Bu yazıya kadar süren tartışmalarda altı çizilmeye çalışıldığı gibi, sosyal şovenistlerin çıldırmasının nedeni, esas olarak Kürt halkının bir dizi kazanım elde etmesinin önüne geçme güdüsü. Bu güdü, islamofobiyle ve AKP’nin iktidarda olduğu bir siyasi mimaride hiçbir olumlu adımın atılmasının mümkün olamayacağı fikriyle birleşerek güç kazanıyor. Böylece, uyanıklık yapan ulusalcılar, AKP karşıtı öfkeyi kullanarak, sosyal şoven naralarını makul itirazlarmış gibi sunma şansını yakalıyor.
Bu girdap, daha önceden bizim saflarda olanların bazılarını, bazı yazarları ve siyasi çevreleri de içine çeken bir hal aldığı için sosyal şoven çılgınlıkla tartışmak bir zorunluluk. Zülal Kalkandelen gibi yer gök milliyetçi isimlerin yılların Marksistlerine nasıl doğru politika yapılacağına dair uyarı yapma cüreti gösterebilmesinin nedeni Türkiye’de muhalif saflarda sol milliyetçilere sosyalistmiş gibi davranılmasıdır. Askerini seven, Mustafa Kemal heykeli önünde diz çöken, AKP’nin otoriterleşme dalgalarına 1930’ların otoriterleşme furyasını göklere çıkartarak karşı çıkmaya çalışan bu “muhalifler”, esas olarak özgürlükçü bir sosyalizm anlayışına muhalifler. Mustafa Suphi ile Mustafa Kemal’i aynı cümle içinde övebilecek kadar şuur kaybı yaşayanların Marksist olmadıklarının ayırdına varmak bir zorunluluk. Bu yüzden, yeni çözüm sürecinde tartışma Marksistlerle başka türden Marksistler arasında değil. Kürt meselesinin yeni ve dinamik bir şekilde politik alanda tayin edici bir rol oynamaya başladığı dönemin tartışması, devletin eski haline derin bir özlem duyan Kemalistlerle Marksistler arasındadır.
Bu nedenle, tartıştıklarımızın Marksist olmadığı bir kez daha hatırlatıp, ilk yazıda altı çizilen noktaya dönmekte yarar var: İlk yazıda, “Üç konu tüm bu gürültü içinde üzerinde önemle durulmayı hak ediyor. Birisi, PKK’nin kendini feshetmesi ve silah bırakması dahil tüm gelişmeleri önemsizleştiren, küçümseyen ve sadece iktidarın oyun planından ibaret gören bir yaklaşım.” diye özetlenen üç başlıktan ikisine devam edebiliriz. İkinci önemli konu, yeni çözüm sürecinde iktidar koalisyonunun perspektifleri.
Erdoğan çözüm sürecinin neresinde?
Ekim ayından, yani yeni çözüm sürecinin başladığı andan itibaren iktidar ittifakı içerisinde, Erdoğan ve Bahçeli’nin sürece dair bakış açılarında derin farklılıklar olduğu iddia ediliyor. Elbette zaman zaman büyük farklılıklar varmış gibi düşünülmesine neden olan açıklamalar yapıldı. Ama Erdoğan ve Bahçeli arasında, sürecin gelişimine dair köklü bir farklılık olduğunu düşünmek için hiçbir neden yok. Farklılık, Bahçeli devletin beka kaygısından yola çıkarak gündeme getirdiği (gündeme gelmesinde belirleyici olduğu) süreci cumhurbaşkanı seçilmek, partisinin birinci parti yapmak ya da iktidardan düşmek gibi bir kaygı ile ele almazken, Erdoğan’ın süreci tüm bu kaygılarla gölgelemesinde. İki iktidar ortağının yapılmasını zaruri gördükleri politik hamlelerde bir farklılık yok. Farklılık, hamlelerin hızında, zamanlamasında ve sınırlarına yatıyor. Bahçeli gemileri yakmış gibi görünüyor ve sürecin kendi bakış açısından başarısı için tüm sınırları çiğnemekte hiçbir beis görmüyor.
Erdoğan ise sürecin başarısıyla, bir süre daha cumhurbaşkanı kalmasını sağlama almak üzere otoriter rejimin inşasının başarısının aynı anda gerçekleşmesini istiyor. İktidar ittifakı arasında bundan başka bir gerilim noktası bulunmuyor. Bu elbette küçümsenmesi gereken bir gerilim alanı değil. Gerilimin derecesi, geçtiğimiz günlerde Bahçeli’nin tutuklama dalgaları ve uzun süren tutukluluk sürelerine dair yaptığı konuşmada görüldü. Bahçeli açıklamasında şunları söyledi:
“Türkiye’nin ağırlaşan, belediyeler başta olmak üzere pek alana yayılan ve yoğunlaşan hukuki davalardan süratle kurtulması, sonuçta adaletin eksiksiz tecellisi sağlanmalıdır. Adli tatilin bitimiyle beraber yargıyı saran mesnetsiz tartışma ve sürtüşmelerin kesinkes sonlandırılması, süregelen soruşturma ve kovuşturmaların bir an evvel tamamlanması demokrasi ve hukuk güvenliği bakımından önceliğimiz olmalıdır. Türkiye’nin moral ve motivasyon seviyesiyle manevra kabiliyetini zaafa düşüren her sorun başlığıyla yüzleşmek ve çözümle örtüştürmek acilen temin edilmelidir.”
Bu, Bahçeli’nin İmamoğlu’nun suçsuz olduğunu düşündüğü anlamına gelmiyor, CHP belediyelerinde yolsuzluk yapılmadığını savunduğu anlamına da gelmiyor. Sadece şu vurguyu yapıyor Bahçeli, çözüm sürecinin zaafa düşmesini engellemek için tutuklu yargılanmayla devam eden politik gerilim uzatılmadan çözülmelidir. Bahçeli, dava sürecinin uzatılmasının ve arka arkaya tutuklama dalgalarının çözüm sürecinin yarattığı iklime zarar vermesine karşı sesini yükseltiyor. Bu, hem Abdullah Öcalan hakkında kurucu önder tanımlamasını, hem Dem Parti için kullandığı övücü sözleri, hem de mecliste kurulan komisyonun ismi konusunda gerilimin düşürülmesinde oynadığı rolü açıklıyor.
Bahçeli, devletin, “eğer çözüm süreci başarıya ulaşamaz ve Kürt meselesi ABD-İsrail-Suriye ekseninde yaşanacak gelişmelere paralel olarak ilerlerse bunun hem bölgesel hem de iç politikada ağır bedelleri olur” ruh halindeki kesimlerinin kararlı sözcüsü. Erdoğan ise aynı kesimin “bir de Erdoğan ya da AKP iktidarı yenilirse mahvoluruz” diye düşünen kesimlerinin de sözcüsü. İktidar koalisyonunun bu iki kanadının mutabakatları MHP açısından ancak, AKP’nin iktidarda kalma ısrarıyla otoriterleşme yönünde ısrarla attığı adımların çözüm sürecini akamete uğratması ihtimali nedeniyle bozulabilir. MHP açısından -Hakan Tahmaz’ın son yazısında değindiği gibi- bu ihtimal tek başına yeterli olmaz. Aynı zamanda AKP’nin yerine çözüm sürecinin ısrarlı bir şekilde sürdürücü olacak siyasal alternatifin de şekillenmiş olması gerekir.
Çözüm süreci mutabakatı ve iktidar ittifakının gerilimleri
Mutabakat AKP açısından esas olarak çözüm sürecinin kıvrımlı yollarının Erdoğan’ı otoriter politikaları uygulamaktan uzaklaştırması ve AKP açısından “çözüm süreci mi iktidarda kalmak mı” ikileminin kapıya dayanması koşulunda bozulabilir. Çünkü bütün anketler AKP’nin CHP’yi sadece dış politika ve güvenlik alanında geride bıraktığını gösteriyor. Geri kalan tüm alanlarda CHP daha cazip bir alternatif olarak öne çıkıyor. AKP liderliğinin bu eğilimi tersine çevirme imkânı kalmamış durumda. Tek enstrüman, otoriter uygulamalar. Derinleşen yoksulluk çözülemeyecek. Adaletsizlik çözülemeyecek. Eşitsizlik, hukuk dışı uygulamalar, kayırmacılık sorunları çözülemeyecek. Ekosisteme verilen zararlara dur denilmeyecek. Tersine bazı canlılar ya da toplumsal kesimler sokakta yaşayan hayvanlar, greve çıkan işçiler, LGBTİ+’lar ve özellikle mart ayından beri olduğu gibi CHP liderliğinin çeşitli kesimleri düşmanlaştırılmaya devam edilecek. Bu politikalardan rahatsızlık duyan insanların öfkesinin ne kadar büyük ve yaygın olduğu önemsenmeyecek. Önemsenen tek şey, toplumu istim üzerinde tutarak en azından iktidara oy veren kitlelerin bir kesiminin otoriterleşme dalgasına onay vermesini sağlamak üzere CHP’nin öne çıkarttığı ya da çıkartacağı ve Erdoğan’ı sandıkta yenme ihtimali olan adayını siyaset dışı bırakmak.
AKP ile MHP arasındaki bu farklılaşma ne çözüm sürecini sekteye uğratacak ne de iktidar koalisyonunu dağıtacak derinlikte değil. Ama bu önemsizleştirilebilecek bir farklılık da değil. Tüm siyasi parçalarıyla devlet büyük bir tehlike algısına sahip. Bu tehlikeyi bertaraf etmek için, ansızın, duru bir gökte çakan şimşek insanları ne kadar şaşırtabilirse o kadar şaşırtarak çözüm sürecini başlattı. Bu süreç, Abdullah Öcalan’la kapsamlı bir görüşme trafiğinin ürünü olarak gündeme gelmişti, bu çok açıktı. Bu yüzden böylesi süreçlerin olgunlaşma aşamasında gündeme gelen silahların bırakılması, bu sürecin hemen hemen en başında gündeme geldi. ABD yönetiminde Trump’ın olduğu bir dünya sahnesi, soykırımcı İsrail’in estirdiği bölgesel terör, Suriye’de rejimin çökmesi, Kürt güçlerinin diriliği vb. gelişmelerin Türkiye’nin aleyhine olabileceği ve Kürtlerle anlaşarak atılacak adımların iç politikada rahatlama yaratmanın ötesinde Türkiye’nin bölgesel güç olarak bir dizi fırsat yakalamasına yol açacağı analizi yeni sürecine rehberlik etti.
Bu kadar sert bir yargı baskısı ortamında mecliste kurulan komisyonun -her ne kadar gizli oturum yaparak büyük bir prestij yitimi yaşasa da- işlemesi, üstelik önüne küçümsenemeyecek hedefler koyması bu analizden kaynaklanıyor.
Son yazıda Suriye’deki gelişmeleri de dikkate alarak, otoriterizme karşı çıkarken barışın nasıl savunulabileceği tartışmasını yapacağım. Kürt halkının haklarını kazanması için girişilen bir süreci CHP üzerindeki baskının inşasını kolaylaştıran bir girişim olarak kodlayanlara yanıt da bu tartışmayı yaparak verilebilir.