Şovenistler delirdi, demek ki barış süreci doğru yolda-IV

Egemen sınıf milliyetçiliğiyle mücadele “sol” milliyetçilikle mücadeleyle el ele gitmek zorundadır.

Çözüm sürecinin dinamiklerini tartışan bu dördüncü yazıda, konunun güncel yanından biraz sapmak zorunda kalacağız. Ulusalcı çılgınlık, üzerinde kısaca da olsa durmamız gereken bir hal aldı zira. Tartışmanın öne çıkan yönlerinden birisi elbette sosyalizm ve milliyetçilik ilişkisi. Gerçekten sosyalist olanlar, I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinden beridir, “esas düşman içeride” sloganını sahiplenir, öne çıkartır ve egemen sınıf milliyetçiliğinin ezilenler üzerindeki hegemonyasını kırmak için sert bir kavgaya girişirler. Bu çok zor bir kavgadır çünkü alışkanlıklar, önyargılar ve en önemlisi “sol” milliyetçilik topluca engel oluştururlar. Egemen sınıf milliyetçiliğiyle mücadele bu nedenle “sol” milliyetçilikle mücadeleyle el ele gitmek zorundadır. İçinden geçtiğimiz çözüm süreci de dahil olmak üzere savaş, çatışma, barış ve silahsızlanma gibi süreçlerde, milliyetçilik tartışmasıyla devlet tartışmasının birlikte sürmesi tesadüf değildir. Devlet ve milliyetçilik arasında kopmaz bir ilişki vardır.

Milliyetçilik ve savaş

Lenin, Rusya’da savaşa karşı mücadeleye, egemen sınıfa karşı da kullanılabilecek güçlü bir içerik kazandırdı. Savaşa karşı mücadeleyi, Çarlık rejimine karşı mücadeleyle birleştirmek üzere harekete geçti. Oysa bu konu, Alman Sosyal Demokratların elinde bambaşka bir içerikle ele alınmıştı. “Sol” milliyetçilik bile, 1900’lerin başında kendisini Marx ve Engels’in otoritesine yaslanmak zorunda hissetmişti. Birinci Dünya Savaşı’nın milliyetçi ikliminde Alman sosyalistler, Almanya’da işçi sınıfını savaşa katılmaya ikna etmek için Marx ve Engels’in Çar rejimine olan düşmanlığına sığınmışlardı. Marx için de Engels için de Çarlık rejimi “özeldi.” Marx ve Engels “hangi ulusal egemen sınıfın zaferi işçi sınıfı hareketi için en avantajlı sonuçları doğurur” sorusunu “Çarlık Rusya dışında kim olursa” diye yanıtlıyorlardı. Çünkü “Rusya, kıtadaki tüm gericiliğin destekçisi ve kışkırtıcısı, karşı devrimin merkezi ve kalesi, özellikle Almanya’daki eski rejimin her kalıntısının ilham kaynağı ve destekçisiydi. Gericiliğin her tezahürünün arkasında Çar, diplomatları ve ordularının tehdidi beliriyordu.”(1)

Fakat bu 1914 yılında artık geçerli değildi. I. Dünya Savaşı boğazına kadar emperyalist arzularla dolu blokların bir savaşıydı. Alman sosyal demokratlarının savaşın arifesinde Çarlık Rusya’sının yenilgisini her amacın önüne bir büyük amaç olarak koymaları, sol soslu milliyetçiliklerini Marx’ın otoritesine yaslanarak gizleme sinsiliğinin ifadesiydi. Alman sosyal demokrat basında şöyle ifadeler yer alıyordu:

Alman sosyal-demokrasisi, Avrupa gericiliğinin kanlı bekçisi olarak çarlıktan her zaman nefret etmiştir; Marx ve Engels’in bu barbar hükümetin her hareketini uzak görüşlü gözlerle izledikleri zamandan, hapishanelerinin siyasi mahkumlarla dolu olduğu günümüze kadar ve yine de her işçi hareketi karşısında titriyor. Alman savaş bayrağı altında bu korkunç alçaklarla hesaplaşmamızın zamanı geldi.”(2)

Elbette Rosa Luxemburg gibi enternasyonalist sosyalistler, bu sinsiliği hemen gördüler. Luxemburg, 1848 yılında Almanya’da Mart devrimi sırasında Marx’ın yazdıklarının ve Çar Nikola’ya karşı yükselttiği sesin, 1914 yılında sosyal şovenistler tarafından, Alman işçi sınıfını 1905 devrimini gerçekleştiren Rusya işçi sınıfına karşı yöneltmek için kullanılmasını ve Prusya egemen sınıflarıyla kol kola silahlanmaya çağrısı yapmak için istismar edilmesini yerden yere vurdu.

Bu tartışmanın konumuzla şöyle bir ilgisi var: bugün de Türkiye’de sosyal şovenler, iki olgunun arkasına sığınıyor. Birincisi ABD emperyalizmine karşı olma bahanesiyle her türden zorba devlet ve rejimle aynı saflara düşüyorlar. İkincisi ise 1923’te kurulan rejimi anti emperyalist bir politik atılım olarak görüp o dönemin “değerlerini” ve merkezi devlet yapılanmasını ölümüne savunuyorlar. Onlara göre, 1923’ü savunmuyorsanız, emperyalizmin ve bu kötülüğün bugün vücut bulmuş hali olan ABD’nin yanında konuşlanıyorsunuz. Cumhuriyet gazetesinin sosyalist cephe diyerek aşırı övgüye mazhar bıraktığı birkaç partinin yeni çözüm süreci hakkındaki görüşlerinin Alman sosyal demokratlarıyla birebir örtüştüğünü gözlemlemek mümkündür. Bu arada Cumhuriyet gazetesinin sosyalist cephe içerisine almadığı sosyalist partiler, bunun aslında bir övgü olduğunu düşünebilir ve bunu Kemalist olmadıklarının veya en azından Cumhuriyet gazetesi nezdinde yeteri kadar Kemalist olmadıklarının bir işareti olarak görebilirler.

Trajediden komediye: 2025 model “Alman sosyal demokratları”

Cumhuriyet gazetesi bazı partilere, çözüm sürecini, komisyon meselesini ve Erdoğan’ın konuşmasında geçen “Türk-Kürt-Arap” sözünü sormuş. Solculuğu Mustafa Kemal heykelinin önünde diz çökmekle eş tutanların genel sekreteri Kemal Okuyan, “‘Türk-Kürt-Arap’ vurgusu Sünni eksenli yeni Osmanlıcı bir yaklaşım. Bu tür ‘etnik’ vurgularla kardeşlik örülmez. Biz buna karşı şöyle diyoruz: Sömürücüler, zalimler, emperyalistler, tarikat şeyhleri dışarıda kalsın, emekçiler, yurtseverler birleşsin. Etnik kökene bakarak görevlendirme fikri tartışmaya dahi açılamaz. Buradan kardeşlik değil, kopuş ve düşmanlık ürer.” demiş ve şu acayip soruyu üretmiş: “Türkiye’de insanları etnik kökenine göre tasnif eden bir kurum mu var?” Kendilerine, bir ara Türkiye Cumhuriyeti sınırlarından içeri girmelerini salık vermemizde ve “Ne mutlu Türk’üm diyene” lafını hiç duymadıysa bile bu memlekette azınlık bıraktırılanların hikayesini hiç mi dinlemediklerini sormakta fayda var.

Böyle düşünenlerin, Taner Akçam’ın Yüzyıllık Apartheid kitabına kabaca göz gezdirmelerinde fayda olur. Böylece Osmanlı millet sistemindeki ayrımcılığın din esasına dayanmasından farklı olarak, Cumhuriyet dönemi ayrımcılığının ırk, kan, etnik köken, soy ve kültür gibi din dışı kategorileri hukuk sistemine sokmuş olduğunu öğrenebilir, örneğin gayrimüslim vatandaşların devlet memurluklarına atanamadığını ve birçok mesleği icra etmelerinin imkânsız hale getirildiğini kavrayabilirler. Çözüm sürecine karşı çıkıp milliyetçiliğin ateşini körüklemek için en temel Cumhuriyet tarihi gerçeklerini silikleştirmeye çalışmanın alemi yok.

Bir diğeri, lafı hiç dolandırmıyor. Gazetenin sorusuna “‘1923’le hesaplaşmak’ olarak kodlanan yeni bir cephe kuruluyor.” diyerek Kemalizm’e duyduğu derin bağlılığı hiç utanma duymadan sergileyen Sol Parti’den Önder İşleyen, elbette 2010 yılında anayasa referandumunda “yetmez ama evet” diyenleri unutmuyor. “Eskinin ‘yetmez ama evetçi’ liberal pespayeliği de bu cephede toplanıyor.” diyerek, sol milliyetçi pespayeliğin zirve noktalarını kimseye bırakmayacağını ilan ediyor. Tabii ki bugünün Kautsky’lerine bu kadarı yetmiyor. “cumhuriyetin (gazetenin internet sitesi noktadan sonra c harfini küçük koymuş, yoksa cumhuriyetin c’sini küçük harfle yazmak gibi bir ilkesel kararımız yoktur) laiklik başta olmak üzere ilerici birikimleri yok edilerek kurulan bu gerici rejimin” diyerek göğsünü gere gere “Ben Kemalist’im” demiş oluyor.

Sol milliyetçi pespayelikte yarışmak istiyorsa bu şahıs, yapması gereken ilk iş, rejimin gericiliğine karşı Beşiktaş’ta ve memleketin beş on şehrinde birden Mustafa Kemal heykellerinin önünde diz çökmektir. Kemalizm, 2025 yılında hala kendisini solcu sananlara laik ve ilerici bir rejimin adı olarak, 1923 ilerici birikimlerin miladı olarak görülebiliyor. Bir egemen sınıf ideolojisini ve yeni bir egemen sınıfın azınlık bırakılanların mallarına çökerek inşa ettiği sermaye birikiminin yeniden üretimini garanti altına almak için ürettiği devlet mekanizmalarını ilerici bir kazanım olarak görmek, sol saflarda devlet ve milliyetçilik konusundaki kafa karışıklığını gösteren acıklı bir örnek olarak öne çıkıyor. Bu yüzden, aynı röportaj grubunun içinde yer alan HKP Genel Başkanı’nın, bu türden sinik Kemalizm yerine doğrudan vatan savunmasından söz etmesi daha tutarlıdır: “Tayyip ve AKP’si kesinkes Türkiye’ye çalışmamakta; Amerika’ya çalışmaktadırlar. PKK-DEM-PYD-YPG’de siyasi kimliğini Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti düşmanlığı üzerine inşa etmiştir.” diyen HKP sözcüsü, devamında “Türkiye; Türk-Kürt-Arap federasyonu kapsamında parçalanacak, anayasanın ne ilk dört maddesi kalacak ne de Kurtuluş Savaşı’mızın zaferinin koruyucusu olan değerleri kalacak.” sözleriyle diğer Kemalist solcuların yapamadığını, gönül rahatlığıyla yapıyor.

Bu tür sol maskeli milliyetçilerin Kautsky’den farkı şudur; Kautsky en azından, kendi devletinin çıkarlarını Marx’a yaslanarak savunmaya çalışırken, bunlar Marx yerine doğrudan Mustafa Kemal’in politikalarına atıf yapmayı yeterli görüyorlar. Kautsky, Marx’a yaslanıp Birinci Dünya Savaşı’nda Alman devletinin çıkarlarını savunurken, diğerleri 2002’den sonra yıkılmaya başladığını düşündükleri Erdoğan öncesi devleti savunuyorlar. Cumhuriyet tarihinin Yahudiler, Ermeniler, işçiler, sendikalılar, komünistler, kadınlar, köylüler, Rumlar, Aleviler, Kürtler için ne anlama geldiğini unutmuş görünüyorlar. Ama şurada baltayı taşa vuruyorlar: unutmayanlar var. Erdoğan rejimini kötülemek için Erdoğan öncesinin aklanmasına, liberal pespayelik diye yaratılan hayali düşmanlar kalabalığının sisi içinde ulusalcı pespayeliğin sol adına savunulmasına izin vermeyecek oldukça geniş bir birikim var. Alman sosyal demokratlarının “sol” milliyetçiliğinin karşısında, enternasyonalistler vardı. O gelenek bugün de yaşıyor. Ulusalcıların tek başarısı, aşırı gürültü yapmalarında. Ama gürültüye sakince yaklaşıp sesleri ayıklayınca, savunulanın Kemalist devlet olduğunu ve bu milliyetçiliğin kofluğu göremeyenlerin işçi sınıfını milli hatlarda bölmeye çalıştığını gösteren enternasyonalistler de durduğu yerde duruyor.

Devlet ve milliyetçilik

Lenin’in Birinci Dünya Savaşı’nda savaş karşıtı mücadelede her ülkenin işçi sınıflarının, savaşı kendi egemen sınıflarına karşı yürütmesi sloganı, İkinci Enternasyonal’den kopan sosyalistlerin düşündüğünden çok daha hızlı bir şekilde, özellikle de Almanya ve Rusya’da gerçeğe dönüştü. Şimdi solcu olma iddiasındaki Türk ulusalcılarına bakınca farkına bir kez daha varıyoruz ki, onlar ne “esas düşman içeridedir” diyen bir sol, ne de onların barış ve savaş konularına baktıkları çerçeve Marksist gelenekle uzaktan yakından bir alakaya sahip.

Ulusalcı solun çözüm süreci karşıtlığı, Recep Tayyip Erdoğan’lı bir çözüm süreci içerisinde olan Kürtlere yönelik bir aşağılayıcı tepki esas olarak. Milliyetçiliğin en koyu renklerini siyasal arenada ve sol içinde hakim kılmaya çalışanlara karşı, halkların eşit koşullarda kardeşlik ihtimalini sonuna kadar savunmayanların sosyalizmle, solla bir ilgisi olamaz.

Türkiye’de sol muhalefet içinde ve genel olarak tüm siyasal alanda herkes neden biraz daha sağında olan siyasal odaklara hoş görünmeye çalışır? Herkesin sağındakine hoş görünmeye çalıştığı bu siyasal zeminde, OHAL ilanından sonra siyasal rejimin sert bir şekilde daha da sağa dümen kırdığı koşullarda, Kemalizm’in savunusu sol saflarda daha cüretkâr bir şekilde yapılmaya başlandı. Bu nedenle sosyalizm ve milliyetçilik tartışmasında ve bugün Kürt sorununa ilişkin nasıl tutum alacağımızı son bir kez daha tartışmadan önce, milliyetçilik etrafında fikir yürütmenin devlet etrafında fikir yürütmekten bağımsız olamayacağına vurgulamakta fayda var.

Milliyetçilik ve devlet aynı anda ele alınmak zorunda. Çünkü milliyetçilik, devletin tarihsel süreç içerisindeki şekillenmesiyle bağlantılı olarak, devletle beraber şekillenen, sahip çıkılan, inşa edilen bir ideolojidir. Boşuna “hayali cemaatler” denmez. Gerçek olmayan bir şeyi varmış gibi anlatmanın ideolojik düzlemidir milliyetçilik.

Devlet ise Lenin’in meşhur tabiriyle egemen sınıfların bir komitesidir. Egemen sınıfın tek bir merkez komitesi yoktur. Çünkü egemen sınıf bir ve aynı çıkarlara sahip insanlardan ve gruplardan oluşmaz. İşçi sınıfı karşısında ortak çıkarlara sahip olsalar da her biri bir diğerinde kendi yok oluşunu gören sermaye sahipleri ya da gruplarından oluşur. Sermayeyi, sermayelerin kendi arasındaki rekabetten ve mülksüz kitlelerin öfkesinden koruyacak bir yapı olarak tarih sahnesine çıktı kapitalist devlet. Hobsbawm, “vatan”, “bayrak”, “milli birlik ve beraberlik” gibi kavramların insanlık tarihiyle kıyaslandığında yaklaşık iki yüzyıl gibi oldukça kısa bir geçmişi olduğunu vurguluyordu. Kapitalist devlet bir ilişki, sermayenin toplam çıkarını savunan bir mekanizma olmasında insanlık tarihinin kısa bir döneminde hüküm sürüyor.

Devlet sonsuzdan gelip sonsuza kadar gidecek siyasi bir mekanizma değil. Chris Harman’ın Halkların Dünya Tarihi kitabında egemen sınıfların devleti ezeli ve ebedi bir şeymiş gibi anlattığını vurguluyor. Ama modern devlet denilen siyasal, idari ve askeri mekanizma, ilk işaretlerini 15. yüzyılda verip en modern şekline 18. yüzyılda ulaşıp Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bildiğimiz haline dönüşen bir örgütler toplamıdır.

Neden bu türden bir örgütler toplamı olan bir mekanizma inşa edilmek zorunda kalındı ve milliyetçiliğin bununla bağlantısı nedir? Çok kısa bir cevabı var bu sorunun: Büyük emekçi yığınların emek güçleri meta haline dönüştü. Çünkü meta üretimi yani pazarlarda satmak için yapılan üretim muazzam bir ölçeğe ulaştı ve kapitalizm öncesi siyasi ve ekonomik biçimler buna engel olmaya başladı. Burjuvazi bu engeli aşmak için sınırları belirlenmiş bir coğrafyaya, dil birliğine ve bir ortak vergi politikasına ihtiyaç duyuyor, Harman’ın anlatımıyla gümrük engelleri olmayan birleşik bir yönetim yapısına sahip olmayı hedefliyordu.

Üretim yapacağı alanı belirlemek zorundaydı ve bunları tek tek yoksullarla kendisi muhatap olarak yapamayacağı için de kendisinden önceki üretim tarzlarının hâkim sınıflarının modern kapitalist devlete hiç benzemeyen devletlerini şekillendirip bazen siyasal uzlaşma, bazen de ABD, Hollanda ve Fransa’da olduğu gibi kanlı isyanların dahil olduğu bir süreçle, kapitalizm öncesi ekonomik ve siyasi yapıların, kapitalist meta üretiminin ve işçi sınıfının kendisinin metaya dönüşmesinin önüne diktiği engelleri dağıttı.

Tıpkı devlet gibi milliyetçilik de sonsuzdan gelip sonsuza kadar sürecek bir ideoloji değil. Kapitalist devletin esas anlamı kapitalist üretimin sürmesinin garanti altına alınması için gereken bir mekanizma. Cumhuriyet değerleri denilen illüzyonlarla işçi sınıfının ve yoksulların beynine çöken “sol” milliyetçilerin çıkarttığı gürültü bu gerçeği gizliyor. 1923 rejimi, üretimin kapitalistler lehine garanti altına alma ve bunun için dini ve etnik temelde inşa edilmiş, merkezi bir siyasal ve askeri örgütlenme yaratma çabasının bir sonucudur. Egemen sınıf lehine mülksüz kitlelerin çalışmasının sağlanması, bu çalışmanın içerisinde cereyan edeceği toplumsal düzenin devamlılığının sağlanması, uluslararası alanda aynı egemen sınıfın çıkarlarının korunması ve güçlendirilmesi devletin işlevleri arasındadır. Egemen sınıf tarafından yapılan büyük sanayi yatırımları, büyük toplu taşıma hizmetleri, tren yolları, sağlık hizmetleri vb devletlerin asıl olarak kamu yararı sağlamak için değil, sermayenin yeniden üretiminin ihtiyaçları için yapılan girişimlerdir.

Bu kapitalist devletin ideolojisi de milliyetçilik olagelmiştir. Çünkü büyük yığınları “bir ortak davanın sadık insanları haline getirmenin” tek yolu milliyetçi ideolojidir. Milliyetçilik bundan başka da hiçbir işe yaramaz. Hiçbir ortak noktası bulunmayan toplumsal sınıfların, mülk sahipleriyle mülksüz yığınların ortak bir davaya, ortak bir tarihe sahip oldukları fikri milliyetçiliğin tarihsel anlamının özünü oluşturur.

Millet, Anderson’ın dediği gibi hayal edilmiş bir siyasal topluluktur ama aynı zamanda “milliyetçilik ulusların kendi öz-bilinçlerine uyanma süreci değildir; ulusların var olmadığı yerde onları icat eder.” Tek tek bireyler yaşadıkları küçük bir birimin içinde hiçbir zaman tanımadıkları ve tanık olan hiç kimseyi bilmemelerine rağmen bir toplu hayale mutlak bir bağlılık duymaya başlarlar.

Lenin’in dediği gibi bütün egemen milliyetçiliklerin temel işlevi milyonlarca insanı asıl olarak mülk sahibi sınıflara sadık hale getirip, onları bir geçmiş anlatısında birleştirmesidir. Bu geçmiş anlatısının asli işlevi ise esas olarak egemen sınıfın lehine işleyen ama bağımsızmış gibi gösterilen ortak bir çıkar etrafında davranılmasını sağlamaktır. Bu açıdan da milliyetçilik etrafında bireyleri ve toplumsal sınıfları şekillendiren ama aynı zamanda da bu şekillenen sürecinin bir parçası olan devletler bir dizi göreve sahip. Yani iç piyasanın kontrolü, ekonomik sayısız kararın her gün alınması, sınırların korunması, askeri gücün sürdürülmesi, jeopolitik rekabet içerisinde var olunması gibi işleri, devletler milli bir perspektifle yaptıklarını ilan ederler.

Türk solunun bir kesiminde bu milliyetçilikle ilişkilenme ve yeni kurulan meclisteki çözüm süreci komisyonuna dair yaklaşımlarda, devlet konusundaki bu giriş bilgilerinden böylesine kopuk olması, sosyalizm fikrinin yine bu kendine solcuyum diyen gruplar açısından ne kadar kof bir hale geldiğini de gösteriyor. Egemen sınıfın tarih anlatısı, illüzyonları, dava anlayışı ve kendi varoluşuna dair destansı kibir nasıl sahiplenilebilir? Bir devlet ideolojisi olarak Kemalizm, nasıl olur da bugünkü gelişmelerin ihanet olup olmadığını ölçen adalet terazisi haline gelebilir?

Ulusalcı çılgınlık, bu satırlar yazılırken şöyle bir imza kampanyasıyla en uç ifadesini buldu:

Biz aşağıda imzası yer alanlar Türkiye’nin cumhuriyetçi birikimini bu iddianın arkasında durmaya çağırıyoruz: Türkiye Cumhuriyeti’nin, Lozan Anlaşması’nın sorgulanmasını; mevcut sınırlarımızın tartışılmasını, yeni-Osmanlı hayallerini, Türkiye İmparatorluğu gibi gayrimeşru adlandırmaları, ümmetçiliği, etnik ve mezhepsel kimliklere dayalı siyasal yapı ve kurumları istemiyoruz.”

İmzalara bakınca böyle bir metnin altında toparlanmış olmaları şaşırtıcı değil. Önce Türkiye’nin cumhuriyetçi birikimini göreve çağırıyorlar. Bu cumhuriyetçi birikimin 1923-1938 tek parti dönemde mi, 1950 sonrası DP-CHP kavgasının tayin edici olduğu dönemde mi, on yılda bir gerçekleşen darbeler arası dönemde mi biriktiği söylenmiyor elbette. Cumhuriyetin 100 yıllık tarihinde 23 yıldır AKP iktidarda. Demek ki bu dönemin dışında kaldığı bir zaman diliminde bir cumhuriyetçi birikim oluşmuş. İşte hayali cemaatler böyle yaratılıyor. Ardından gelen sözlerle ise sınırların tartışılmasını, yeni Osmanlı hayallerini, ümmetçiliği, etnik ve mezhepsel kimlikleri reddettiklerini ilan ediyorlar. Burada aba altından sopa gösterilen iki güç var: birisi Kürtler. Listedeki emekli generalinden milliyetçi gazetecisine uzanan, sosyal şovenist ve iflah olmaz milliyetçi mühim şahıslar, Kürtlerin sonucunda en temel haklarını kazanma ihtimalinin olduğu bir süreci etnik kimliklere dayalı siyasi yapı talep etmekle suçluyor. Bir diğer gözdağı ise Özgür Özel’e verilmeye çalışılıyor. İmamoğlu’nun gözaltına alındığı günden beri beklentilerin çok ötesinde bir politik performans sergileyen Özel, yeni çözüm sürecinin parçası olduğu oranda yeni Osmanlıcı hayallerin de parçası olmakla suçlanıyor. İmzacılardan Ataol Behramoğlu, göğsünü gere gere Teşkilatı Esasiye Kanunu’ndan şu alıntıyı yapıyor: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla (Türk) denir”

Çok gurur duyuyor Türklüğüyle, “kafamın tasını attırmayın” diyor, sonra 1961 Anayasasından şu alıntıyı yapıyor: “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür”. Yetmiyor, zerre rahatsız olmadan Kenan Evren döneminin 1982 anayasasından “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” alıntısını yapıyor. Behramoğlu farkında olmadan ağzından kaçırıyor cumhuriyetçi birikim adı verilen şeyin ne olduğunu. Bir darbeler tarihinin birikimidir bu ve bu tarihe yaslanarak çözüm sürecine karşı çıkanlar, “etnik kimliklere dayalı siyaset” yaptıklarını asla fark edemiyorlar. Çünkü hayali bir cemaatin gerçek olduğuna dair derin bir sadakat duygusu geliştirmişler.

Sonraki yazıda yeniden sürecin esaslarını tartışmak faydalı olacak.


1.  Hal Draper, The Myth of Lenin’s “Revolutionary Defeatism”

2.  Alıntılayan Rosa Luxemburg, Junius Broşürü, 1915.

son yazıları

Şovenistler delirdi, demek ki barış süreci doğru yolda-III
Şovenistler delirdi, demek ki barış süreci doğru yolda-II
Roni’siz iki yıl

ilginizi çekebilir

TBMM-1200x675
Şovenistler delirdi, demek ki barış süreci doğru yolda-III
WhatsApp-Image-2025-07-28-at-14.14
KESK: Sözleşme değil aldatmaca!
komur-maden-iscisi-ttk-2038779_1
Türkiye Maden İşçileri Sendikası: Emeğimizin karşılığını vermediler şimdi de grev hakkımızı elimizden alıyorlar