden mücadelenin bir parçası olmadığı sorgulamaları, neden Saraçhane eylemlerine katılmadıkları dedikoduları, iktidarla DEM Parti’nin anlaştığı yönündeki söylentiler hızla yayıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’la DEM Parti İmralı heyetinden Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan’ın yeni çözüm süreci kapsamında görüşmesi özellikle sosyal şovenistleri, milliyetçileri, Kürt sorununda çözümsüzlüğü savunanları, ırkçıları oldukça rahatsız etti ve 19 Mart sonrası İmamoğlu’nun özgürlüğü için başlayıp bu meseleyi de aşarak dev bir mücadele dalgasına dönüşen hareketin arkasına gizlenenler, sosyal şovenist niteliklerini “Erdoğan tam yenilmek üzereyken neden Erdoğan’la görüşüyor Kürtler” tezi üzerinden şekillendirdiler.
Bu sefer dev bir hareketin arkasına sığınarak Kürtlere ideolojik yaylım ateşinde bulundukları için öncekilerden çok daha tehlikeli bir Kürt nefretini, mücadele eden aktivistler içinde yaymaya çalışıyorlar. Saraçhane mitinglerinden birisinde miting kürsüsünden Ümit Özdağ’ın mektubunun okunmasıyla28 beraber alanın havasında milliyetçi tonda bir artış görüldü. Bu iklim ezilenler açısından yeni çözüm sürecinde çeşitli sorunlar yaratıyor. Öncelikle, zaten çözüm sürecinin derhal askıya alınması milliyetçilerin temel güdüsü. Sosyal şovenistler ise sosyal yanlarını kazıyınca ortaya çıkan net milliyetçi resimleriyle aslında Kürt sorununun, Kürt halkının bir özne olarak ağırlığını koyduğu her türden süreci engellemeye çalışıyorlar. Bunu bu netlikte ifade edemiyorlar. O yüzden ikna edici argümanlar geliştiriyorlar. Erdoğan’la İmralı heyetinin görüşmesinin, meşruluğunu yitirdiğini iddia ettikleri iktidara can suyu olduğunu, DEM Parti’nin Saraçhane eylemlerine de iktidarla çelişkiye düşmemek için katılmadığını söylüyorlar.
Bu iddiaların makul demokratlar tarafından da kabul edilmesi şundan kaynaklanıyor: En sağından solun en geniş, ana akım kesimlerine kadar, ulusal sorun konusunda gerçek bir milliyetçi bakış açısının hâkim olması. Bu milliyetçiliğin ilk büyük sorunu, Kürtlerin kendilerine güven vermek zorunda olduğunu düşünmeleri. Sonunda DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ın da net bir şekilde ifade ettiği gibi, DEM Parti kitlesi CHP seçmeni değildir. Üstelik başka gerçekler de var. CHP uzun yıllardır Kürt sorununda çözüm meselesinin karşısında konumlanmıştır. Kürtlere yöneldiğinde olağan karşılanan baskılar şimdi CHP’ye yöneldiğinde bu baskılara on yıllardır maruz kalanları suçlamak sıradan ve kazayla yapılan bir politik hata değildir. Bu, sistematik bir sol milliyetçi müdahaledir harekete. Ezilen halka güven vermek zorunda olanlar, batıda mücadele edenler, mücadeleyi örgütleyenlerdir. Kürt aktivistlere ve siyasilere apaçık saldırgan bir tutum izleyenlere kürsüde konuşma hakkı verildiğinde, Kürt hareketinin aktivistleri o alanda bulunmaktan imtina eder. Ezilen halka güven vermek için sadece Demirtaş’ın mahpusluğuna karşı çıkmak yetmez.29 Mücadeleyi milliyetçi zemin ve simgelerden halkların eşit koşullarda kardeşliğinin tesis edilebileceği bir politik zemine taşımak, atılması gereken en önemli adımdır. Bu da mücadele alanlarında ısrarla Kürt düşmanlarına, ırkçılara, nefret söylemi kullananlara, İttihatçılara nefes aldırmayarak olur. Kendi tabanını, bu konuda her saniye donatarak, milliyetçiliğin yerine sınıf mücadelesinin gerçek sorunlarına odaklanarak ve bu sorunların çözümünü hedefleyen talepleri savunarak verilecek bir mücadelenin Kürtlere güven vermek açısından da bir anlamı olabilir.
Kürtlere yönelik nefret söyleminin ve aşağılamanın hareket içinde alıcı bulmasına neden olan bir başka sorun ise bunun soldan bir ses olarak algılanması. Bu türden solculuk ise Kürtlerin Cumhuriyet tarihi boyunca çektikleri ıstırabı görmezden gelen bir ezen ulus kibriyle yüklüdür. Herkes Kürt halkının tarihini çok yakından bilmeyebilir. Ama yakın tarihi bilmemezlik olmaz. Erdoğan’la görüşen DEM Parti İmralı heyetini aşağılamaya çalışan, bu görüşmeden umut dolu sonuçlarla döndüğünü aktaran Önder ve Buldan’ı itibarsızlaştırmayı hedefleyen bütün mesajların sahipleri doğrudan çözüm sürecine karşı olmakla kalmıyorlar, Kürtlerin en temel haklarına kavuşmaları için atılabilecek en minik demokratik adımların dahi karşısında konumlanıyorlar.30 Elbette Demirtaş’ın tutuklanmasıyla İmamoğlu’nun tutuklanması arasında bazı farklılıklar var. Bunların en başında Kürt hareketinin tüm düzeylerde İmamoğlu’nun tutuklanmasına karşı çıkarken, Demirtaş tutuklandığında CHP’lilerin aynı tutumu sergileyemiyor olması geliyor.
Çözüm sürecinin Kürtler lehine ilerlemesinin, bu süreçten ezilenlerin kazanımla çıkmasının ve demokrasinin sınırlarının genişlemesinin önündeki bir başka sorun da, ilginç bir şekilde, ‘Türkiye’deki demokrasi sorunu’ başlığı altına toplayabileceğimiz tüm sorunların çözümünün Kürtlerin sırtına yıkılıyor olması. Kürt halkı, demokrasinin tüm başlıklarını kimsenin yerine çözmek zorunda değil. Yeni çözüm sürecini karalamak için demokratikleşmenin önündeki tüm engellerin bu sürecin bir parçası olarak çözülmesini talep etmek, Kürt temsilcilerin masada bu talepleri savunmasını önermek en yanlış politikadır.
Kürtleri yeni çözüm masasında devletle baş başa bırakıp aynı zamanda tüm sorunların çözümü için çalışmamakla suçlamak, aslen Kürt sorununda çözüm konusunda engelleyici bir tutum almaktır. Suriye’de yaşanan, yeni çözüm sürecini bazen geren daha çok rahatlatan gelişmeler, Öcalan’ın çağrısına tüm Kürt kurumların uyacağını ilan etmesi, Kürtlerin hem Suriye hem de Türkiye’de siyasal olarak var olabileceği koşulların şekillenmesi ihtimali ve devletin de Kürt meselesinin varlığını bir kez daha kabul etmesi, gelişmelerin seyrini belirliyor. Bu gelişmelerde eksik olan, Türkiye’de, batıda Kürtlerin uzattığı barış elini güçlü bir şekilde tutacak bir barış hareketinin inşa edilmemiş olması. Bu yüzden 19-29 Mart’ta Türkiye’yi sarsan eylemlerde açığa çıkan enerjiye gözümüzü dikmek, yeni otoriterleşme dalgasına karşı bu mücadeleyle yeni çözüm sürecinin Kürtler lehine kazanımla bitmesi için örülmesi gereken mücadeleyi yan yana getirmek çok önemli. İmamoğlu için sokaklara çıkan milyonların milliyetçi ve sağcı fikirlere açık olduğunu düşünmek için hiçbir neden yok. Bu kitlelere ve öğrencilere batıda verilen mücadelenin en güçlü ittifakının Kürtler olduğunu çok rahat anlatabiliriz. Bu derginin önceki sayısında yazdığım gibi:
Türkiye’de özgürlük ve demokrasi mücadelesinin omurgası işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının kendi eylemi önündeki tüm antidemokratik barikatları aşma yeteneğine sahiptir. Bu eylemin en önemli müttefiki, Kürt halkının haklı taleplerini kazanmak için on yıllardır sürdürdüğü mücadeledir. İşçi sınıfının önünde bütün azametiyle duran barikat, aşması hiç de zor olmayan “alay komutanının” fiziksel barikatı değildir. Asıl barikat ideolojik düzeyde hüküm sürmektedir ve Türk milliyetçiliği aşılması gereken, en önde duran fikri kümedir. İşçi sınıfının özgürlük mücadelesi içinde kendisini özgürleştirmesi için öncelikle aşması gereken Türk milliyetçiliğinin bütün versiyonlarıdır. Kürt halkının özgürlük mücadelesiyle kurulacak ittifak için, Kürt halkının kendi kaderini tayin etme hakkından başlayarak, halkların eşit koşullarda kardeşliğini temel politik yaklaşım olarak benimsemek çok önemlidir. Bu ittifakın kurulması, her önemli dönemeçte işçi sınıfının bu testten, Türk milliyetçiliğinin etkilerini her gün bertaraf edeceği bir mücadele ve tartışmayla geçebilir.31
Arap Baharının özellikle Mısır’da Sisi darbesine ve Suriye’de iç savaşa evrilmesiyle göçmenlerin Türkiye’ye gelmeye başlaması, ırkçılara yeni bir düşman tanımı yapma fırsatı doğurdu. Göçmenlere yönelik ırkçılığın sistematik olarak örgütlenmesi ve süreklilik kazanması aşırı sağcılara yeni örgütlenme fırsatları verirken ırkçı saldırganlıkları da sıradanlaştırdı. Antep’te 10 yaşında bir çocuğu gürültü yapıyor diye pompalı tüfekle vurarak öldüren bir kişi “Ben çocukları Suriyeli zannediyordum. Türk olan çocukların bu kadar terbiyesiz olduğunu düşünmedim” açıklamasını yapabildiyse bunun nedeni ırkçılığın sıradanlaştırılmasıdır. Göçmenlere yönelik ırkçılığın sistematik karakteri, 19 Mart eylemlerinde, özellikle Zafer Partisi’nin taşıyıcılığında eylem alanlarına da sirayet etti. Kürtleri düşmanlaştıran, Filistin bayraklarına saldırmaya çalışan bir eğilim, göçmenlerle dayanışmayı mücadelesinin merkezine koymayan bir sol eğilimin ne kadar büyük bir hata içinde olduğunu da gösterdi. Şimdi bu sol eğilim, çözüm sürecinde Kürtleri yalnız bırakarak bir başka hatayı daha yapıyor. Bu yüzden, yeni çözüm sürecinden Kürtlerin en temel haklarının garanti altına alınarak çıkmasını, ırkçılığa ve milliyetçiliğe hiçbir taviz verilmemesini savunan ve otoriter saldırılara karşı kitle mücadelesi içinde ırkçılık ve milliyetçilik karşıtı kitlesel bir odağı inşa etmeyi temel hedef olarak koyan bir mücadeleye ihtiyaç var. Alanlarda buluşan öfkeli emekçilerin bu sese kulak kabartacağından emin olmak gerekir.
Şenol Karakaş
Kaynaklar
- 10haber, 2023, “Bahçeli’den yaylım ateşi: DEM Parti’ye dışarı, AYM’ye kara cübbeliler, CHP’ye yüz karası”, (26 Aralık), https://10haber.net/siyaset/bahceliden-ozele-aklini-basina-almazsan-sokakta-bile-yuruyemeyeceksin-322720/
- Callinicos, Alex, 2014, Emperyalizm ve Küresel Ekonomi Politik, çev. İlkay Ata, Phoenix Yayınevi, Ankara
- Callinicos, Alex, 2015,Kapitalizmin Çoklu Krizi, Sosyalist İşçi özel eki, İstanbul
- Callinicos, Alex, 2018, “Marksizm ve Ulusal Sorun”, Marksizm ve Ulusal Sorun broşürü içinde, Sosyalist İşçi özel eki, İstanbul
- Cliff, Tony, 1994, Lenin II-Bütün İktidar Sovyetlere, çev. Tarık Kaya, Bernar Kutluğ, Uluslararası Yayıncılık, İstanbul
- Cumhuriyet, 2025, “Saraçhane’de Ümit Özdağ’ın mektubu okundu: ‘Siz Türkiye’nin geleceğine sahip çıkıyorsunuz’”, (23 Mart), https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/sarachanede-umit-ozdagin-mektubu-okundu-siz-turkiyenin-gelecegine-2312381
- Engels, Friedrich, 1845, “The Festival of Nations in London”, https://marxists.architexturez.net/archive/marx/works/1845/12/01.htm
- Euronews, 2024, “Erdoğan’dan yeni çözüm süreci iddialarına yanıt: ‘Her zaman varız’”, (12 Ekim), https://tr.euronews.com/2024/10/12/erdogandan-yeni-cozum-sureci-iddialarina-yanit-her-zaman-variz
- Görmüş, Alper, 2025, ““Bütün partiler Türkiye partisi olmak mecburiyetindedir…” Bütün partilerin ‘Rusya partisi’ olduğu Putin Rusya’sı gibi mi?”, Serbestiyet, (4 Nisan), https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/butun-partiler-turkiye-partisi-olmak-mecburiyetindedir-butun-partilerin-rusya-partisi-oldugu-putin-rusyasi-gibi-mi-203029/
- Halis, Müjgan, 2025, Independent Türkçe, “Öcalan PKK’ya silah bırakma çağrısı yaptı”, (27 Şubat), https://www.indyturk.com/node/754475/haber/%C3%B6calan-pkkya-silah-b%C4%B1rakma-%C3%A7a%C4%9Fr%C4%B1s%C4%B1-yapt%C4%B1
- Hobsbawm, Eric, 1999, Tarih Üzerine, çev. Osman Akınhay, Bilim ve Sanat Yayınları, İstanbul
- Independent Türkçe, 2024, “Bahçeli’den bayramı mesajı: Türk tarihi sandıkta yazılmamıştır, herkes aklını başına almalı”, (9 Nisan), https://www.indyturk.com/node/714131/haber/bah%C3%A7eliden-bayram%C4%B1-mesaj%C4%B1-t%C3%BCrk-tarihi-sand%C4%B1kta-yaz%C4%B1lmam%C4%B1%C5%9Ft%C4%B1r-herkes-akl%C4%B1n%C4%B1-ba%C5%9F%C4%B1na
- Independent Türkçe, 2025, “Devlet Bahçeli’den yeni ‘süreç’ açıklaması: PKK’nın silah bırakması için kapsamlı reformlarla milli birliğimiz güçlendirilmeli”, (31 Mart), https://www.indyturk.com/node/756110/haber/devlet-bah%C3%A7eliden-yeni-s%C3%BCre%C3%A7-a%C3%A7%C4%B1klamas%C4%B1-pkkn%C4%B1n-silah-b%C4%B1rakmas%C4%B1-i%C3%A7in-kapsaml%C4%B1
- İzmir Time 35, 2024, “10 yaşındaki çocuğu öldüren sanık: Suriyeli sandım”, (15 Kasım), https://www.izmirtime35.com/10-yasindaki-cocugu-olduren-sanik-suriyeli-sandim
- Karakaş, Şenol, 2024, “Diyalog-müzakere-çözüm-barış ya da mücadele. Kürt halkının kararının yanındayız”, Enternasyonal Sosyalizm, Sayı 14, s. 5-17. https://www.enternasyonalsosyalizm.org/diyalog-muzakere-cozum-baris-ya-da-mucadele-kurt-halkinin-kararinin-yanindayiz.html
- Karakaş, Şenol, 2025, “Muhalif maskeli sosyal şovenistler yine Kürtlere karşı”, Marksist.org, (16 Nisan), https://marksist.org/muhalif-maskeli-sosyal-sovenistler-yine-kurtlere-karsi/
- Lenin, 1977, Collected Works, cilt 20, editör Julius Katzer
- Löwy, Michael, 2005, Ulusal Sorun, Enternasyonalizm ve Küreselleşme, Yazın Yayıncılık, İstabul<
- Molyneux, John, 2018, “Ulusal Sorun: Bazı Temel İlkeler”, Marksizm ve Ulusal Sorun broşürü içinde, Sosyalist İşçi özel eki, İstanbul
- Odatv, 2025, “Haluk Hepkon sordu Kemal Okuyan yanıtladı: Komünistlerin Atatürk’e bakışı”, (20 Nisan), https://www.odatv.com/siyaset/haluk-hepkon-sordu-kemal-okuyan-cevapladi-komunistlerin-ataturke-bakisi-120095300 <
- Oğur, Yıldıray, 2025, “Doğu Cephesi’nde yeni bir şey…”, Karar, (26 Nisan), https://www.karar.com/yazarlar/yildiray-ogur/dogu-cephesinde-yeni-bir-sey-1603677
- Rudaw<, 2024. “Bahçeli: Bu iş bitmelidir, HDP ve devamı sözde parti kapatılmalıdır”, (21 Mayıs), https://www.rudaw.net/turkish/middleeast/turkey/210520246
- Sol Haber, 2025, “TKP’nin ‘Hükümete diz çökmüyoruz’ eylemlerinde ilk gün: ‘Kurtuluş Savaşı kahramanlarının önünde diz çökeriz’”, (7 Nisan), https://haber.sol.org.tr/haber/tkpnin-hukumete-diz-cokmuyoruz-eylemlerinde-ilk-gun-kurtulus-savasi-kahramanlarinin-onunde
Dipnotlar
- Rudaw, 2024.
- 10haber, 2023
- Independent Türkçe, 2024.
- Euronews, 2024.
- Halis, 2025.
- Callinicos, 2014, s. 194.
- Callinicos, 2015, s. 5.
- Molyneux, 2018, s. 4.
- Cliff, 1994, s. 68.
- A.g.e., s. 69. Luxemburg daha da ileri giderek şunları söyledi: “Mevcut devletleri ulusal birimler halinde ayırmayı ve daha küçük uluslarla olan ilişkilerini sınırlamayı içeren bir amaca yönelmek, tümden umutsuz bir girişim ve tarihsel olarak gerici bir çabadır.”
- A.g.e., s. 73.
- Molyneux, 2018, a.g.e. s. 14.
- Rosa Luxemburg’la tartışmasında şu noktanın altını önemle çiziyor Lenin: “Rosa Luxemburg, Polonya’da milliyetçiliğe karşı mücadeleye kendini kaptırarak Büyük Rus milliyetçiliğini unuttu, oysa günümüzde en zorlu olan bu milliyetçiliktir. Bu, burjuva olmaktan çok feodal olan bir ulusçuluktur ve demokrasinin ve proleter mücadelenin önündeki başlıca engeldir. Ezilen herhangi bir ulusun burjuva milliyetçiliği, baskıya karşı yönelen genel demokratik bir içeriğe sahiptir ve bizim kayıtsız şartsız desteklediğimiz de bu içeriktir. Aynı zamanda bunu ulusal dışlayıcılık eğiliminden kesin olarak ayırıyoruz; Polonyalı burjuvaların Yahudileri ezme eğilimine karşı mücadele ediyoruz vs. Bu, burjuva ve dar kafalı açısından “pratik değildir”, ama ulusal sorunda pratik olan, ilkelere dayanan ve demokrasiyi, özgürlüğü ve proleter birliği gerçekten destekleyen tek politikadır. Herkes için ayrılma hakkının tanınması; her somut ayrılma sorununun tüm eşitsizlikleri, tüm ayrıcalıkları ve tüm dışlayıcılığı ortadan kaldırma bakış açısıyla değerlendirilmesi.” Lenin, 1977, s. 412.
- Callinicos, 2018, s. 19
- Karakaş, 2024.
- A.g.e
- Bir önceki sayıda yer alan şu yorumu yeniden hatırlatmak isterim: “Elbette, bu sürece girerken, 31 Mart seçimlerinde aldığı ağır yenilgi de iktidar partisi açısından bir etkendir. Başka etkenler de vardır muhtemelen. Konu hakkında konuşan herkesin altını çizdiği gibi yeni anayasa girişimi için Dem Parti’nin muhalefet “bloku”ndan kopartılması da iktidarın cin fikirleri arasında yer alıyor olabilir. Ama Öcalan’ı bu kadar lanetledikten sonra yeniden siyasal alanda etkin bir figür olmasının önünü açma ihtimali taşıyan bir hamle bu iktidar bloku açısından çok akıllıca olmazdı. Hâlâ en akla yatkın açıklama ateş topuna dönme ihtimaliyle yüz yüze olan Ortadoğu’da, Kürt örgütlerinin gerilemeden durmasının taşıdığı potansiyelin çözülmesi gereken bir sorun olarak algılanması. İran’da, Suriye’de ve Irak’ta Kürt örgütleri güçlerini kaybetmeden, tersine, güçlerini koruyarak ya da daha da güçlenerek var olmaya devam ediyorlar. Kürt sorunu, sadece Türkiye’de her düzeyde derinleşmiş değil ayrıca tüm bölgeye de yayılmış vaziyette. Suriye, İran ve Irak Kürt örgütlerinin dinamik ve siyaset ve çatışma alanlarında etkin olduğu bir konumdalar. Dolayısıyla, Kürt halkının en temel haklarının tanınmadığı koşulların ürünü olan siyasal krizin en azından dinlendirildiği bir siyasal atmosferle ABD-İsrail ekseninin bölgede estirdiği terörün Türkiye’ye etkilerini bir ana sorunda uzlaşma sağlamış olarak atlatmak bugün devletin güvenlik programının temelini oluşturuyor. Erdoğan, bu nedenle 1 Ekim’den beri her fırsatta İsrail’in saldırganlığından söz ediyor.”
- Löwy, 2005, s. 43.
- Odatv, 2025
- Sol Haber, 2025
- Löwy, 2005, a.g.e, s. 42.
- Engels, 1845.
- Hobsbawm, 1999, s. 42.
- Independent Türkçe, 2025.
- Görmüş, 2025.
- A.g.e.
- Oğur, 2025.
- Cumhuriyet, 2025.
- Özgür Özel, Demirtaş’a selam yollarken aynı partinin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, “Dün doğuda bir yerde bana göre paçavra olan bayraklar sallanırken, o mitinge gidenlere polisler pamuk şekeri verirken, buradaki müdahaleyi doğru bulmuyorum. Emniyet güçlerinden buradaki gençlere de pamuk şekeri ikram etmelerini bekliyoruz.” diyerek içindeki ırkçı zehri saçmıştı.
- “Muhalif maskeli sosyal şovenistler yine Kürtlere karşı” başlıklı yazıda bu sol maskeli sağcılara sorduğum soruyu bir kez daha hatırlatmakta fayda görüyorum: “Siz ilk defa mı bir tutuklama olduğunu düşünüyorsunuz? İmamoğlu tutuklandığında ilk defa mı bir belediye başkanıyla beraber onlarca isim tutuklandı? İlk defa mı hukuk yerine keyfiyet, adalet yerine siyasi mühendislik devreye girmiş oluyor? İlk defa mı haksızlık gördünüz? İlk defa mı öğrenciler gözaltına alındı? İmamoğlu alındığında hem Dem Parti hem de Kürt mücadelesinin aktivistleri bu hukuksuzluğa net bir şekilde karşı çıktılar ve bir yandan yeni bir çözüm sürecinin dinamikleri işlerken bir yandan da bu hukuksuzlukların ve baskıların aynı anda ilerlemesinin mümkün olmadığını ve çözüm sürecini akamete uğratma ihtimali
olduğunu da savundular. Peki siz ne yaptınız? Gülten Kışanak tutuklanırken ne yaptınız? Sokaklara mı çıktınız? Demirtaş tutuklanırken ne yaptınız? Figen Yüksekdağ tutuklanırken ne yaptınız? Milyonlar halinde sokağa çıkışı mı örgütlüyordunuz? Bunun adaletsizlik olduğunu haykırdınız mı yoksa “anayasa aykırı ama evet” mi dediniz? Zaten kafanızda Kürt siyasilerin otomatikman terörle iltisaklı olduğuna ilişkin bir fikir mi vardı? Siz Erdoğan’la normalleşme görüşmeleri yaparken Erdoğan’ı CHP binasında ağırlarken Sırrı Süreyya Önder hapisten çıkalı çok olmuştu. Barış için ödediği bedelin sonucunda sağlık koşullarında ciddi kötüleme olmuştu. Geçirdiği kalp krizi bütün bu bedellerin bir sonucudur. İmralı heyetindeki Pervin Buldan’ın kontrgerilla tarafından öldürülen eşinden haberiniz var mı sizin? İlk defa mı öğrenciler baskı görüyor? Kürtçe konuştuğu için bıçaklanan, Demirtaş tişörtü giydiği için gözaltına alınan, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde mevsimlik işçi olarak çalışan Kürt gençlerin, Kürt kadınların, Kürt işçilerinin yaşadıklarından haberiniz var mı? Siz hiç faili meçhul kavramını, asit kuyularını, Roboski’yi duydunuz mu?” Karakaş, 2025. - Karakaş, 2024.
- İzmir Time 35, 2024.